19 Kasım 2004
<B>ENFLASYON </B>yüzde 80’lerde dolaşırken, enflasyonun arkasındaki önemli nedenlerin <B>iç dinamiklerden</B> mi geldiği ya da elde olmayan <B>petrol fiyatlardaki artıştan</B> mı geldiği analizlerde hayati bir önem taşımıyordu. O düzeylerde, enflasyon çok yüksekti. Farklı etkenler devrede olsalar da, önemli olan enflasyonu yaratan iç dinamikleri yönlendirebilmekti. Kısacası, enflasyonun bahanesi yoktu.
Artık durum değişiyor. Enflasyon yüzde 10’un biraz üzerinde seyrediyor. Yorulmadıysak, kararlılık değişmediyse, enflasyonun tek haneli rakamlara inmesi de söz konusu olacaktır, olmalıdır. Artık, ortalama fiyatların değişmesine bakarak enflasyon dinamiklerini analiz etmek giderek zorlaşmaktadır. Daha ayrıntılı fiyat istatistiklerine ihtiyaç vardır.
AYRINTI ÖNEMLİDİR
Devlet İstatistik Enstitüsü (DİE) fiyat istatistiklerini oluşturup kamuoyuna duyurmakla sorumlu bir kamu kuruluşudur. Elbette, fiyat istatistikleri oluşturmak devletin tekelinde bir konu değildir. İsteyen kurumlar, istedikleri mal ve hizmetlerden oluşan bir sepetin fiyatındaki değişmelerini dönemler itibariyle hesaplayabilirler.
İnandırıcılık ve güven açısından DİE’nin piyasanın ihtiyaçları doğrultusunda çeşitli istatistikler yayınlaması önemlidir. Birçok gelişmekte olan ekonomilerin aksine, DİE istatistik yayınlayan bir devlet kurumu olarak Türkiye’de belli bir itibar düzeyini koruyabilmiştir. Bu açıdan, DİE çok önemli bir kurumdur.
Enflasyonun yüzde 10’lara inmesinden bu yana, DİE’nin yayınladığı enflasyon rakamlarındaki tek değişiklik enflasyonun virgülden sonra tek hane değil, iki hane olarak yayınlanması olmuştur. Doğal olarak, bu değişiklik yeterli olmaktan çok uzaktır.
Gelecek yıl yeni ağırlıklarla 2003 yılı baz yılı olmak üzere bir fiyat endeksi yayınlanacağı konuşulmaktadır. Bu çalışma içinde, fiyat istatistiklerinin hem toptan eşya (ya da üretici fiyatları), hem de tüketici fiyatları bazında çok daha fazla ayrıntılı bir şekilde ele alınmalıdır.
FARKLI ENDEKSLER
Örneğin, enerji fiyatları hariç fiyat istatistikleri artık önemlidir. Tarım dışı enflasyonu bilmek enflasyon dinamiklerini mevsimsel etkilerden arındırmayı kolaylaştırabilmektedir. Konut kiralarını dışarıda bırakan tüketici fiyatları endeksi oluşturmak enflasyon dinamiklerinin tespiti açısından önem kazanmıştır.
Ekonomide kaynak dağılımını etkileyen en önemli değişken mal ve hizmetlerin mutlak fiyatları değil, birbirlerine olan göreli fiyatlarıdır. En önemli göreli fiyatlardan biri uluslararası ticarete konu olabilecek malların (tradeables) uluslararası ticarete konu olamayacak mallara (nontradeables) göre göreli fiyatıdır.
Aynı bakış açısıyla, taşınabilir mal fiyatlarının taşınamaz mal fiyatlarına göre gelişmeleri de enflasyon dinamiklerini analiz etmek açısından önemli olabilmektedir.
Tüketici fiyatları analiz edilirken kırsal alandaki ortamla tüketici fiyatlarının değişmesiyle kentsel bölgelerdeki tüketici fiyatları değişmesi önemli olmaktadır. Bu ayrışma farklı şehirlerin tüketici fiyat endekslerini oluşturmaktan farklıdır.
DİE yeni dönemde çok daha ayrıntılı fiyat endeksleri oluşturmalıdır. Dünyanın birçok ülkesinde fiyat istatistikleri giderek çok daha fazla ayrıntılı hale getirilmektedir. Bu yola, enflasyon dinamiklerini analiz etmek kolaylaşırken, politika yapıcılarının da daha doğru bir perspektif içinde karar almaları sağlanmaktadır.
Yazının Devamını Oku 18 Kasım 2004
<B>BİR </B>yandan kayıt dışı ekonominin boyutlarını küçültmeye çalışıyoruz, diğer yandan <B>kayıt dışılığı özendirici</B> ortamlar yaratıyoruz. Maliyeti çok büyük olmayınca, <B>bir kez kayıt dışına kaçan bir daha kolaylıkla geri gelmiyor</B>. Kayıt dışı ekonominin büyümesinin arkasında çeşitli nedenler var: 1. vergi oranları çok yüksek, 2. kayıt dışında olmanın maliyeti çok düşük, 3. ekonomik daralma dönemlerinde vergi borçları finansman kaynağı olarak kullanılabiliyor, 4. vergi denetimine siyasi müdahaleler yapılabiliyor (IMF’nin vergi idaresinin otonom olmasını istemesinin arkasında bu gerçek yatıyor), 4. kayıt dışında kalmanın cezası korkutucu değil, 5. özel ve tüzel kişiler vergi yasaları karşısında eşit muamele görmüyorlar.
Nedenler daha da artırılabilir. Ama, akla gelebilecek tüm nedenler bu başlıklar altında toplanabilir.
HERKES SUÇLU
Gelinen noktada, kayıt dışı ekonominin üzerine kararlılıkla gitmek korkutucu hale geldi. Çünkü, kayıt dışını azaltıyoruz diye kayıt dışındaki şirket ve kişileri kaçırırsak, ekonomi ne hale gelir? İstihdam düşmez mi? Üretim çökmez mi? Para, ekonomiden kaçmaz mı? Acaba, kaş yapalım derken göz çıkarılmaz mı?
Vergi yasalarımızda, ‘gelir’ kavramının sağlam iktisadi temeli olan doğru dürüst bir tanımı dahi yoktur. 1998 yılında vergi yasalarında yapılan değişikliklerle ‘gelir’ tanımı getirildi. 1999 yılında yaşanan ekonomik daralmada yasanın ilk değiştirilen maddesi bu oldu. Halbuki, yapılan değişikliklerin en doğru tarafı burasıydı.
‘Gelir’ belli bir dönemde gerçekleştirilen tüketim ve tasarrufların toplamıdır dendi. Yani, bir dönem içinde artan servet kişi ya da kurumların gelirlerinin bir parçası olacaktı. ‘Nereden buldun yasası çıktı’ diye yapılan muhalefetle geriye dönüldü. Halbuki, doğru olan buydu.
Türkiye’de emlak vergileri yüksektir. Ama, emlak değerleri gülünç derecede düşüktür. Dolayısıyla, emlak üzerinden alınan vergi gelirleri düşüktür. Bu gerçeği herkes bilir. Herkes kaçakçı durumundadır. Üç yüz milyarlık ev otuz milyar gösterilir. Daha fazla göstermeye çalışsanız, ya komşular sizi döver ya da belediye yetkilileri.
Bir anlamda, herkesin suçlu durumunda kalması devletin de işine gelmektedir. Çünkü, suçluyu cezalandırmakta iktidarlara seçici davranma özgürlüğü yaratılmaktadır.
Böyle bir ortamda, emlak değerlerinin piyasa değerine çekilmesi ne gibi bir sonuç yaratır? Emlak fiyatları tepe taklak düşer mi? Bankaların ipotek karşılığı verdiği ticari krediler batar mı? İnşaat sektörünün durumu ne olur?
TOPYEKÜN MÜCADELE
Vergi hukuku herkese eşit olarak uygulanmadığında, ekonomide oluşacak dengesizlikleri önlemenin hiçbir yolu yoktur. Sanayici vergilensin, ama ‘esnaflara karşı müsamaha gösterelim’ gibi bir yaklaşım olamaz. Tarımı vergilendirmeyen bir ekonomi tarıma dayalı sanayi sektörünü doğru dürüst vergilendiremez. Gerçek kişilerin gelirlerine yoğunlaşıp ileride gelir yaratabilecek her türlü yatırımlarını ihmal eden bir vergi yapısında kurumların gelirlerini ve işlemlerini vergilendirmek zorlaşır.
Kayıt dışı ile mücadele top yekun yapılacak bir mücadeledir. Mücadelenin birkaç sektöre ya da alana yoğunlaşması faydadan çok zarar dahi verebilir. Topyekün mücadele ise siyasi açıdan korkutucu olmaktadır. Olmasaydı, bugün buralarda olmazdık zaten.
Yanıtı zor sorulara yanıt aramak herkesi korkutuyor.
Yazının Devamını Oku 17 Kasım 2004
<B>EKONOMİDEKİ </B>alışkanlıkları kırmak zor olabiliyor. Zaman içinde edinilen alışkanlıklar ve sağlanan dengeler, sürdürülemez olsalar da, <B>çoğu zaman ekonomi politikaları seçeneklerini de sınırlandırabiliyor</B>. Öyle ki, politika seçeneklerindeki sınırlandırmalar ancak başka seçenek kalmadığında dikkate alınmaz oluyor. Yani, krizler sorunları çözebiliyor.
Bazen siyasi kaygılar, bazen de bilinmeyenin verdiği korkular politika yapıcılarının elini kolunu bağlıyor. Örneğin, 1980 öncesi kurların serbestçe belirlenmesi birçok siyasetçi, sanayici, politikacı ve iktisatçı için korkulu rüyaydı. Başka seçenek kalmadığında, kambiyo rejiminin serbestleşmesi tüm ekonomi için kurtarma simidi oldu.
VERGİ KORKUSU
Gündemde çok önemli iki konu var ki, siyasi ve ekonomik kaygılarla politika yapıcılarının seçeneklerini oldukça fazla sınırlandırıyor. Sosyal güvenlik sisteminin yeniden yapılandırılması ve kayıt dışı ekonominin daraltılması çeşitli nedenlerle üzerine kapsamlı bir biçimde gidilemeyen konular olarak gündemimizde duruyorlar.
Bir gün mutlaka bu konular da çözüm yoluna girecek. Başka seçeneğimiz kalmadığı için mi, yoksa gerçekten çözmek için mi bu sorunların üzerine yürüyeceğiz? Şimdilik bu sorunun yanıtını bilmiyoruz. Ama, öğrenmemiz çok yakın bir gelecekte olacak. Çünkü bu sorunlarla daha uzun süre yaşamamız mümkün görünmüyor.
Vergi vermeyenin vermesi gereken vergileri zaten vergi verenlerden ya da başka kaçışı olmayanlardan aldık. Vergi vermeye niyetlilerin önemli bir kısmını da sistemin dışına kaçırdık. Vergi yükü giderek daha küçük bir grubun üzerinde kaldı. Vergi oranları taşınamayacak boyutlara taşındı.
Şimdi, vergi oranları düşse, vergi vermeyenler vergi vermeye başlayacaklar mı? Vergi vermeyenlerin vergi vereceği kesin olsa, vergi oranları da düşecek. Ama, ya onlar vergi vermemeye devam ederlerse? Bu kez devletin vergi gelirleri düşecek. Devlet de bu riski doğal olarak göze alamıyor.
İSTİHDAM VERGİSİ
Vergi gelirlerinin önemli bir kısmı istihdam vergileri dediğimiz bölümden oluşmaya başladı. Kaynakta kesildiği için düşük gelir gruplarının gelir vergisi oranları yüksek tutuldu, hatta yükseltildi. Sosyal güvenlik sistemi battığı için çalışanlardan alınan sosyal güvenlik katkıları artırıldı. Zorunlu tasarruf kesintisi ya da işsizlik sigortası derken, işverenler çalışanın eline geçen para kadar devlete ödeme yapmak durumunda kaldılar. Ücret dışı maliyetler çok arttı.
Bazı işverenler kayıt dışına çıktı. Ya çalışanın aldığı ücret tam olarak gösterilmiyor, ya da çalışanın ücreti hiç gösterilmiyor. Şimdi, istihdam vergileri düşürülse, kendini kayıt dışına atan işverenler kayıt altına girecekler mi? Girmezlerse, istihdam vergilerinin düşürülmesi devletin vergi gelirlerini de düşürecek.
İşsizliğin nedenlerinden biri de hiç şüphesiz yüksek istihdam vergileridir. İşçi maliyetlerinin artması işverenleri işçiden tasarruf eden üretim teknolojilerine yöneltti. Çalışanın eline geçen ücrete bakıldığında, ücretler düşük görünmektedir. Ama, çalışanın işverene toplam maliyeti düşünüldüğünde, Türkiye’de işçi maliyetlerinin düşüklüğü kolaylıkla iddia edilemez. Vergiler düşse, işveren kayıt altına girip istihdam artacak mı?
İnsanları kayıt dışına ittikten sonra, yeniden kayıt içine döndürmek kolay bir iş değil. Özellikle, çeşitli dönemlerde çıkarılan aflarla kayıt içine dönmenin çok fazla maliyeti de olmuyor.
Devam edeceğim.
Yazının Devamını Oku 12 Kasım 2004
<B>ENFLASYON</B> inişe geçtiğinde bir özlemimiz depreşiyor: <B>Bankalarımızın ipotek karşılığında düşük faizli, uzun vadeli konut kredileri vermesi.</B> Bu özlemimiz yeniden depreşti. Bir yasa çıkarılacakmış. İpotek karşılığı konut kredileri yaygınlaşacakmış.
Bazı şeyler vardır ki, Meclis’ten yasa çıkarılarak gerçekleştirilemez. Bunlardan biri de bankaların nereye, ne kadar, hangi vadede ve hangi faizle kredi verecekleridir. Arzulandığı biçimiyle ipotek karşılığı konut kredilerinin yaygınlaşabilmesi için doğru altyapının kurulması gerekir.
Bankalarımız bugün de ipotek karşılığı konut kredileri vermektedir. Ama, en uzun vadeli konut kredisinin vadesi 3-4 yılı geçmemektedir. 2000 yılında bazı bankalarımız 12 yıl vadeli konut kredisi vermeye kalktılar. Hálá, maliyetini ödüyorlar.
Bugün bankalarımızın 2-3 yıl vadeli verdiği konut kredilerinin en ucuzu yıllık yüzde 28 faiz maliyeti vardır. Bu kredilerinin vadelerinin diğer kredilere göre çok daha uzun olması nedeniyle, bugünkü şartlarda konut kredilerinin faizi ucuz bile denebilir. Unutmayalım, devletin hazinesi daha kısa vadede yüzde 23-24 faiz vererek borçlanabilmektedir.
ÖNCE ALTYAPI
Yasa çıkarılarak ne yapılacaktır? Konut kredilerinin faizlerinden alınan bir takım vergiler düşürülebilir ya da kaldırılabilir. Ama, yasayla bankaların otuz yıllık konut kredisi vermesi sağlanamaz. Ya da, Hazine’nin dahi 18-20 aylık borçlanmasına yıllık yüzde 23-24 ödediği bir ortamda, konut kredilerinin çok daha düşük faizli olması beklenemez.
Önce makro ekonomik şartların değişmesi gerekmektedir. Değişmesi gereken makro ekonomik şartların başında parasını bankalarda değerlendirenlerin vade perspektifinin değişmesidir. Parasını en fazla üç ay vadeli mevduat yaparak değerlendiren bir toplum aynı bankalardan 20-30 yıllık konut kredisi almayı hayal edemez.
Hazine’nin 20-30 yıl vadeyle borçlanamadığı bir ekonomide kişilerin 20-30 yıl vadeli borçlanabilmesi mümkün değildir. Mümkün olduğu iddia ediliyorsa, aldatılıyorsunuz demektir. İktisadi kurallar Meclis’ten çıkan yasalarla değiştirilemezler. Dolayısıyla, kısa dönemde ‘kira öder gibi borç ödeyip ev sahibi olmak’ hayaldir, gerçekçi değildir.
Makro ekonomik ortam uygun dahi olsa, konut kredilerinin yaygınlaşabilmesi için bu kredilerin ikinci piyasası olması gerekmektedir. Yani, konut kredileri veren bankalar istediklerinde portföyündeki bu çeşit kredileri başkalarına satabilmelidirler.
İkinci piyasanın derinleşmesi ancak konut kredilerine yatırım yapmaya niyetli kurum ya da kuruluşların varlığı ile mümkündür. Bu kuruluşlar da Hazine faizine yakın ve uzun dönemli borçlanabilmelidirler. Borçlanılacak kesim vatandaşlardır. Hazine ya da bankalar uzun vadeli borçlanamazken, konut şirketi nasıl uzun vadeli borçlanacaktır?
Konut kredilerine yatırım yapmaya niyetli kuruluşlar ancak konut kredilerinin ortalama vadesine yakın vadelerde borçlanabildiklerinde konut kredilerine yatırım yapabileceklerdir. Bir yıl vadeli borçlanıp 20-30 yıl vadeli konut kredilerini bankalardan satın almaya çalışan bir kurum düşünemeyiz. Böyle kurumlar ortaya çıksa dahi, bu kurumların piyasada işlem yapmasına izin vermemeliyiz. Bugünkü şartlarda, bu amaçla gelecek yabancı sermaye de çok kısıtlı olacaktır.
BOŞ HAYALLER
Konu karmaşıktır. Herkesin işine gelen bir çözüm bulunması zordur. Her şeyden önce, makro ekonomik istikrarın kalıcı olarak tesis edildiğine dair toplumdaki inanç güçlenmeden konut kredilerinin yaygınlaşması, ya krediyi verenler açısında ya da krediyi alanlar açısından iktisadi değildir.
Yasa çıkararak, gazetelerde birkaç Bakan’ın demeçlerinin çıkmasıyla ipotek karşılığı konut kredileri ‘kira ödeyerek ev sahibi olma’ şekline dönüşseydi, bugüne kadar bu iş çoktan başarılmıştı.
Kısa dönemde boş hayallere kapılmayalım. Hayallere kapılırsak, kredi verenler de, kredi alanlar da üzüleceklerdir.
Bayram süresince yazılarıma ara vereceğim. İyi bayramlar dilerim.
Yazının Devamını Oku 11 Kasım 2004
<B>TARIM </B>fiyatlarının arttığı bir döneme girdik. Dolayısıyla, aylık <B>enflasyonun yüksek çıkması</B> durumunda kabahati hangi sektörün üzerine atacağımızı biliyoruz. Halbuki, konu o kadar da basit değil. Tarım ürünlerinin fiyatları mevsimsel dalgalanmalara konu olan fiyatlardır. Çünkü, tarım ürünlerinin tarladan doğrudan piyasaya çıktığı dönemlerde fiyatlar düşer, ürünlerin saklanarak piyasaya verildiği dönemlerde fiyatlar artar.
FİYATLARDAKİ OYNAKLIK
Ortalama enflasyonun yüksek olduğu yıllarda tarım fiyatlarındaki oynaklık da çok doğaldır. Örneğin, yıllık enflasyonun yüzde 80 olduğu bir yılda tarım sektöründeki fiyatların bir ayda yüzde 8 artması ya da düşmesi doğal karşılanacak bir olgudur.
Ama, yıllık enflasyonun yüzde 10 olduğu bir yılda, aylık bazda tarım ürünleri fiyatlarının yüzde 8 artması ya da düşmesi dramatik boyutlarda bir bolluk ya da kıtlık olmadığı taktirde doğal karşılanamaz.
Türkiye’de ortalama enflasyon 2002 yılından bu yana hızlanarak düştü. Tablodan da görüldüğü gibi, 2002 yılında yüzde 50 olan ortalama enflasyon 2003 yılında yüzde 26’ya bu yılın ekim ayı itibariyle n iki aylık ortalamalar bazında yüzde 11’e düştü. Ama, tarım fiyatlarındaki oynaklık enflasyondaki düşüş paralelinde azalmadı.
Aksine, tarım fiyatlarındaki oynaklığın arttığı dahi iddia edilebilir. Örneğin, bu yılın aralık-mayıs ayı dönemindeki tarım fiyatları artışı enflasyonun ortalama yüzde 50 olduğu 2002 yılından daha yüksekken, mayıs-ağustos ayı dönemindeki fiyat düşüşleri bu yıl 2002 yılındaki düşüşlerden çok daha fazla oldu.
İÇ TALEP ETKİSİ
Fiyatlar mevsimsel nedenlerle artıyor. Mevsimsel nedenlerin dışında artış çok fazla olduğunda, mevsimsel nedenlerle yaşanan düşüşler de çok fazla oluyor. 2003 ve 2004 yıllarında yaşanan olgunun arkasında da bu çeşit bir oynaklık söz konusu. Oynaklığın arkasında ise iç talep artışı var.
Tarım fiyatlarındaki gelişmeleri iç talepteki gelişmelerden soyutlayamayız. Son on sekiz aydır yaşanan iç talep genişlemesi Türkiye’de tarım fiyatlarını da daha oynak hale getirmiştir. Oynaklığın artması ortalama enflasyonu göreli olarak daha az etkilese de, aylık bazdaki enflasyonda küçümsenmeyecek etkiler yapmaktadır.
Aylık bazdaki enflasyondaki gelişmeler ise enflasyonist beklentileri çok fazla etkileyebilmektedir. Enflasyonu tek haneli rakamlara indirmeye çalışan bir ülkede tarım fiyatlarının bu denli oynaklığı hiç şüphesiz olumsuz bir gelişmedir. Ekonomik birimlerin ileriye dönük verilen hedeflere olan güvenini zedeleyen bir unsurdur.
Yazının Devamını Oku 10 Kasım 2004
<B>GEÇEN </B>hafta boyunca <B>özel emeklilik programları</B> üzerinde durdum. <B>Vadesi uzun</B> bu çeşit fonların oluşması ve gelişmesi Türkiye ekonomisi için hayati bir önem taşımaktadır. Çalışanın emekliyi beslediği emeklilik programları dünyanın her yerinde ya batmıştır ya da batmak üzeredir. Nedenleri farklı da olsa, uzun dönemde, nesiller arası fon aktarımına dayanan programlar dünyanın hiçbir yerinde başarılı olamamaktadır.
Herkesin kendi biriktirdiği fonları emeklilik döneminde yemesi ilkesine dayanan emeklilik programları ise bir geçiş sorunu yaşamaktadırlar. Nesiller arası fon aktarımına dayanan programların batığını asgariye indirme kaygısı ya da batığı finanse etme zorunluluğu bir programdan diğerine geçişi zorlaştırmaktadır.
Bireysel emeklilik programlarının Türkiye’ye göre çok daha yaygın olduğu Amerika Birleşik Devletleri’nde de sorun aynıdır. Sorunun çözümü kolay değildir. Kolay olsaydı, şimdiye kadar tüm ülkeler bu sorunu zaten halletmişlerdi.
MALİYET
Türkiye’de sorunun çözümü birkaç açıdan daha da zordur. Geçiş dönemi zorluklarının yanında, Türkiye’deki yatırımcılar uzun vadede mali sisteme güvenmemektedirler. Yatırımcılar, ortalama yirmi yıl el sürmeden değerlenmesi gereken ve miktarı giderek artacak bir fonu mali sisteme emanet etmekte zorlanmaktadırlar. Son yirmi yıldır yaşananlar gelecek yirmi yıl hakkında belirsizliğe neden olmaktadır.
Yatırımcıların mali sisteme güvensizliği yanında, özel emeklilik fonları, bugünkü yapısıyla, işletilmesi pahalı bir yatırım seçeneğidir. Yurt dışı ile karşılaştırıldığında, birikimler üzerinden alınan toplam ücretler çok yüksektir.
Genellikle, dünya uygulamasında, çalışanlar beğendikleri yatırım enstrümanlarına (daha çok yatırım fonlarına) paralarını yatırırlar. Önceden, katkıların emekliliğe yönelik olduğu bilindiğinden emeklilik programlarına tanınan her türlü ayrıcalık bu yatırımlara da uygulanır. Yani, emeklilik fonlarını idare eden kurum mutlaka emeklilik programı yürütmek için kurulmuş bir kurum olmayabilir.
Emeklilik programı işleticisi şirketler yerine emekliliğe yönelik yatırım fonu alma ilkesinde, söz konusu yatırım aracının alım-satım ücreti dışında başka bir masraf söz konusu olmaz. Halbuki, Türkiye’de bugünkü haliyle, hem seçilen yatırım enstrümanın idaresi için bir ücret hem de emeklilik programının genelde idaresi için bir ücret ödenmektedir.
Emeklilik programları işleten şirketlerin Hazine’den izin alan bir avuç kurumda toplanmasının elbette makul nedenleri vardır. Ama, bir banka ya da aracı kurum da çok rahat bir şekilde kişilerin emekliliklerine yönelik birikimlerini kişilerin seçimleri doğrultusunda değerlendirebilir. Bu yatırımların da iyi idare edilip edilmediği çok rahat bir biçimde denetlenebilir. Bu çeşit programların idaresi mutlaka çok daha ucuza çıkabilir. Bu çeşit yatırımların idari giderleri düşük olmak zorundadır.
BİLGİLENDİRME
Konunun bir başka boyutu yatırımcının bilgilendirilmesidir. Bireysel yatırımcılar genellikle yatırım yaptıkları yatırım aracının özelliklerini değil, son dönemdeki getirilerine dikkat ederler. Geçmişte yüksek getiri sağlayan bir yatırım aracının gelecekte de benzer bir performans göstereceği sanılır. Türkiye gibi ülkelerde bu bakış açısı daha da yaygındır.
Halbuki, emekliliğe yönelik birikimlerin değerlendirilmesinde son birkaç yıllık performans hiç önemli değildir. Önemli olan, 20-30 yıl gibi uzun bir süre içinde nasıl bir birikim elde edileceğidir. Dolayısıyla, emekliliğe yönelik yatırımların yönlendirileceği yatırım araçlarının yapısı çok daha öne çıkmalıdır. Denetim otoriteleri bu konuyu ihmal etmemelidirler.
Bu konuyu da bir başka yazıda işleyeceğim.
Yazının Devamını Oku 9 Kasım 2004
<B>CARİ </B>işlemler açığının büyümesi bir ekonomide <B>tasarruf açığı</B>nın da giderek büyüdüğü anlamına gelir. Dolayısıyla, cari işlemler açığının kontrolüne yönelik her türlü önlem ekonomideki toplam tasarruf açığının küçültülmesine yönelik olmak zorundadır.
Tasarruf dengesi ekonomideki tasarruflarla yatırımlar arasındaki fark olarak tanımlanır. Tasarruflar yatırımlardan fazla ise tasarruf fazlası vardır. Tasarruflar yatırımlardan daha az ise tasarruf açığı söz konusu olur.
Cari işlemler açığımız olduğuna göre Türkiye ekonomisinde toplam tasarruflar toplam yatırımlardan az demektir. Aradaki fark dış kaynak girişiyle karşılanmaktadır.
SORUN
Aşağıdaki tablo durumu gayet iyi özetlemektedir. 1999 yılından bu yana toplam tasarruflarımız milli gelirimizin yüzde 19.8’inden yüzde 22.1’ine gelmiştir.
Tasarruflar artarken yatırımlar daha da hızlı artmış, milli gelirimizin yüzde 22.7’sinden yüzde 27.5’ine gelmiştir. Dolayısıyla, tasarruf-yatırım açığımız milli gelirimizin yüzde 2.8’inden yüzde 5.4’üne ulaşmıştır. Aynı oranda da dış kaynak ihtiyacı ortaya çıkmıştır.
Kamu sektörü zaten tasarruf açığı olan bir kesimdir. Ama, 1999 yılından bu yana, kamu kesimi, tasarruf açığını milli gelirimizin bir oranı olarak yüzde 6.4’den yüzde 1.9’a düşürmüştür. Yani, kamu sektörü, tasarruflarının milli gelirimize oranını 4.5 puan artırmıştır.
Kamu sektörü tasarruflarını artırırken, yatırımlarını da kısmıştır. Kamu yatırımları milli gelirin yüzde 6.2’sinden yüzde 4.8’ine gerilemiştir.
Tasarruf dengesinin tutturulmasında kamu sektörü küçümsenmeyecek bir çaba gösterirken, sorun, özel kesimden kaynaklanmıştır. Özel sektör tasarruflarını azaltırken, yatırımlarını artırmıştır. Net tasarruf fazlası radikal bir biçimde azalmıştır.
ÇÖZÜM
O halde, çözüm nedir?
1. Kamu sektörü daha fazla tasarruf edecek (faiz dışı fazla artacak) ve yatırımlarını daha fazla kısacak.
2. Özel sektör tüketimini kesip tasarruflarını artıracak.
3. Özel sektör yatırımlarını kısacak.
Bu seçeneklerden hangisi işimize geliyor? Siyasi açıdan hiçbiri işimize gelmiyor. Ama, iktisadi açıdan, tüm seçenekleri bir arada, belli bir ölçüde uygulamak durumundayız.
İç talep artışının dizginlenmesi derken de, bu gerçek dile getirilmektedir. Özel sektörün de, kamu sektörünün de tüketim harcamalarında kısıntıya gidilmelidir. Özel sektörün yatırım harcamalarındaki artış bir ölçüde frenlenmelidir.
Bütün bunlar, tüketici kredilerinin faizlerinden alınan kaynak kullanımı destekleme fonu kesintisi ve otomobillerdeki özel tüketim vergisi artışlarıyla başarılabilir mi?
Yazının Devamını Oku 8 Kasım 2004
<B>EKONOMİDEKİ </B>önceliklerimizi kesin çizgilerle belirlemiş değiliz. Bu nedenle de, yalpalıyoruz. Son dönemde yalpalama miktarı artmaya başladı. Önceliğimiz fiyat istikrarı mı? Yoksa, ekonomik büyüme mi? İstihdam artışı tüm hedeflerin üzerinde mi? Dış dengenin sürdürülebilirliği önemli mi? İhracat artışı taviz veremeyeceğimiz bir hedef midir? Kamu sektörü, zararına da olsa, sosyal adalet adına, ucuza mal satmalı mıdır? Ekonomi politikalarının amacı kısa dönemde halkı memnun mu etmektir, yoksa, orta dönemde halkın memnun olacağı ortamı mı yaratmaktır? Bu sorulara verilecek yanıtlar çelişkilidir. Çünkü, siyasetçiler bu soruların hepsine ‘evet’ yanıtı vermektedirler. Sorun da buradan kaynaklanmaktadır.
Ekonomik büyüme artsın istiyoruz, ama cari işlemler açığının da korkutucu boyutlara gelmesini istemiyoruz.
Enflasyon düşsün istiyoruz, ama aynı zamanda, iç talep de artsın, üretim de artsın, istihdam da artsın ve faizler de düşük kalsın, hatta daha da düşsün istiyoruz. Sorunlarımıza ekonominin genel dengesi içinde bütünsel çözümler üreteceğimize, birkaç alana sıkışmış göstermelik önlemlerle çözüm arayışları içine giriyoruz. Olumsuzluklar düzelsin, ama olumlu gelişmelerin devamını arzuluyoruz.
Enflasyona bahane bulmak kolaydır. Her ay ortalamanın üzerinde bazı fiyat artışları olacaktır. Bir ay hazır giyim fiyatları ortalamanın üzerinde artacaktır. Bir başka ay kitap fiyatları çok artacaktır. Kış aylarında da, tarım ürünlerinin fiyatları diğer mevsimlere göre daha fazla artacaktır. Bu yıl, ek olarak, petrol fiyatları da artmaktadır. Ama, bunların hiçbirini enflasyon için en önemli etkenler sayarak bahane olarak kullanamayız.
Düzelen kamu sektörü dengesine rağmen, iç talep artışı ve sürdürülebilir olmaktan çok uzak olan ekonomik büyüme enflasyonun en büyük nedenidir. Bugüne kadar iç talep artışının dış denge üzerindeki olumsuzluklarını konuştuk. Aynı gelişmelerin enflasyon üzerindeki olumsuzluklarını, mevsimsel nedenlerle aylık bazda enflasyon düşük çıktığından, görmezden geldik. Şimdi, bu gerçeği daha yakından gözlüyoruz.
İç talep genişlemesi yalnızca imalat sanayi fiyatlarını değil, tarım fiyatlarını da olumsuz etkiledi. Mevsimsel nedenlerle tarım fiyatlarının artışı her zaman bahane olarak gösterilir. Ama, bu yılki tarım fiyatlarındaki mevsimsel hareketler çok daha farklı gerçekleşmektedir.Geçen yıl yaz aylarında tarım fiyatları yüzde 15 düşmüştü. Bu yıl aynı dönemde tarım fiyatları yüzde 22 düştü. Buna karşılık, geçen yıl eylül-ekim döneminde tarım fiyatları yüzde 2.3 artarken bu yıl aynı dönemde yüzde 12 arttı. Geçen yıl ortalama toptan eşya enflasyonu yüzde 25’lerdeyken bu yıl yüzde 20’nin altında olacak. Daha düşük ortalama enflasyon düzeyinde tarım fiyatlarındaki daha yüksek oynaklık da iç talep genişlemesinin tarım enflasyonu üzerindeki olumsuz etkisine işaret etmektedir.
Tüketici fiyatlarındaki artışın toptan eşya enflasyonunun altında kalmış olması bu aşamada çok fazla önemli değildir. Önümüzdeki aylarda, tüketici fiyatlarındaki artış toptan eşya fiyatlarındaki artışı yakalayacaktır. Bu yıl tüketici enflasyonu yüzde 10 civarında gerçekleşebilir. Ama, gelecek yıl başından itibaren, iç talep büyümesinde radikal bir değişiklik olmadığı taktirde, tüketici fiyatlarındaki gelişmeler de şaşırtıcı olabilecektir.
Hedeflenen enflasyona bakarak reel faizlerin yüksekliğinden şikayet edip nominal faizlerin düşmesi için Merkez Bankası üzerine çok baskı yapıldı. Yalnızca hükümet değil, piyasalar da baskı yaptı. Sonuçta, faiz indirimleri de iç talep büyümesini körükledi. Gelinen noktada, enflasyon hedeflenenin üzerinde oluşuyor. Dolayısıyla, reel faizler de on ay önce düşünüldüğü kadar yüksek gerçekleşmedi.
Geçen yıl sonunda, toptan eşya fiyat enflasyonu on iki aylık bazda yüzde 13.9 olmuştu. Bu yıl sonunda yüzde 16 civarında olacak. Yani, bu yıl toptan eşya fiyat enflasyonu geçen yıla göre artmış olacak. Yalnızca bu gerçek dahi, gelecek yıl için hedeflenen enflasyonun ciddiyetini sorgulatmaya yetecek.
Yüzde 10-20 düzeyindeki enflasyon aralığında bir süre debeleneceğiz gibi görünmektedir. Enflasyonun yüzde 10’unun altına gelmesi iç talebin ciddiyetle idaresi, yapısal reformların kararlılıkla gerçekleştirilmesi ve özellikle kamu sektöründeki fiyatları artırma ihtiyacının azalmasıyla mümkün olacaktır. Bu eşiği kıramamanın bir başka bahanesi yoktur.
Faizleri düşürmeye çalışırken, Merkez Bankası’nı faizleri yükseltmeye zorladığımızın farkında olmamızda büyük yararlar vardır. Çünkü, bu aşamaya gelindiğinde, ekonomide başka sorunları da gündeme gelmesi kaçınılmaz olacaktır.
Otomotiv sektörünün günahı ne?
TÜRKİYE ekonomisinin bugün en önemli makro ekonomik sorunu ekonominin kaynaklarıyla tutarlı olmayan iç talep büyümesidir. Yani, özel sektör ve kamu sektörü bir arada ekonominin kaynaklarının çok üzerinde tüketim ve yatırım yapmaktadırlar.
Yatırım iyidir, çünkü istihdam yaratırlar. O halde, yatırımlar artmaya devam etsin, ama tüketim artmasın. Türkiye’de standart düşünce budur. Ama, böyle düşünenler, artmayan tüketim ortamında insanların neden yatırım yapmak isteyebileceğini sorgulamazlar.
Türkiye’de genellikle ekonomi politikaları bir bütün içinde ‘genel denge’ anlayışı içinde değil, ayırımcı, kısmi ve göstermelik olarak oluşturulur. İç talebi kısmak için tüketici kredileri üzerinden alınan vergileri artıran bir Batı ekonomisi hiç gördünüz mü? Türkiye’de iç talep artışı ile mücadele dendiğinde, bu çeşit önlemler akıllara geliyor.
Çok otomobil satılıyor diye otomobil fiyatlarını vergileri yükselterek artırıp otomobil satışlarını kısmayı hedeflemek bir makro ekonomi politikası aracı mıdır? Türkiye’de öyledir.
Geçmişte ithalat çok artınca, ithalat üzerinden alınan fon kesintileri artırılırdı. Bunu yapamadığımızda, ithalat teminatı diye bir şey icat edip ithalat akreditifi açıldığında Merkez Bankası’na belli oranda mevduat yapılması şart koşularak ithalatın maliyeti artırılmaya çalışılırdı. Artık, böyle şeyle yapamıyoruz. Başka ekonomi politikası araçları icat etme peşindeyiz. Ama, olaya bakış açımız değişmiş değil.
Sektör bazında makro ekonomi idaresine girerek aslında ekonomiyi çarpıtıyoruz. Gelecekte daha büyük sorunların çıkmasının nedenlerini oluşturuyoruz.
İç talep artışı, ne tüketici kredileri üzerindeki vergilerin artırılmasıyla ne de otomobil satışları üzerinden alınan özel tüketim vergisinin artırılmasıyla önlenir. Bu önlemler söz konusu sektörleri ve piyasaları çarpıtmaktan başka bir işe yaramazlar.
Ekonomideki genel faiz düzeyini artırabiliyorsanız, iç talep büyümesini önleyebilirsiniz. Gelirlerden daha fazla vergi alabiliyorsanız, iç talep büyümesini önleyebilirsiniz. Devlet harcamalarını reel anlamda daha fazla kısabiliyorsanız, iç talep büyümesini önleyebilirsiniz. Ücret artışlarını hedeflenen enflasyon paralelinde tutabiliyorsanız, iç talep büyümesini bir yere kadar kontrol edebilirsiniz.
Bunların hiçbirini yapamayıp, göze batan sektörlere saldırıyorsanız, ekonominin daha da kırılgan bir noktaya gittiğini seyretmekten başka elinizden başka bir şey gelmiyor demektir.
Kırılganlık dış dengede
EN geniş anlamıyla, ekonomideki kırılganlık alışılmış dengelerin sürdürülememesi ya da sürdürülmesinde zorluk çekilmesidir. Türkiye ekonomisinin en kırılgan noktası sürdürülmesi zor dengenin döviz açığından kaynaklanmasıdır.
Örneğin, enflasyonist ortam da kırılgan bir ortamdır. Ama, uzun yıllar bu ortamda yaşadık. Fakat, döviz açığının yarattığı kırılgan ortamda fazla yaşayamadık. Bir şekilde, kırılganlık kırılma ile sonuçlandı.
Önlem alınmazsa, yine kırılgan bir ortamda yolumuza devam ediyoruz. Yine, kırılganlık, iç talep büyümesinin neden olduğu döviz açığından kaynaklanmaktadır. Cari işlemler açığı eylül ayı itibariyle son on iki ayda 14 milyar doları aşmıştır. Büyük bir olasılıkla, 2004 yılında toplam cari işlemler açığı 15 milyar doları geçerek milli gelirimizin yüzde 5’ini geçecektir.
Avrupa Birliği beklentileri Türkiye’ye yabancı fon akışını (sabit sermaye yatırımını değil) hızlandırabilir. Yabancı fon akışının hızlanması da, bir anlamda, kırılganlığı daha da kırılgan hale getiren bir gelişmedir. Dolayısıyla, sürdürülemeyecek dış açıkların gerçekleşmesi bir başarı olarak değil, başarısızlık olasılığının artması olarak değerlendirilmelidir. Sorun kurlar (fiyat) değil, Türkiye’nin yurt dışından borçlanabilme kapasitesini sonuna kadar kullanma eğilimidir (miktar).
Gelişmeleri seyrettiğimiz sürece, Türkiye ekonomisine yabancı fon akımları girişinin hızlanması iç talep artışının hızlanması, üretimin daha da artması, ithalatın patlaması ve dış açığın artması anlamına gelecektir. Yani, kendi kendini besleyen eskiye göre daha da istikrarlı olmayan (unstable) bir dengenin oluşması söz konusudur.
Çözüm dengenin değişmesidir. Bir takım sektörlerde kısmi önlemler sonuç vermekten uzak olacaktır.
Yazının Devamını Oku