Ercan Kumcu

Doların düşüşü işimize yarıyor ama riskleri de var

29 Kasım 2004
<B>AMERİKAN dolarının </B>uluslararası piyasalarda değer yitirmesi son günlerin en çok konuşulan konularından biri oldu. Doların değer yitirmesi doğal olarak iç piyasaya da yansıyor. Son gelişmeler iki açıdan Türkiye ekonomisi için olumlu sonuç veriyor. Dolar Türkiye için en önemli paradır. Avrupa ekonomilerine yakın olduğumuz halde, döviz tasarruflarının büyük bir bölümü dolar cinsindendir. Aynı şekilde, dış borçlarımızın önemli bir bölümü dolar üzerindendir.

Amerikan dolarının uluslararası piyasalarda değer yitirmesi Türk Lirası’na karşı da değer yitirmesine neden olmaktadır. Dolar kurunun değişmesi Türkiye’deki ekonomik birimler açısından her zaman kur değişmesiyle paralel (hatta eşit) görülür. Doların TL’ye karşı değer yitirmesi birçok kişi için kurların düşmesi anlamına gelir. Kur denince dolar kuru ima edilir.

Halbuki, doların TL’ye karşı değer yitirmesine paralel olarak diğer dövizler, örneğin Euro, TL’ye karşı değer kazanmaktadır. TL, dolar ve Euro’dan oluşan belli bir sepete göre hala değer kazansa da, TL’nin bu sepete karşı değer artışı dolara karşı olan değer artışına göre çok daha küçüktür. Yine de, doların TL fiyatı düştükçe ekonomik birimlerde kurlar düşüyor izlenimi yaygındır. Çünkü, çoğu döviz yatırımcısı aslında dolar yatırımcısıdır.

Bu anlamda dövizin getirisinin düşmekte olduğu izlenimi TL yatırımlarını cazip hale getirmektedir.

Doların uluslararası piyasalarda değer yitirmesinin ikinci önemli boyutu dış ticaretimizin döviz kompozisyonundan gelmektedir.

Son istatistiklere göre, ihracatımızın yüzde 57’si dolar dışı dövizler cinsinden yapılmaktadır. Bu oran giderek artmaktadır. Dolayısıyla, bir sepete göre TL değer kazansa dahi, dolar dışı dövizler cinsinden ihracat yapanlar açısında TL değer kaybetmektedir.

Diğer yandan, ithalatımızın yüzde 55’i dolar üzerindendir. Bu oran da giderek azalmaktadır. Yine de, ithalatımızın büyük bir bölümünün yatırım ve ara mallar olduğunu hesaba katarsak, doların değer yitirmesiyle uluslararası piyasalardan kaynaklanan maliyetlerimiz düşmekte cirolarımız artmaktadır. Bir başka deyişle, TL’nin bir döviz sepetine göre değer kazanması ihracatımızı o denli olumsuz etkilememektedir.

Bütün bunlar olumlu gelişmelerdir. Dikkat etmemiz gereken gerçek bu durumun hep böyle devam etmeyeceğidir. Dolar halá dünyanın en önemli saklama, değer ölçme ve ödeme aracıdır. Aynı 1990’ların başında olduğu gibi, belli bir düzeyde dip yapıp yeniden yükselişe geçecektir. Dolar uluslararası piyasalarda değer kazanmaya başladığında, doğal olarak, istikrarlı bir ortamda dahi, TL’ye göre de diğer dövizlerin aksine değer kazanacaktır.

Bu dönem geldiğinde, bugün doların değer yitirmesi nedeniyle gözlediğimiz yararlar zarar olmaya başlayacaktır. Dolar kurunun artması kurların artması olarak nitelendirilecektir. TL’nin dolara karşı değer yitirmesi dolarla TL arasında seçim yapıp TL’de duran yatırımcıların sinirlerini bozacaktır.

Aynı şekilde, dış ticaretimizdeki döviz kompozisyonu benzer bir yapıda olduğu sürece, doların değer kazanması Euro ağırlıklı ihracatımızı olumsuz etkilerken, dolar ağırlıklı ithalatımızın göreli olarak pahalılaşmasıyla maliyetleri artıracaktır. Bu iki konu Türkiye ekonomisi için birer risktirler. Bu risklerin gerçekleşme olasılığı hem küçük değildir hem de risklerin gerçekleşmesi için çok uzun zaman beklemeye de gerek olmayabilir.

Ekonomide havalar her zaman güneşli olmaz. Ama, fırtınalı havalara ancak güneşli havalarda hazırlanılabilir.

Büyümeye devam

DEVLET İstatistik Enstitüsü
duyurusuna göre, 10 aralık günü (eskiden kasım ayı sonunda açıklanırdı) 2004 yılının üçüncü çeyreğine (temmuz-eylül) yönelik milli gelir istatistikleri açıklanacak. Büyük bir olasılıkla, ekonominin bu yılın üçünü çeyreğinde de hızla büyümeye devam ettiği anlaşılacak.

Milli gelirimizin hızla arttığına yönelik bazı önemli işaretler var. Örneğin, kapasite artışına yönelik yatırım harcamaları son on sekiz aydır hızla arttığı halde, 2004 yılının üçüncü çeyreğinde kapasite kullanım oranı tahminlerin de, geçmiş gözlemlerin de çok üzerinde oldu.

Aylık sanayi üretim endeksine göre, bu dönemde sanayi üretimindeki artış geçen yılın aynı dönemine göre yüzde 9.4 oldu. Dolayısıyla, sanayi üretiminden milli gelir büyümesine katkı küçümsenmeyecek boyutlarda olacak.

Hizmetler sektöründeki üretim artışının da yılın üçüncü çeyreğinde yüksek gerçekleştiği anlaşılıyor. Uzun süredir durgun olan inşaat sektöründe belli bir atış söz konusu oldu. Ticaret gelirlerini tahmin etmekte önemli bir parametre olan ithalat bu dönemde geçen yıla göre yüzde 38 civarında arttı.

Bütün bunları hesaba katarak yapılabilecek bir eğilim analizinde, 2004 yılının üçüncü çeyreğinde, büyüme dinamiğinin geçen yılın aynı dönemine göre biraz yavaşlayabileceği dahi düşünülse, Gayri Safi Milli Hasıla’nın (GSMH) yüzde 13, hatta daha da fazla büyüdüğü anlaşılmaktadır. Yılın son çeyreğinde de yüzde 10’un üzerinde bir büyümenin gerçekleşmesi şaşırtıcı olmayacaktır. Grafikten de görüldüğü gibi, GSMH büyümesinin yavaşlaması, ama halá çok yüksek bir seyir izleyeceği tahmin edilmektedir.

Kısacası, hızlı büyümeye devam ediyoruz. Bu tahminler doğrultusunda, 2004 yılının tümüne ilişkin ekonomik büyümenin yüzde 12’nin üzerinde gerçekleşmesi büyük bir olasılıktır.

Sosyal güvenlik sisteminin kurtarılması

BÜTÇEDEKİ
faiz dışı harcamalarının neredeyse dörtte birini yutan sosyal güvenlik sisteminin ayakta kalabilmesine yönelik yeni bir yaklaşım icat edildi. Öneri, Sosyal Sigortalar Sistemi’ni (SSK) ilgilendiriyor.

Haberlere göre, her yıl bütçenin belli bir oranı kadar bir meblağ SSK’ya verilecekmiş. SSK bu yolla açıklarını kapatacakmış. Bu oranın yüzde 3 mü, 5 mi, yoksa 8’mi olacağı henüz tespit edilmemiş.

Bu yaklaşımı işçi ve işveren kesimleri çok tuttu. Hatta, öneriyi bir ‘devrim’ olarak nitelendirenler dahi oldu. Halbuki, öneri bir devrim değil, bir aldatmacadır. Ya SSK’dan yararlananlar kendi kendilerini aldatıyorlar, ya da bütçeyi idare edenler SSK’dan yararlananları aldatıyorlar.

Sorun, SSK açıklarının nasıl karşılanacağına yönelik çözüm bulmak değil, SSK açıklarını azaltmak, hatta kapatmaktır. Bunun dışındaki öneriler aldatmacadır.

Hafta içinde konunun ayrıntılarına gireceğim.
Yazının Devamını Oku

Rekabette tartışma konuları

28 Kasım 2004
<B>MUTLAK </B>olarak dört dörtlük bir <B>rekabet hukuku</B> oluşturmak herhalde olanaksızdır. Ama, konuları tartışarak <B>daha iyi bir rekabet hukukuna doğru ilerlemek</B> mümkün olabilir. Birçok önemli konuların yanında, rekabet hukukunun uygulanmasında iki konu öne çıkmaktadır:

1. Rekabet Otoritesi’nin aldığı kararlara hukuki itirazların ele alınması,

2. Rekabet Otoritesi’nin verdiği parasal cezalar.

Her iki konuda çok önemlidir. Çünkü, bu konularda sağlanacak uzlaşma rekabet kavramına da nasıl yaklaşıldığının bir göstergesi olacaktır.

İTİRAZLAR

Ülkemizde Rekabet Kurumu
genellikle parasal cezalar vermektedir. Cezayı yiyen taraf ya da taraflar doğal olarak karara itiraz etmektedir. İtirazların sonuçlandırılması Üst Mahkeme tarafından yapılmaktadır.

Bu süreçte önümüze iki konu çıkmaktadır. Birincisi, Üst Mahkeme’nin Rekabet Kurulu’nun verdiği kararı irdeleyecek bilgi birikimine sahip olup olmadığı ile ilgilidir. Üst Mahkeme konuya salt hukuksal ve prosedür açısından bakacaktır. Halbuki, onlar kadar önemli olan konunun bir diğer tarafı da iktisadidir.

Rekabet Kurulu’nun kararları elbette yargıya açık olmalıdır. Ama, söz konusu yargı yalnızca hukuksal unsurlara değil, konunun iktisadi boyutlarını da iyi değerlendirebilmelidir. Dolayısıyla, rekabet konusunda uzmanlaşmış bir Üst Mahkeme’nin gerekliliği vardır. Aksi taktirde, uygulamada, rekabet gibi, kökeninde iktisadi bir konu hukuksal boyutta tıkanıp kalacaktır.

Sürecin ikinci boyutu Rekabet Kurulu’nun aldığı kararlara yapılan itirazların sonuçlandırılmasının uzun zaman almasıdır. Üst mahkeme’nin karar vermesinin uzun bir süre alması rekabeti bozan unsurların uzun süre yaşamasına izin verdiği gibi, verilen cezaların da enflasyon ortamında anlamsız hale gelmesine neden olmaktadır. Cezaların ödendikten sonra itirazların yapılması ilkesinin getirilmesi sevindiricidir.

CEZALAR

Rekabet Otoritesi hangi iktisadi büyüklüğü
baz alarak suçlu bulduğu kesimlere parasal cezalar vermelidir? Uygulamada, genellikle ciro üzerinden cezalar kesilmektedir.

Parasal cezalardan elde edilmek istenen amaç şirket idarecilerinin belli bir uygulamadan caydırılmasıdır. İdare şirketin pay sahiplerinin kontrolündedir. O halde, pay sahibi cezalandırılmalıdır. Pay sahibinin cezalandırılması ise cezanın kár üzerinden alınmasıyla mümkün olur.

Ciro üzerinden alınan cezalar da sonuçta şirketin kárını azaltma yoluyla pay sahibini ilgilendirmektedir. Ama, kára bakılmaksızın ciro üzerinden alınacak ceza şirketi batırabilir. Kár üzerinden alınacak cezalar ise şirketin yüzmesini engellemeyebilir.

Parasal cezalardan elde edilmek istenen amaç şirketleri batırmak olmadığına göre, öyle olsaydı şirkete kapatma cezası verilirdi, Rekabet Otoritesi’nin vereceği parasal cezalar şirketlerin mali bünyelerini de dikkate almak zorundadır. Bu açıdan, bir yıllık ya da birçok yılı kapsayan (örneğin, rekabetin sakatlandığı tespiti yapılan yıllarla sınırlı kalmak üzere) kárlar üzerinden verilecek cezalar daha iktisadi görünmektedir. Bu konuyu bir başka yazıda daha ayrıntılı irdeleyeceğim.

Bu konularda mutlak doğruyu bulmaz söz konusu olamaz. Her konunun mutlaka olumlu ve olumsuz tarafları olacaktır. Ama, daha doğruyu bulmak için tartışmaya devam etmeliyiz.
Yazının Devamını Oku

Bu rakamları değiştirmek zorundayız

26 Kasım 2004
<B>EKONOMİDE </B>küçümsenmeyecek adımlar atıldı. <B>Otuz yıldır indiremediğimiz enflasyonu yüzde 10’lara indirdik</B>. Ekonomik alanda birçok açıdan başarılı olundu. Artık ülkemizde ekonomik istikrarın önemi giderek daha iyi anlaşılıyor. Ekonomide gelinen noktada kutlama yapmak için henüz çok erken. Başarının kalıcılığı için bazı ekonomik dengelerin de değişmesi gerekiyor. Asıl, başarıya, başarının kalıcılığını tehdit eden dengeleri değiştirebildiğimiz zaman ulaşılacaktır.

RAKAMLAR

İvedilikle değiştirmemiz gereken bazı dengeler (tümünü sıralamak için yer yok) şunlardır:

Kamu sektörünün borcu göreli olarak çok fazladır
. Azaltılması gerekmektedir. Kamu borçları (iç artı dış borçları toplamı) milli gelirimizin yüzde 80’i civarında ve üç yıllık vergi gelirlerimizden daha fazladır. İç borçların ortalama vadesi de bir yıl kadardır.

Devletin iç borçlarının yarısına yakını ya döviz üzerindendir ya da dövize endekslidir. Bu haliyle, devlet borçlarının sürdürülebilirliği döviz kurlarına ve dış şoklara çok duyarlıdır. Devlet, yurt içinden borçlanacaksa, kendi parası cinsinden borçlanmalıdır. Bunu yapamadığı sürece kırılganlık devam edecektir.

Gerçekleşme bazında, devletin TL cinsinden borçlanmasına ödediği reel faiz yüzde 25 civarındadır. Beklenti bazında ise reel faizler yüzde 10’un üzerindedir. Bu reel faizlerle uzun dönemde sağlam bir kamu finansmanı yapısı kurulamaz.

Merkez Bankası’nın bilançosunun büyük bir kısmı döviz cinsinden varlık ve yükümlülüklerden oluşmaktadır. Merkez Bankası’nın özellikle yükümlülüklerinin tümünü TL üzerinden olmasını sağlamak zorundayız. TL cinsinden varlıklarının tümü piyasası olmayan devlet iç borçlanma senetlerinden oluşmaktadır. Merkez Bankası’nın varlıkları likit olmalıdır.

Türkiye’de bankacılık sistemi de, toplam mali sektörde göreli olarak çok küçüktür. Kayıt içindeki banka bilançoları ve sermaye piyasası araçlarının toplamının milli gelir içindeki payı yüzde 150 civarındadır. Dünya ortalaması yüzde 350’dir.

Toplam mevduatlar (döviz artı TL) milli gelirimizin yarısından azdır. Onun da yarısına yakını döviz üzerindendir. Mevduatların ortalama vadesi çok kısadır.

Ücretliler üzerindeki vergi yükü çok fazladır. Buna rağmen toplam vergi gelirlerinin milli gelir içindeki payı ancak yüzde 24’e çıkarılabilmiştir. Vergi gelirlerinin neredeyse dörtte üçü dolaylı vergiler yoluyla elde edilmektedir. Yani, vergi toplanabilen taban, ekonominin büyüklüğüne göre çok küçüktür.

Bu yıl bütçe gelirlerinin yüzde 66’sı faiz ödemelerine ve sosyal güvenlik sisteminin açıklarına gitmiştir. Gelecek yıl programlanan bütçe açığının yüzde 75’i sosyal güvenlik sisteminin tahmin edilen açıklarına gidecektir. Bu tablo devletin asıl işlevlerine yönelik bütçe yapamadığının işaretidir.

Dış ticaret açığı çok yüksektir. Dış ticaret açığı milli gelirimizin yüzde 10’unu aşmıştır. Buna karşılık, yabancı sabit sermaye yatırımları yok denecek kadar azdır. Dolayısıyla, dış ticaret açığının büyük bir kısmı yurt dışından borçlanarak karşılanabilmektedir. Çok konuşulan Amerika’nın dış ticaret açığı bile milli gelirlerine oranla bizden daha küçüktür. Üstelik onların parası ülkelerin döviz rezervlerinde tutulan bir paradır.

Bu dengeleri değiştirmek hem kolay değildir, hem de uzun zaman alan bir süreçtir. Dolayısıyla, istikrarın kalıcılığını sağlamak uzun bir süreç olacaktır. Süreç tamamlanana kadar da ‘bıçak sırtı’ bir denge içinde olduğumuz düşünülmelidir.
Yazının Devamını Oku

Bankaların denetim ve gözetimi

25 Kasım 2004
<B>BANKALARIN </B>nasıl denetleneceği gereksiz yere sert tartışmalara konu oluyor. Tartışma, işin ilkelerini geri plana atıp <B>fanatik</B> bir noktaya geldi. <B>Gelinen noktada doğruyu VE makulü bulmak giderek güçleşiyor</B>. Türkiye’de bankaların denetimi, bankaları yerinden denetlemekten sorumlu bir kurul tarafından yapılır. Bankalar yeminli murakıpları bankaları ziyaret edip hesaplarına bakarlar. Bankaların iyi ve kötü yönlerini incelerler. İncelemeleri sonunda bulgularını ve önerilerini bir rapor haline getirirler.

Raporun bulgularını değerlendirmek ve önerilerini dikkate alınması görevi, eskiden Hazine Müsteşarlığı’nın, şimdi de BDDK’nın yetkisinde bir konudur. Şimdi de, eskiden de bankalar yeminli murakıpları bankaların denetim ve gözetiminden sorumlu organın bir parçasıdırlar. Genelde, denetimde sorunlar vardır. Sorumluluğun tümünü bir gruba atmak haksızlıktır.

Tartışılan, bankaların denetiminin belli bir kurulun tekeline verilip verilmemesidir. Yetkilerin dağıtılması halinde, kurul, dağıtılacağı izlenimindedir. Yetkilerin farklı bir boyuta taşınmasını savunanlar ise banka denetimlerinin daha akılcı temellere oturacağı görüşündedirler. Haksız değillerdir.

MASANIN İKİ TARAFI

Bankalar iki şekilde denetlenirler: Yerinden denetim ve uzaktan denetim
. Yerinden denetimde murakıp bankaya, gerek gördüğünde şubelerine gidip bankanın hesaplarını inceler. Bankanın yönetiliş biçimine bakar. Aldığı riskleri değerlendirir. Faaliyetlerinin mevzuata uygunluğunu kontrol eder. Sonuçta, bankanın sağlığı konusunda bir fikir elde etmeye çalışır. Bulgularını bir rapor haline getirir.

Uzaktan denetim, yerinden denetimin ayrılmaz bir parçasıdır. Uzaktan denetimde, bankanın raporladığı bilgiler değerlendirilir. Yerinden denetimde saptanmış konuların çözümüne yönelik bankanın çabaları (varsa) izlenir. Bankanın mali yapısında genelde düzelmeler ya da bozulmalar tespit edilmeye çalışılır.

Türkiye’de, sorumluluk Hazine’deyken de, şimdi de, yerinden ve uzaktan denetim yapanlar farklı iki gruptur. Yerinde denetim yapanlar çoğu zaman ‘ben raporumda gördüklerimi yazarım, gereğini yapacaklar düşünsün’ tavrı içinde olurlar. Raporlarda yazılmayanlar da atlanır gider. Bu tavırda bir kötü niyet aramak elbette doğru değildir. Ama, bu tavırla sorumluluğu paylaşmak da mümkün değildir.

Biz bu sistemi Fransızlardan almışız. Ama, eksik almışız. Fransa’daki banka denetim sisteminde, yerinden denetimcilerle uzaktan denetimciler arasında çok yönlü bir akışkanlık vardır. Yani, bugün uzaktan denetimci, yarın yakından denetimci olup ardından yeniden uzaktan denetimci olabilmektedir. Hatta, bir bankanın uzaktan denetimcisi bir başka bankanın yakında denetimcisi dahi olabilmektedir. Denetimin çeşidi belli kişilerin ya da grupların tekelinde değildir. Herkesin masanın her iki tarafında da oturması ilkesi benimsenmiştir.

DENETİMİN SAĞLIĞI

Tartışmalardan Türkiye’de de benzer bir sistemin oluşturulmasının istendiği anlaşılmaktadır
. Böyle bir sisteme geçilmesi bankaların denetiminin sulandırılacağı yönünde algılanmamalıdır. Aksine, masanın her iki tarafında da oturan insanların yapacağı denetimlerin daha sağlıklı olacağı unutulmamalıdır.

Bir konuda rapor yazmak kolay değildir, küçümsenmemelidir. Ama, raporun dile getirdiği sorunları çözmeye yönelik gösterilecek çabalar da en azından raporu yazmak kadar zordur. O da küçümsenmemelidir. Dolayısıyla, masanın iki tarafında da oturmuş insanlardan oluşan bütünsel bir denetim teşkilatı oluşturmak kaçınılmazdır.

Konuya fanatik yaklaşmak denetimin gücünü ve sağlığını zedelemekten başka bir işlev görmez. Bu aşamada, yapılacak en büyük hata da bu olur.
Yazının Devamını Oku

Amerikan dolarına ne olacak?

24 Kasım 2004
<B>AMERİKAN </B>doları kısa bir süre içinde ciddi boyutlarda değer kaybetti. <B>Daha bir kaç yıl önce Euro karşısında dolar paritesi 0.8 iken bugünlerde 1.3’ü geçti</B>. Son bir yıldaki değer kaybı yüzde 30 civarında oldu. İkinci Dünya Savaşı’ından sonra Amerikan doları tüm dünya ekonomileri için rezerv para oldu. Yani, ülkeler döviz rezervlerinin büyük bir bölümünü dolar cinsinden tutmaya başladılar. Çünkü, değeri altına bağlanan Amerikan doları dünya ödemeler sisteminin tek parası haline geldi.

1970’li yılların başlarında doların değerinin altına bağlanmasından Amerika Birleşik Devletleri tek taraflı olarak vazgeçti. Amerikan dolarının değeri dünyanın diğer paralarına göre serbestçe dalgalanmaya bırakıldı. Ama, Amerikan dolarının dünya ödemeler sistemindeki rolü çok fazla değişmedi. Hálá dünya ticaretinin yarısından fazlası dolar üzerinden yapılıyor.

REZERV PARA

Son 35 yıldır, ülkelerin döviz rezervleri dolar dışındaki paralar cinsinden de tutulmaya başlandı. Alman Markı, İngiliz Sterlini
ve Japon Yeni, Amerikan dolarından sonra dünya ülkelerinin rezervlerinin belli başlı paraları arasına girdi. Euro devreye girdikten sonra dahi, ülke rezervlerinin yarısından fazlası hálá Amerikan doları üzerinden tutulmaktadır.

Amerikan doları, yalnızca ülkelerin döviz rezervlerinin önemli bir parçası değil, aynı zamanda, istikrarsız dünya ekonomilerinde, ekonomik birimlerin cebinde taşıdığı bir para rolünü oynamaktadır. Örneğin, Latin Amerika ülkeleri, Rusya ve Türkiye gibi ülkelerdeki yastık altındaki dolar miktarı Amerika’da tedavüldeki dolar miktarına göre ciddi boyutlara gelmiştir. Kısacası, dolar bir dünya parasıdır.

Amerikan dolarının dünyanın her yerinde bir değişim ve saklama aracı haline gelmiş olması nedeniyle, doğal olarak, değerindeki oynamalar tüm dünyayı ilgilendirmektedir. Özellikle, döviz rezervleri açısından zengin olan Çin, Güneydoğu Asya ekonomileri ile dış ticaret açısından Japonya ve Avrupa ekonomileri konuyla çok daha fazla ilgilidirler.

Yaşanacak bir dolar krizi dünya ekonomilerinde topyekun kriz anlamına gelecektir. Ama, dolarda bir krizden söz etmek bu aşamada çok gerçekçi değildir.

Amerikan ekonomisi güçlü olduğu kadar küçümsenmeyecek riskler de taşımaktadır. Özellikle, giderek artan dış ticaret açıklarının yanında, son 4 yılda Amerika’da bütçe açıkları çok hızlı artmıştır. Sosyal güvenlik sistemi alarm vermektedir. İleriye dönük bütçe açıkları tahminleri de oldukça kötümserdir. Ama, doların değeri dış ticaret açıklarındaki artış nedeniyle düşmemektedir.

Para piyasaları Amerika’daki bütçe gelişmelerine sert tepkiler vermektedir. Euro gibi paraların kendi iç dinamiklerinden kaynaklanan bir değer artışı söz konusu değildir. Amerikan dolarının kendi iç dinamiklerinden kaynaklanan değer yitirmesi söz konusudur.

1980’li yıllarda da dolar ciddi değer düşüşleri yaşamıştı. Son dönemdeki hızda olmasa dahi, Amerikan dolarının Alman Markına göre paritesi 1.4’e kadar gerilemişti. Yani, o dönemde Euro cinsinden, dolar paritesi bugünün rakamlarıyla 1.39 olmuştu. Daha o noktaya gelmedik. Ama, kısa vadede gelebiliriz.

PİYASANIN TALEBİ

Para piyasaları yalnızca Amerikan Merkez Bankası’nın (FED) istikrarlı politikalarıyla yetinmeyip Bush İdaresi
’nin bütçeye yönelik kararlı uygulamalarını beklemektedir. Beklentiler Bush Yönetimi’nin bu konuda piyasaları tam tatmin edemese de, bir şeyler yapacağı yönündedir. O taktirde, doların değer yitirmesinin durması, hatta değer kazanması söz konusu olabilecektir.

Aksi taktirde, bugün dünya para piyasalarında yaşanan olumsuz hava, yüksek petrol fiyatlarıyla beraber, yakın bir gelecekte dünya ekonomilerindeki üretim ve istihdamı da olumsuz etkileyebilecektir.

Yakın gelecekte ne olursa olsun, Amerikan dolarının bir dünya parası olma işlevi devam edecektir.
Yazının Devamını Oku

Hazine bonosunun vergilendirilmesi

23 Kasım 2004
<B>DEVLET, </B>kendini doğrudan ilgilendirdiği bir piyasa ile bir türlü barışamadı. <B>Devlet iç borçlanma senetleri</B> (DİBS-Hazine bonoları) piyasası ile kurulduğu 1985 yılından bu yana çok fazla oynandı. Hálá doğruyu arıyoruz.Hazine, devletin veznesi olması sıfatıyla, oluşan finansman açıklarını kolay ve ucuza borçlanarak karşılamak ister. Maliye Bakanlığı ise topladığı vergileri azamiye çıkarmaya çalışır. DİBS piyasasında, Maliye Bakanlığı Hazine’nin ayağına basmaktan bıkmamıştır. Devlet kendi kendini vergilendirip vergi gelirlerini artırmaya çalışmıştır.

YAZ-BOZ TAHTASI

DİBS piyasası son yirmi yılda yaz-boz tahtasına döndü
. Hazine’nin iç borçlanmaya yönelik olarak yaptığı ihalelerin yöntemi belki on kez değişti. Önce, borçlanılacak miktar açıklanıp faizin tespiti piyasaya bırakıldı. Borçlanma ihalesini kazananlara en yüksek faizden DİBS satıldı.

Sonra, Hazine boşuna rant dağıttığını düşünüp ihalede teklifleri kabul edilenlere ihalede verdikleri fiyattan satış yaptı. O da beğenilmedi. İhaleden önce Hazine’nin kabul edeceği azami faiz açıklanıp borçlanma miktarının tespiti piyasaya bırakıldı.

Bu da beğenilmedi. Ne borçlanma miktarı ne de faiz açıklanarak ihalede gelen tekliflere göre Hazine istediğini yaptı. Önce, azami faizden tüm kazananlara DİBS verildi. Daha sonra vazgeçildi, kazananlara teklif ettikleri faizden DİBS verilmeye başlandı.

Dönüp dolaşıp geçmişte denenen kurallar yeniden uygulamaya kondu. Yeniden vazgeçildi. Geçmişte denenen bir başka kurala geçildi. Bir türlü beğenilen bir ihale yöntemi bulunamadı. Ama, akla gelebilecek her şey denendi.

Amaç, Hazine’nin düşük faizle kolay borçlanma yapabilmesiydi. Ekonomik şartlar değiştikçe, kurallar da değiştirildi. Kolay borçlanıldığı zaman teklif fiyatından satış yapıldı. İşler zorlaştığında, azami faizden ihalede teklifleri kabul edilenlere DİBS satışı yapıldı.

Devlet, bir yandan ucuza ve kolay borçlanabilmeye çalışırken, diğer yandan vergi gelirlerini artırma çabasında oldu. Vergi gelirlerini artırmanın bir yolu olarak devlet kendi sattığı DİBS’leri gözüne kestirdi. Zaten DİBS yatırımcıları büyük paralar kazanıyordu. O halde, bu kazançlar vergilendirilmeliydi.

Aslında, DİBS faizlerinin vergilendirilmesiyle faizler arttı. Vergiyi devlet kendisi ödemiş oldu. Her şeyden önemlisi, DİBS piyasası küçüldü. Yani, Hazine’nin borçlanabileceği havuzun suyu azaldı. Borçlanma zora girince, DİBS’lerin vergilendirilmesinden vazgeçildi.

Şimdi konu yeniden gündeme geldi. Finansal araçların vergilendirilmesinde herhangi bir aracı kayırmamak ya da kösteklememek için vergilendirmede bir yeknesaklık sağlanmaya çalışılıyor. Devlet yine kendi piyasasına göz dikti. Devlet kendi borçlanmasından elde edilen gelirleri vergilendirmek istiyor.

DEVLET AYRICALIKLIDIR

Bunca deneyimden sonra çok fazla ders alınmamışa benziyor
. Devlet daha fazla faiz ödeyecek. DİBS piyasası yeniden küçülecek. Belki, kısa dönemde piyasanın küçülmesi Hazine’yi rahatsız etmeyecek. Ama, finans piyasalarının çeşitli nedenlerle sinirleri bozulduğunda, Hazine yine daha küçük bir piyasada daha yüksek faizler ödeyerek borçlanmaya çalışacak.

Dünyanın birçok ülkesinde devlet kendi borçlanmasına ayrıcalık tanır. Gelirlerini ve giderlerini aynı anda idare etmeye çalışır. Bizde ise Hazine başkadır, Maliye Bakanlığı başka. Sanki, bu iki kamu organı aynı devlet içinde değiller!
Yazının Devamını Oku

Sıcak paradan değil sıcak paraya mahkum olmaktan korkalım

22 Kasım 2004
<B>SON </B>iki yıldır Türkiye ekonomisine yurt dışından çok ciddi boyutlarda <B>kısa vadeli mali sermaye</B> geliyor. Gelen paralar kısa vadeli yatırılmıyor. Ama, kısa vadede ekonomiyi terk etmelerinin çok ciddi riskleri var. Yabancı mali sermaye Hazine bonosu alıyor. Alınan Hazine bonolarının vadesi büyük bir olasılıkla bir yıldan daha uzun. Yabancılar hisse senedi piyasasına geliyorlar. Yani, Türkiye’deki şirketlere ortak oluyorlar.

İster Hazine bonosu, isterlerse hisse senedi piyasalarına gelsinler, bu piyasaların yapısı gereği, gelenler aldıkları finans piyasaları araçlarını bir günde satıp gidebiliyorlar. O nedenle, bu yatırımlara ‘sıcak para’ deniyor. Yani, geldiklerinde ısıtıyorlar, gittiklerinde yakıyorlar.

Son verilere göre, tablodan da görüldüğü gibi, yabancıların menkul kıymet piyasalarındaki yatırımları 21 milyar dolara yaklaştı. Büyüklük, Türkiye ekonomisinin boyutlarına göre mutlak olarak büyük değilse de, artış eğilimi dikkat çekicidir. Bu bir rekordur.

Daha iki yıl önce, yabancıların Türkiye’deki menkul kıymet piyasalarındaki yatırımları 6 milyar dolar civarındaydı. Yani, son iki yılda, 14.5 milyar doların üzerinde yabancı yatırımlar Türkiye finans piyasalarına girdi.

Biz bu paraları ne yaptık? Gelen dövizleri yedik. Döviz gelirlerimizin çok üzerinde döviz harcamaları yaptık. Ekonomiyi kendi kaynaklarımızın sağlayabileceğinin çok üzerinde büyüttük. Bir anlamda, sıcak paraya mahkum olduk.

Gelen yabancı sermayeye bakıp şimdi korkuyoruz. Sıcak para girişine çözümler arıyoruz. Halbuki, aramamız gereken çözüm sıcak para ihtiyacını azaltmaktır. Yaratılan sorunun sonuçlarıyla değil, nedenleriyle uğraşmalıyız.

Sermaye hareketlerinin serbest olduğu ortamlarda, sıcak para ihtiyacı olmadan da ülkeye sıcak para girebilir. Onunla mücadelenin yolu da farklıdır. Ama, gelen sıcak paralar ülkenin döviz rezervlerini artırır. Dolayısıyla, sıcak para çıktığında, dövizleri geri ödemek o denli zor değildir.

Sorunun çözümü, gelen dövizlerin harcandığı durumlarda çok daha zordur. Çünkü, ortada yabancı yatırımcılara geri satılacak döviz yoktur, hepsi yenmiştir. Güneydoğu Asya ekonomilerinin 1997 yılında düştükleri durum buydu. Şimdi, derslerini almış görünüyorlar.

Benzer deneyimleri yaşamamak için, sıcak para gelse dahi, gelen dövizlerin harcanmayacağı bir ekonomik ortamı oluşturmak zorundayız. Bunun da yolu, ancak kendi kaynaklarımızla uyumlu ekonomik büyümenin gerçekleştirilmesidir.

Milli gelirimizin yüzde 5’i civarında döviz açığı vererek sağlanan ekonomik büyümenin kaynaklarımızla uyumlu bir büyüme olmadığı çok açıktır. Bir süre sonra, yerli-yabancı kaynak dengesini ciddiye almadığımız taktirde, ekonomik büyüme oranının sürdürülebilirliğini değil, milli gelir düzeyinin sürdürülebilirliğini tartışmaya başlayabiliriz.

Türkiye piyasalarında daha az oynaklık var

İLGİNÇ
bir dönem yaşıyoruz. Yurt dışı finans piyasalarında oynaklık (fiyatların kısa sürede inip çıkması) son dönemlerde arttı. Buna karşılık Türkiye finans piyasalarında oynaklık göreli olarak çok daha az. Bu durum korunabilirse, Türkiye açısından önemli avantajlar söz konusu olabilecektir.

Türkiye piyasalarında oynaklığın azalması Türkiye’ye yabancı sermaye akacak anlamına alınmamalıdır. Ama, oynaklığın azalması ölçülebilir risklerin azalması anlamına gelir. Dolayısıyla, Türkiye yabancı mali sermaye açısından göreli olarak daha çekici görünebilir.

Böyle bir dönemde, Türkiye ekonomisi yurt dışından borçlanma ihtiyacını azaltabilirse, Türkiye’de reel faizlerin daha makul düzeylere inmesi hem kolaylaşacaktır hem de çabuklaşacaktır.

Türkiye piyasasının çekiciliğinin artması daha fazla borçlanıp daha fazla büyümek için değil, daha az borçlanıp reel faizlerin düşmesine katkıda bulunmak için kullanılmalıdır. Bu şekilde, ülke içindeki kaynak dağılımı da daha ekonomik bir hale gelecektir.

Bunu başarabilmek iki önemli gelişmeye paralel gerçekleşecektir: Ekonomik büyümeyi daha sürdürülebilir düzeylere çekmek ve herkesin beklediği yapısal reformların uygulanmasına hız vermek. Bunlar yapıldığında Türkiye ekonomisinin riski ciddi boyutlarda azalacaktır. Uluslararası konjonktür bu anlamda bizim yanımızdadır.

IMF ile mutabakat AB’nin alternatifi değil

ULUSLARARASI Para Fonu
(IMF) ile 2005 yılı ve sonrasını kapsayacak üç yıllık bir ekonomik program üzerinde varılacak mutabakat Avrupa Birliği (AB) ile başlayacağı umulan müzakerelerin bir alternatifi değildir. Yani, ‘AB olmazsa, IMF verelim’ gibi bir seçenek yoktur. Aksine, IMF, AB’nin tamamlayıcısı olacaktır.

Geçmişte olduğu gibi, gereksiz zaman kaybediliyor. IMF’nin istekleri belli. Bir şekilde, hükümet bu istekleri yerine getirmeye çalışacak. Bütün bunlar bilindiği halde, IMF ile bir mutabakata varma yönünde kaybedilmesi ekonomik birimlere uzun vadeli bir perspektif kazandırmayı engelliyor.

2001 yılından bu yana değişmeyen bir gerçek var: IMF, Türkiye ekonomisinin kalıcı bir istikrara kavuşması yönünde bir çapa rolü oynuyor. 2005 yılından sonra, IMF’ye AB de katılacak ve hem iktisadi hem de siyasi-sosyal alanlarda çift çapa ile yola devam edeceğiz.

O halde, IMF ile uzlaşmanın zaman kaybedilmeden sağlanması ekonomik istikrara kavuşmayı da çabuklaştıracaktır. Ekonomik istikrar ne kadar çabuk sağlanırsa, istikrarı oluşturmaya yönelik sıkıntılar da o kadar çabuk atlatılabilecektir.

İstenenler bellidir: Kamu gelirlerinin yeniden yapılandırılması, sosyal güvenlik sisteminin kendi ayakları üzerinde durması ve sağlam bir bankacılık sisteminin oluşturulması. Bunlar olmadan zaten ekonomik istikrarın kalıcı olarak tesisi mümkün değildir.

Gelecek yıl, hedeflenen bütçe açıklarının dörtte üçü sosyal güvenlik sisteminin açıklarından gelecektir. Vergi gelirlerinin yüzde 70’i katma değer vergisi gibi dolaylı vergilerden oluşmaktadır. Bankacılık sektörü hastalıklarını henüz tam olarak atlatabilmiş değildir. Bu yapıda, istikrarın kalıcı olması zaten beklenemez.

Siyasi açıdan zor da olsa, bu alanlarda kararlı ve ciddi önlemler almak durumundayız. Aksi taktirde, şimdiye kadar alınan mesafe çok çabuk kaybedilebilecektir.
Yazının Devamını Oku

Kamunun rekabeti bozması nasıl önlenecek?

21 Kasım 2004
<B>REKABET </B>şartlarını zedeleyen en önemli unsurlardan biri, çoğu zaman <B>iktisadi ilkelerle çalışmayan kamu kuruluşları</B> ve <B>siyasi kaygılarla alınan hükümet kararları</B>dır. Devletin bu organları sırtını <B>Hazine</B>’ye dayamışlardır. Siyasi tercihlerin ekonomideki uygulayıcısıdırlar. Genelde, ekonomik alandaki siyasi tercihler vergi gelirlerinin doğrudan harcanması yoluyla uygulamaya konur. Zarar eden kamu kuruluşlarına devletin sermaye ya da başka yollarla devamlı para pompalaması konuyu büyük ölçüde bulandırır. Çoğu zaman, rekabet şartları bu uygulamalarla bozulur.

SİYASİ TERCİHİN SINIRLANDIRILMASI

Devletin zorda olan şirketlere mali yardım yapması aslında doğaldır
. Zararların geçici olduğu bilindiğinde, belli bir sermaye katkısıyla kuruluşun yeniden ayakları üzerinde durabileceği anlaşıldığında, devletin yardıma koşması kadar doğal bir şey olamaz.

Hatta, kamu yararı olduğunun tespiti halinde, devletin zor duruma düşmüş özel şirketlere mali yardım yapması da düşünülebilir. Geçmişte, birçok ülkede bu yönde çeşitli uygulamalar olmuştur.

Konu, devletin zora giren şirketlere yardım yapıp yapmaması değil, yapılacak yardımın hangi hallerde, hangi şartlarda ve hangi ilkeler doğrultusunda yapılacağıdır. Bir anlamda, siyasi tercihler kullanılırken, siyasi tercih dışındaki alanlara da siyasi tercihin yaygınlaşmaması ödün verilmeyecek bir ilke olmak zorundadır.

Modern toplumlarda enflasyon yaratmak siyasi bir tercih olmaktan çıkarılmıştır. Aynı şekilde, rekabeti bozmak da siyasi tercih olmaktan çıkarılmaya çalışılmaktadır. Dolayısıyla, devletin çeşitli yollarla zorda olan şirketlere yapacağı yardımın esası piyasada rekabetin bozulmaması ilkesine dayanmak zorundadır. Bunu sağlayacak tek kurum da, eğer varsa, ülkedeki Rekabet Otoritesi’dir.

Siyasi tercih, rekabet konusuna sıçradığında, siyasi tercihin sınırlandırılması iktisadi fayda açısından zorunludur. Zaten, modern toplumların çoğunda, siyasi otoriteden bağımsız rekabet otoritelerinin kurulmasının en önemli nedenlerinden biri de budur.

AB İLİŞKİLERİ

Bu çeşit yaklaşımlar bizler için yenidir. Devletin ekonominin her alanında egemen olduğu ekonomilerde siyasi tercihlerin sınırlandırılması hem sancılı olmaktadır, hem de zaman almaktadır. Rekabet eksikliğinden ekmek yiyen kesimlerin muhalefeti çok güçlü olmaktadır. Zaten rekabeti bozmaya yönelik olan siyasi tercih bu kesimlerden güç bulmaktadır.

Bizim gibi ekonomilerde, kamu kuruluşları, ya da genelde kaynak dağılımının planlamasından sorumlu Devlet Planlama Teşkilatı gibi kuruluşlar, siyasi tercihleri sınırlandıran değil, siyasi tercihleri uygulamaya koyan kuruluşlardır. Halbuki, devletin yapacağı yardımların hangi ilkeler doğrultusunda yapılacağının tespiti siyasi tercihleri uygulayanlarca değil, siyasi tercihleri sınırlandırabilecek kuruluşlarca olmalıdır.

Bu konu Avrupa Topluluğu ile olan ilişkilerimizde (müzakerelerde) küçümsenmeyecek bir alan olacaktır. Çünkü, ülke içinde bizler rekabet şartlarını bozduğumuzda, Topluluk içindeki rekabet şartlarının bozulması gündeme gelebilecektir. Doğaldır ki, Brüksel bu çeşit konularda çok dikkatli olacaktır.

Boşuna akıntıya kürek çekmenin artık anlamı kalmamıştır.
Yazının Devamını Oku