20 Eylül 2008
ANKARAVELEV ki bu ülkede küresel bir şirket bulunsun... Diyelim ki bu şirket sınır komşumuzdaki bir kuruluşu satın almak istesin... Devamı varsayalım ki şöyle gelsin...
Risk... Risk... Risk BAŞBAKAN Recep Tayyip Erdoğan, yandaşlığa rıza göstermeyen medyaya ambargo çağrısı yaptı. Meselenin demokrasi açısından yorumunu diğer köşelerde herhalde okudunuz veya okuyacaksınız.
Ben farklı bir riske işaret etmek istiyorum. Başbakan bizlere yaptırım uygulamak istiyor. Peki, ya tersi olur da tiraj alırsak... O zaman Başbakan açısından bir yaptırımı olacak mı?
Sadece merak! |
Komşu ülke yönetimi Türk şirketine, "Sizin hükümet de bu işten memnun mu, bir sorun" desin.
Şirketin patronu, hükümetin iyi niyet mesajı cebinde komşu ülke başkentine yollasın.
Komşu, "Duyduk ki sizde yeni bir medya patronu varmış, onu da ortak alın" diye bastırsın.
Patron, hükümet himayesindeki bu medya patronu ile pazarlığa oturmak zorunda kalsın.
"Ne kadar para koymak istiyorsun" diye sorunca medya patronu pişkince "Bende para yok" desin.
Pazarlık tıkanınca işe bakın ki, komşudaki satın alma operasyonu da dursun.
Buraya kadar sabrettiyseniz, sorunuzu duyar gibiyim:
"Neden bilmece gibi yazıyorsun, şirket adını vermiyorsun?"
Hemen söyleyeyim, bir değil birkaç sebeple...
1) Öncelikle sınır komşumuzun yönetimi ABD ile ciddi sorun yaşıyor. Küresel Türk şirketinin hisseleri yurtdışında da işlem gördüğü için operasyonu riskli bulmuş olabilir.
2) Yine de ortada ahlaki açıdan sorunlu, bariz "himaye" işaretleri var. Türk şirketinin de (ortak edilmek istenilen rakibi kadar büyük olmasa da) medya gücü var. Yazdığımız gerçek hikáyeyi onlar isimlendirsin.
Farkındayım, çoğunuz çalıştığım medya grubunun özkaynak ve kárını artırarak büyümesini biraz gıpta, biraz korkuyla izliyorsunuz... Anlıyorum.
Ama medyadan para kazanmayan patronların hali ortada.
Zararı kapatmak için kamu bankaları yardıma koşuyor.
Rakiplerin aldığı ihalelere "yancı" iştiraki sağlanıyor.
Ulusal projeler adrese teslim hale getirilip tepside sunuluyor.
Hangisi daha iyi?.. Gazetecilikten çok kazanmak mı? Yoksa gazeteni hükümet yörüngesine terk edip, siyasi nüfuz/himaye kullanarak kazanmak mı? Siz, yani okur açısından kimin hangi parayla gazetecilik yaptığı fark etmez mi?
Sekizinci dalga zamanlamasıERGENEKON’da sekizinci dalganın zamanlaması ilginçti. Deniz Feneri manşet serisi bozuldu, yerini Ergenekon’a bıraktı. Acaba siyasi bir taktik mi diye aklımdan geçmedi değil.
Ama sonra İstanbul Emniyeti’ndeki ilginç atama trafiğini hatırladım.
Emniyet’te önce bir ekip göreve geldi... Ama 15 gün sonra değişti.
Ergenekon operasyonu işte bu değişiklikten sonra vites büyüttü.
Demek ki Ergenekon operasyonu tehdit ve bilgi işi değil, ekip işiymiş.
Yazının Devamını Oku 14 Eylül 2008
ANKARAHÜRRİYET Ankara Bürosu Başbakanlık Muhabiri Hasan Tüfekçi, 6 Eylül 2007 günü TBMM’deki güvenoylaması sırasında AKP Genel Sekreteri İdris Naim Şahin’in önündeki notlara gömüldüğünü fark etti. Uzaktan bu notları fotoğrafladı, Şahin’e sunulan raporu Hürriyet okurlarıyla paylaştı. AKP Genel Sekreteri’nin önündeki isim ve para trafiğini takip etmek pek zor olmadı.
O tarihten bir ay kadar önce... 5 Ağustos günü, İstanbul-Ankara karayolunda bulunan Berceste dinlenme tesisinde yaşanan kurşunlama olayıyla ilgiliydi bu rapor.
Tesis sahibi Yusuf Akdoğan’ı üç kurşunla yaralayan tetikçiyi azmettirdiği ileri sürülen Alican Kerimoğlu’nun eşi, İdris Naim Şahin’e başvurdu. İdris Naim Şahin de Düzce Milletvekili Celal Erbay’dan konuyu araştırıp kendisine rapor etmesini istedi.
Rapor, güvenoylamasına yetişti.
* * *
Neydi bu rapor, ne yazıyordu?
Şifrelerini Sakarya 1. Ağır Ceza Mahkemesi’nde görülen davanın dosyası yardımıyla çözelim:
1) Vurulan Yusuf Akdoğan, 1999 depremi öncesinde Bolu çevresinde (Avdan Köyü) arsa topladı.
2) Depremden sonra Alican Kerimoğlu, Akdoğan’a gelip Kanal 7 adına arsa satın almak istedi.
3) Yusuf Akdoğan ve diğer bazı arsa sahipleri, Alican Kerimoğlu aracılığıyla satış yaptı.
4) Ama bazı arsa sahipleri ve aracılar, paralarını alamadığı için mahkeme yoluna gitti.
5) Yusuf Akdoğan’dan araya girip ihtilafı gidermesi istendi, kabul etmeyince vuruldu.
Mahkeme bu yılın şubat ayında açıldı, üç duruşmada karar aşamasına gelindi.
* * *
Ama cinayet davasında dosya dışında kalanlar da ilginç...
Mesela, Şahin’in önündeki notlarda deniliyor ki: "İlhan Emlakçı (Özocakçıoğlu) 2350 TL/m2, sen kaça alırsan al. Ancak şartı arsaların fiyatı tapuda reel fiyatın iki katı olacak. (Zira Kanal 7’ye yönelik krediye karşılık teminat gösterilecek.)"
Emlakçı Özocakçıoğlu da diyor ki: "Satış Mayıs 2003’te tamamlandı. Şirket arsaları teminat göstererek Vakıflar Bankası’ndan 1 trilyon lira kredi kullandı."
Kanal 7 cevap hakkında neler söyledi, aktaralım: "Haberde iddia edildiği gibi Kanal 7 (Yeni Dünya İletişim A.Ş.’nin) Düzce’de hiçbir arsası ve konuyla hiçbir ilgisi yoktur. Konu ile ilgili olarak görüşümüz sorulmadan, hazırladığı bilgi notunda Kanal 7 adını kullanan Düzce milletvekilini ve haberi yapan gazeteleri kınıyoruz."
* * *
Gözüken o ki, önümüzdeki aylarda bir tetikçi ceza alacak ama şu sorular yanıtsız kalacak:
Arsaları toplayan Set Programcılık Tanıtım ve Teknik Hizmetleri isimli şirket, Kanal 7 yönetici ve ortaklarına ait midir, değil midir? (İTO kayıtlarına göre öyle!)
Bu şirkete tapuda iki katı değerinde beyan edilen arsalar teminat gösterilerek trilyonlarca lira kredi kamu bankalarından açıldı mı, açılmadı mı? (Yandaş medya kredileri ortada!)
Trilyonluk rant nedeniyle yaşanan (mağdur öyle diyor) kurşunlama olayıyla AKP’nin iki milletvekili ve bizzat genel sekreteri neden bu kadar ilgili? ("Eski tanıdığız" diyorlar.)
* * *
Özgür medya işte asıl bu ve benzeri soruları sormak, takipçisi olmak için lazım.
Ama biz Deniz Feneri, Kanal 7, AKP diyoruz, kızıp köpürüyor, tehdit ediyorlar.
Ya da Berceste, Kanal 7, AKP denklemini kuruyoruz, umursamayıp tınmıyorlar.
Demek ki biz her tetikçinin patronu olduğu bilinciyle sorup soruşturdukça...
Bu kavga devam edecek.
Çünkü onlar biliyor, saklıyor, suç işliyor.
Yazının Devamını Oku 13 Eylül 2008
ANKARABAŞLIK sıkıcı bir iktisadi yazı izlenimi verebilir. Sıkıcı olmama sözü veremem. Ama teknik yazmayacağım. AKP, Deniz Feneri ve yardım skandalında neden bu kadar öfkeli?
Bir haftadır çok yanıt okudunuz.
Benimse yanıt değil ilave sorularım var.
Etrafınıza danışın, sorun, soruşturun bakalım:
1) Mahallenizde belediyeden erzak, kömür vb. yardım alan var mı?
2) Mahallenizde AKP çizgisinde bir dernekten yardım alan var mı?
3) Mahallenizde AKP’li belediye tarafından işe alınan var mı?
Eğer İstanbul’da, AKP’nin kazandığı bir bölgede yaşıyorsanız... Bu üç soruya alacağınız "Evet, var" yanıtının çokluğuna şaşırmayın. Sistem belli.
Diyelim ki, muhafazakár ve sosyal duyarlılığı yüksek bir ailesiniz. Kendi çizginizdeki dernek aracılığıyla hayır işliyorsunuz... Üstelik partinize seçmen kazanıyorsunuz.
İşte Deniz Feneri bu sahte cennetin duvarındaki çatlaktır. Mumun -pardon fenerin- sadece dibine ışık verdiğine kanıttır. Havuzdaki deliktir.
Mesele basit bir vurgun olayı değil, siyasi sistem iflasıdır.
Ya bağışların arkası kesilirse -ki öyle- yerel seçimde ne olacak?
Bence AKP’nin kızgınlığı ve telaşı bu yüzden!
* * *
Gelelim başlıktaki teknik tarife... Aslında çok karışık değil. Gençken maaşınızdan, ücretinizden prim kesilir. Yaşlılıkta, zor gününüzde karşılığı ödenir.
Bir de prim ödemenize gerek kalmadan yardımınıza koşan vakıflar, dernekler vardır.
Kızılay gibi, yardım kuruluşları gibi... Hükümet prim ödenen sosyal güvenlik kuruluşlarına -haklı olarak- düzen ve intizam getirmek için elinden geleni arkasına koymuyor.
Yasalar, mali planlar birbirini kovalıyor. Ama prim ödenmeyen sosyal güvenlik nedense radardan kaçıyor... Hiçbir düzenlemeye gidilmiyor. Siyasetin para musluklarının kesilmesinden korkuluyor.
Mesele bu kadar açık!
Hırsız bizdense yazanı döveriz
HER sabah olduğu gibi Genel Yayın Yönetmenim Ertuğrul Özkök’le konuşurken... Muhafazakár basının Deniz Feneri davasında "Çanakkale Geçilmez" savunmasına dikkatini çektim.
Özkök, 9. Cumhurbaşkanı Süleyman Demirel’den mülhem bir espri yaptı:
- "Bize Müslümanlar hırsızlık yapar dedirtemezsiniz" havasındalar.
Ben bu teşhise biraz düzelterek katıldım:
- Yok abi öyle de değil. Hırsız bizdense yazmayız, yazanı da döveriz diyorlar.
Üstelik karşı mahalledeki pozisyon yanlışlığı bu kadarla da kalmıyor.
Sanıyorlar ki, bize emir geliyor; yazıp çiziyor, konuşuyoruz. (Belki bu kadar yanılıyorlar, belki de kontrolü kolay olsun diye böyle örgütlenmemizi istiyorlar.)
Mümkün değil. Çünkü çalışan bir model değil.
(Şimdi yazacaklarımı Zaman, Yeni Şafak ve Vakit üzerine alınmasın. Çünkü bu gazeteler AKP iktidarından önce de aynı çizgideydi... AKP gitse de değişmezler diye düşünüyorum.)
Ancak ortada bir de Sabah örneği var ki, düşman başına. Tiraj, ilan ve itibar kaybı yarış halinde. İntihar eğilimi taşımayan hiçbir yayın organı Sabah’ın konumuna düşmek istemez.
Yazının Devamını Oku 9 Eylül 2008
TAMAM, kabul, gazeteci sadece patronuna hizmet için yazmaz. Ama elinizi vicdanınıza koyun... Şirketini ve o şirkete güvenen yerli/yabancı/küçük yatırımcıyı taammüden zarara uğratmak isteyen çıkarsa nasıl sessiz kalır.
Dün İstanbul Menkul Kıymetler Borsası, yurtdışından gelen haberler nedeniyle günü 1000 puanın üstünde artışla kapattı. Hisse senetleri yükseldi, tek istisnası Doğan şirketleri oldu.
Demek ki Başbakan’ın üç salvosu hedefe tam isabet sağladı.
Yükselen borsaya rağmen Doğan Grubu káğıtlarına ağır hasar verdi.
Şimdi, eksik bilgi nedeniyle Başbakan’ı son krizde haklı bulabilirsiniz. Ama sakın ola ki, "Başbakan demokrasi kavgasında, borsa nereden çıktı?" demeyin.
Çünkü yukarıdaki girizgáha ilham veren bizzat Başbakan’dır.
22 Temmuz seçiminden üç hafta kadar önce, ANA uçağında Genel Yayın Yönetmenim Ertuğrul Özkök’le birlikte ağırlandık. Sıra en kritik soruya, 27 Nisan bildirisiyle başgösteren gerilime geldi.
Başbakan sükûnetini koruyarak aynen şunları söyledi:
"Kimseye kırgın ve dargın değilim. Ama Yaşar Paşa’ya (Büyükanıt) düşüncelerimi anlattım. Ali Bey’le (Babacan) değerlendirme yaptık. Türkiye ile benzer konumdaki piyasalar yüzde 10 arttı. 27 Nisan gerginliği olmasaydı bugün İMKB endeksi 50 bini aşardı. Oysa diğer ülkelerde artarken Türkiye’de endeks yüzde 2 düştü. Yani yüzde 12 kaybımız oldu." (2 Temmuz 2007, Hürriyet)
Bu sözler ertesi günkü Hürriyet Gazetesi’ne "Paşa’ya dedim ki" başlığıyla 9 sütuna manşet oldu, Başbakan’ın 2 Temmuz kriteri iş çevrelerinde geniş yankı buldu.
* * *
Başbakan ve çevresinin en siyasi başlıkları bile piyasa penceresinden yorumlamasını hiç yadırgamadım. Çünkü; 1) AKP iktidarı büyük ölçüde 2001 krizinin eseridir, 2) AKP kadroları bu memlekette gördüğüm en kökten piyasacı isimlerdir.
Nitekim Anayasa Mahkemesi’ndeki kapatma davası sırasında ortaya koydukları en ikna edici tez, "Bizi kapatırsanız ekonomi krize girer" değil miydi?
İyi hoş da... Bir işadamını, hem de "çekirdek işi" nedeniyle boy hedefi ilan etmek, parti kongrelerinde tezahürat malzemesi yapmak, ticari zarara uğratmak hangi piyasa anlayışına sığar?
Ayrıca son günlerde yaşananlar, Sermaye Piyasası Kanunu’na göre suç sayılmaz mı?
* * *
Avrupa Birliği ile katedilen mesafede iktidar-sermaye-medya ittifakı önemli katkı sağladı.
Hükümet önce iş dünyası ile köprüleri attı, şimdi anlaşılan sıra medyaya geldi.
Sizi bilmem, ama bendeniz Avrupa hayalini daha fazla özgürlük ve refah için kovalarım.
Özgür medya ile savaş, kendi işadamını kayırma, beğenmediğini batırma...
Bunun neresi Avrupa?
Yazının Devamını Oku 7 Eylül 2008
<b>ANKARA</b><br>AKP kapatma davasında karardan birkaç gün sonraydı. Yüksek Mahkeme’nin kapısını Alman Büyükelçisi çaldı. Başkan Haşim Kılıç’la görüştü, "Sayenizde Türkiye’de demokrasi kurtuldu. Ayrıca Türkiye-Avrupa Birliği ilişkilerinde yaşanabilecek ciddi bir kriz önlendi" mealinde sözler etti.
O yüzden komplo teorisi senaryolarını boş verin. Ne Alman savcıları Ergenekon’un emrinde... Ne de Deniz Feneri rezaleti AKP’ye (veya İslam’a?) karalama kampanyası.
* * *
Kapatma davasında Başsavcı’yı yerden yere vuran... Ergenekon iddianamesini vesile edip muhalefeti sindirmeye çalışan karşı mahalle medyası yine faaliyete geçti.
Diyorlar ki, "İtirafçı muteber değil".
Mesele buysa, rica etsinler Ergenekon Savcısı’ndan...
Mülteci haham Tuncay Güney’in ifadesine başvurulsun. Deniz Feneri ile ilgili en sağlam (!) bilgiler/belgeler temin edilsin. MİT üzerinden geçirilip Ergenekon dosyasına konulsun. Ergenekon ve Deniz Feneri davaları birleştirilip İstanbul’da görülsün, Almanlar avucunu yalasın.
* * *
Komplo teorilerinde son mertebe, her haberin arkasında patron çıkarı aramaktır. Nitekim Hürriyet’in haberlerini de aynı mantıkla izaha çalışıyorlar. Aslında hak ettikleri, aynı düzeyde, "Siz bu haberleri hiç yazmadığınıza göre işleriniz tıkırında herhalde" yanıtıdır ama...
Yine de terbiyeyi koruyarak başka patronların gazeteleri ve yabancı ajans/medyanın da aynı habere gösterdiği ilgiyi hatırlatalım, gülelim geçelim.
* * *
Sayelerinde bu pazar da neşemizi bulduk. Ama şakayı bir yana bırakırsak...
Galiba siyasetin normalleşmesi içlerine sinmiyor.
Bu ülke yıllardır rejim tehdidi, başörtüsü, içki yasağı gibi tartışmalarla vakit yitirdi. Lüzumsuz yere gerildi.
Üstelik Başbakan çok haklı, bu siyasi acemilik partisine yaradı, oyları patladı.
Ama Şaban Dişli vakası olsun, Deniz Feneri vurgunu olsun...
Bu konular gündeme gelince iktidar ağır yara alıyor.
Çünkü hırsızın dininin imanının olmadığını herkes biliyor.
4x4 Hızlı Okuma
Şaban Dişli olayının özeti şu: Şaban Dişli arsa alımında kullanılmak üzere şahsi birikimi olan 260 bin Euro ve 120 bin USD tutarında meblağı (o günkü kurla yaklaşık 500 bin USD) borç veriyor. Karşılığında sözleşme ile 1 milyon dolar geri ödeme istiyor.
Soru: Bu işlem neden bu kadar basit anlatılmıyor, korkuluyor? Daha ilk günden bu ticari işlem belgeleri de ortaya konularak kamuoyu ile niçin paylaşılmıyor?
Başbakan bu görüşe katılmıyor. Ama ben yine de Cumhurbaşkanı yerine Başbakan’ın Ermenistan maçına gitmiş olması gerektiğini düşünüyorum. Mesele sadece Abdullah Gül’ün şahsında Türkiye Devleti’nin riske atılması değil. ABD’deki BM toplantısına da, Söğüt şenliklerine de Gül gidiyor.
Soru: Hani Ahmet Necdet Sezer döneminde özlendiği gibi... Cumhurbaşkanı ve Başbakan her yere birlikte, el ele gideceklerdi? Hani verilen sözler nerede, hani ellerin nerede?
Yazının Devamını Oku 6 Eylül 2008
<b>ANKARA</b><br>PKK operasyonları nedeniyle bölgeye ilk gidişim 20 yıl önceye rastlar. <br><br>Sahada gözlemek, dinlemek, kitapta yazmayanı, açıkça söylenmeyeni anlamayı sağlar. Benim 20 yılda anladığım şudur: 1) Siyaset ve asker farklı dilden konuşursa terörle mücadele zorlaşır. 2) Kayıplar artar, gerilim yükselirse bölgede demokratik açılımın önü tıkanır.
İşte o yüzden 12 saat arayla dinlediğim Başbakan ve Genelkurmay Başkanı’nın "kavram ve çözüm kardeşliği", bölge ve ülke açısından son derece hayırlıdır.
* * *
Teknik analize geçmeden İlker Paşa ve kuvvet komutanlarının üniformalı basın toplantısında kullandıkları yumuşak üsluba değinmeden geçemeyeceğim. Diyarbakır açısından üniformalı basın toplantısı, çoğunlukla güvenlik operasyonunda rakamsal bilanço ilanıdır.
Üniformasıyla sokakta halka karışan genelkurmay başkanına pek rastlanmaz. (Tabii tam bu noktada Gaffar Okkan’ı rahmet, saygı ve sevgiyle anmak gerekir!)
Tanıdığım bölge halkı, kendisine güveneni haksız çıkartmaz, kolayına satmaz.
* * *
Başbakan ve İlker Paşa’nın kavram ve çözüm ortaklığını hangi sözcükler ele veriyor?
İşte birkaç örnek:
1) GAP: Başbakan, Güneydoğu ve terör konusu açıldığında ilk başlık olarak GAP yatırımlarını sayıyor. Yanlış değil, çünkü GAP sosyo ekonomik kalkınma ve üretim ilişkilerinde devrim demek. İşte bu sebeple, "Terör sadece askeri yöntemle bitmez" diyen İlker Paşa da GAP için "ümitvarım" ifadesini kullanıyor, Diyarbakır’da üç önemli mesajından birisini GAP’a ayırıyor.
2) Katılım: İlker Paşa’nın analizi şu: Eğer dağdaki terörist yeni katılımları görürse, morali düzelir, teslim olmayı aklından bile geçirmez. O yüzden katılımın önlenmesi hayatidir.
Başbakan, "1990’da 6 bin terörist vardı, bugün de öyle" diyerek 20 bin kayıp veren terör örgütünün dağ kadrosu sayısında azalma olmamasına işaret etti.
Gelecek haftaki terör zirvesinde dağdakilerin indirilmesi ve katılımın önüne geçilmesini sağlayacak önlemler paketi/takvimi görüşülebilir.
3) Sivil toplum: Yerel kanaat önderlerinin iknası, halkın terör örgütüyle irtibatının kopartılması açısından önemli. Başbakan bu hedefi açıkça ilan ediyor. Başbuğ, Diyarbakır’da sivil toplum örgütleriyle buluşuyor. Sivil ve askeri otorite aynı kulvarda ilerliyor.
4) Yerel seçim: Hükümet ve askerin Güneydoğu konusundaki uyumu, siyaseti ve yaklaşan seçimi nasıl etkiler? Bana sorarsanız terörden bıkan seçmen, hükümet partisine teveccüh gösterebilir.
* * *
Dolmabahçe’de geçen yıl Genelkurmay Başkanı ile Başbakan ne konuştular.
Bilmiyorum. Oradaki iki kişi dışında bildiğini söyleyene de pek inanmıyorum.
Ama terörle mücadele ve özelinde Diyarbakır için hükümetle asker arasında kurulan bağı çok önemsiyorum. Hakiki ve hayırlı buluyorum.
Yazının Devamını Oku 2 Eylül 2008
<b>ANKARA</b><br>ÖNCE sorunun arkasındaki mantığı tartışalım: Önlem lazım mıdır? Eğer cemaatleri rejim açısından tehdit sayıyorsanız... Ekonomik büyüme ve güçlenmelerine karşı çıkmanız doğaldır. Yok eğer cemaatleri sivil toplum olarak görüyorsanız... Başlıktaki soruyu abes saymanız normaldir. * * *
Genelkurmay Başkanı Orgeneral İlker Başbuğ’un cemaat uyarısı ortada. Askerin yasal zeminde, örneğin MGK’da cemaatlere karşı ne önereceğini tabii ki bilemeyiz.
Ama akla gelebilecek en kötü önlemin 28 Şubat günlerine rastladığını hatırlıyoruz. O tarihte iktidardaki Refah Partisi ile irtibatlı görülen şirketlere asker ambargo koydu.
Doğru mu yaptı? Bence o gün de yazdığım gibi uygulama yanlıştı! Çünkü;
1) Şirketler para kazanırken suç işlediği için değil,
2) kazanılan parayla finanse ettikleri eylem ve kişiler yüzünden suçlanıyordu.
Bu durumda; a) şirket değil sahibine karşı, b) üstelik Ticaret Yasası yerine Ceza Yasası marifetiyle harekete geçilmesi zorunluydu. Dolayısıyla örneğin cemaat şirketlerinin askeri ihalelere katılımının yasaklanması sadece yanlış değil aynı zamanda kamu çıkarına aykırıydı.
Çünkü ihale dışı bırakılan şirket daha ucuza mal ve hizmet sunabilirdi.
Eksik rekabet diğer şirketlerin dilediği gibi at koşturmasına yol açabilirdi.
Ezcümle cemaat şirketi veya değil ekonomik kuralların herkese eşit uygulanması tek ve doğru yoldur... Cemaat şirketlerinin sermaye piyasasına haber vermeden sıradan borç senetleriyle para toplamalarına tabii ki göz yumulamaz. (Aksi halde İslami banker faciası tekrarlanır!)
Bilanço aşamasında şirketlere uygulanan denetim ve konulan yasaklar bellidir.
Patronun kárı cebine koyduktan sonra yaptığı şirketi ilgilendirmez.
Gerisine devletin kolluk kuvvetleri ile savcılar bakar!
Dipnot: Hazır söz cemaat şirketlerinden açılmış iken... Cemaat gazetelerine dönük askeri akreditasyon mantığını da tartışmak gerekmez mi? Ticari rekabeti bozması bir yana, asıl cezalandırılan bu gazetelerin okurları değil midir?
Türbana Bodrum yasak
YILLARDIR türbanlı kızların üniversiteye girmesini savundum durdum.
Ama bakıyorum muhafazakár matbuatta yeni bir trend doğdu.
Erkek yazarlar genç kızların türbanla örneğin Bodrum plajlarına gitmesini eleştiriyor.
O yüzden aramızdaki kırmızı çizgiyi bir daha hatırlatmakta yarar var:
Bendeniz, türban takılmasını değil (ister takar, ister takmaz, ilgilenmem) genç kızların türbanla yüksek öğrenim görebilmesini savunuyorum.
Yani kimseyi dışlamıyor, topluma entegrasyonu hedefliyorum.
Ancak bazı mütefekkirler türbanlı kızların sosyal sınırlarını tarife pek meraklı. Acaba diyorum, türban bu kafalar için birleştiren değil, ayıran ve kadını evine mahkûm eden bir ölçü mü?
Bu yazıları okudukça... Bir kez daha iman ettim ki, türban çözümünü muhafazakárlara bırakmak yanlış. Bu sorunun üstesinden ancak laikler ve demokratlar gelebilir
Yazının Devamını Oku 31 Ağustos 2008
<b>ANKARA</b><br>GAZİ Orduevi’nde protokole bitişik kameriyeden jandarma bandosunun genç kadın solistinin sesi geliyor, "I will always love you"... Ardından hareketli bir Türkçe parçaya geçiliyor. Kara Kuvvetleri Komutanı Orgeneral Işık Koşaner beğeni cümlelerini duyunca, genç solisti kısa künye ile tarif zorunda kalıyor: "Sözleşmeli jandarma astsubaydır."
Jandarma Genel Komutanlığı Işık Koşaner’in döneminde tamamı konservatuar mezunu beş müzisyeni kadrosuna kazandı. Sahnedeki genç kadın solist de bu sayede jandarma bandosuna girdi.
Daha iki gün önce Kara Kuvvetleri devir teslim töreninde dinlediğimiz bu genç kızın askeri personel olduğu aklımızın ucundan geçmemişti.
* * *
Genelkurmay Başkanlığı devir teslim töreninin iki mağduru Anayasa Mahkemesi Başkanı Haşim Kılıç ile CHP Genel Başkanı Deniz Baykal’dı. Biri protokoldeki yerine haklı olarak itiraz etti, diğeri bir dakika rötarla geldiği kapıdan geri döndü. Dahası ikisi de dünkü Hipodrom törenlerine katılmadı. İkisini birden bulunca önce Baykal’a sordum:
- Neden katılmadınız, bir tepki mi söz konusu?
- Hayır tepki değil, benim katılmamam artık geleneksel hale geldi.
- Milliyet’ten Fikret Bila’ya askerin konuşmasının artık yaptırımı olmadığını söylediniz...
- Evet çünkü caydırıcı olmuyor, aksine hüsran yaratıyor. Zaten devletin diğer kurumları farklı konumda, bu yüzden asker konuşunca devlette çatlak varmış görüntüsü veriliyor.
Baykal’ı yorumsuz ve sessizce dinleyen Anayasa Mahkemesi Başkanı Kılıç, protokoldeki kurumsal yerine ilişkin kavgasını sürdüreceğe benziyor:
- Genelkurmay’da yanlış protokol uygulandığını söylüyorsunuz...
- Evet ama meselem kişisel değil kurumsaldır. Zaten Genelkurmay Genel Sekreterliği de yanlışlıktan ötürü özür diledi.
- Peki ama hipodromdaki törenlerde geçen yıl da aynı yerde oturdunuz, öyle değil mi, sorun ne?
- Geçen yıl Anayasa Mahkemesi Başkan vekili olarak katıldım, ilk kez bu yıl başkan olarak gidecektim, ama baktım ki protokolde arka sıra ayrılmış, katılmadım.
- Nasıl olmalıydı?
- Önde cumhurbaşkanı, hemen arkasında yasama, yürütme ve yargı ip gibi dizilmeli.
- Siz nerede oturmalıydınız?
- Hemen Başbakan’ın yanında, ben protokolde üç numarayım...
- Tepkinizi nasıl ileteceksiniz?
- Pazartesi günü yazıyla bildireceğim.
Haşim Kılıç, vekili Osman Paksüt’ü eşi Ferda Hanım’ın ifade vermesi nedeniyle aradığını ve "geçmiş olsun" dileklerini ilettiğini söylüyor. Hemen ardından, "Tabi ki yargının işidir. Ben insani olarak aradım" demeyi ihmal etmiyor.
* * *
Gecenin en akıl karıştıran mesajı Ermenistan’a dönüktü. Başbakan Recep Tayyip Erdoğan, Cumhurbaşkanı Abdullah Gül’ün Erivan ziyaretini konu alan sorular üzerine, "Hayırlı olsun, Ali Babacan da gidecek" diye anlaşılan bir ifade kullanınca medya heyecanlandı.
Gül ve Babacan’ın Ermenistan gezisinin kesinleştiği yönünde bir izlenim doğdu.
Ancak sanırım Başbakan’ın kastı bu değildi. Nitekim birkaç dakika sonra bizzat Gül, Ermenistan gezisi hakkında henüz karar vermediğini açıkladı.
Peki Abdullah Gül ne bekliyor?
Anladığım kadarıyla ilk değerlendirme toplantısından sonra Ermenistan’a bazı mesajlar yollandı, gezinin iki ülke kamuoyunda algılanması hakkında zemin yoklanıyor. Ayrıca MİT’ten kapsamlı bir değerlendirme bekleniyor. Karar önümüzdeki gün ve hatta belki de saatlerde bile verilebilir.
* * *
Bu yıl resepsiyonda protokol ve medya saygı mesafesi içinde kaynaştı.
Bu yüzden sık sık aynı kişilerle el sıkışıldı. Geceyi noktalarken Hikmet Çetin bu protokol tekrarını Kasım Gülek’ten anekdotla süsledi: "Gülek toplantılarda aynı kişiyle her karşılaştığında elini sıkarmış. Sonunda birisi itiraz etmiş, ’Daha evvel sıktınız ya...’ Gülek yanındakileri göstermiş, ’Sen ben biliyoruz da, bunlar biliyor mu?"
Yazının Devamını Oku