11 Ekim 2008
ANKARADün Diyarbakır’ı iyi bilen dostum aradı. 5 polisimizin şehit düşmesine yol açan terör olayında gözden kaçan detayı aktardı. Doğruluğunu teyit ettim, sizlerle paylaşıyorum.
Biliyorsunuz, polisleri taşıyan araca Urfa Yolu ile Elazığ Caddesi’nin kesiştiği kavşağa 150 metre kala pusu kuruldu.
PKK’lı teröristler önce şoförü vurdu.
Ardından aracın arka bölümünde oturan silahlı memuru öldürdü.
Araç uzun namlulu silahlarla tarandı, el bombası atıldı.
Bu sırada otobüstekilere yardım edebilecek kimse çıkmadı.
Çevrede güvenlik gücünden eser yoktu.
Diyarbakır’dan gelen duyum bu açıdan önemliydi.
Çünkü olay yerine 150 metre kadar uzaklıktaki polis noktası... Yaklaşık bir ay-40 gün önce yol yapımı gerekçesiyle kaldırılmıştı.
Dediğim gibi bu bilgiyi yerel kaynaklara sordum, doğrulattım.
Maksadım 5 şehit veren polis teşkilatını eleştirmek asla değil.
Servis yolundaki en uzun rampada (otobüs yavaşlamak zorunda kalıyor) bulunan polis noktasını kaldıran emniyet yöneticileri... Sonucun bu kadar vahim olabileceğini elbette önceden kestiremezdi.
Ama PKK’nın eylemini polis noktasının kaldırılmasından sadece haftalar sonra düzenlemesi... Örgütün en ufak güvenlik zaafiyetine karşı refleksinin ne kadar hızlı olduğunun en açık göstergesi. O yüzden "Belki de daha dikkatli olmalıydık" diye düşündüm.
Bu kanaatimi Emniyet Genel Müdürü Oğuz Kaan Köksal’a da açtım.
"Alakası yok, orayı ben de gördüm, inceledim" dedi ve ekledi:
"Aracın rampada hız kesmesi ve kaldırımların yüksekliği teröriste avantaj sağlamış. Tek tesellimiz katillerin yakalanmış olması. Ama o da acımızı hafifletmiyor."
Görüntü tamam ama yorum eksik
AAktütün baskınında neler oldu? Sanırım bilgi kirliliğinin yarattığı toz duman artık dağılıyor.
Önce Aktütün’de "ne olmadığından" söz edelim:
1) PKK baskınında Aktütün karakolunda şehit düşen yok.
2) Karakolun 300 metre taşınması bu meseleyle ilgili değil.
3) Asker, taşınmadaki rötarı mali kaynak eksikliğine bağlamıyor.
Peki o zaman sorun nerede yatıyor? İnsan kaynaklı hatada!
Saldırıdan bir gece önce Bayraktepe’den sınır ötesi görüntü alınıyor.
Ancak alınan görüntü sadece birkaç kişilik gruba işaret ediyor.
Bu grubun saldırı niyeti anlaşılamıyor, hafife alınıyor. O yüzden ertesi sabah erkenden (saat 04.00’te) jandarma özel harekát timi isteniyor.
Timin Bayraktepe’ye tırmanışını izleyen ve top ateşine maruz kalan PKK muhtemelen akşam saatleri için planladığı saldırıyı erkene alıyor.
Takviye timden 8 uzman erbaş, Bayraktepe’den (2’si komuta düzeyinde) 9 askerimiz bu saldırıda şehit düşüyor.
Yani insani hata 17 canla ödeniyor.
Yazının Devamını Oku 7 Ekim 2008
<b>ANKARA</b><br>ÖNCE neyi tartıştığımızı saptamak gerek. Mesela ölçümüz can kaybıysa, isteri eşiği nereden başlar? 17 şehit olunca verdiğimiz tepki... On beş ayrı olayda 17 şehide gösterdiğimizle aynı mı? Aktütün’ü 1992’den bu yana beş kez bastılar diye biliyoruz...
Acaba doğru mu? Değil, o karakola dönük saldırı sayısı 38.
Ama büyük can kaybına yol açmayanları hesaba katmıyoruz.
Bizde misal çok, sizde sabır varsa, okuyun...
Uzundere karakoluna 127 kere, Üzümlü’ye 38 kez, Alan’a 30 defa saldırıldı.
Samanlı karakolunda 22 şehit haberini (1992) bizzat yerinden yazdım.
O karakolun sicilinde öyle 20 saldırı daha var.
Rakamlara girdikçe, kendimizi askeri uzman saydıkça dağılıyoruz.
O karakolların neden orada olduğunu, PKK’nın neden saldırdığını unutuyoruz.
* * *
Niyetim kesinlikle hamaset değil.
Ama kabaca yol ayrımımız belli.
1) Savaşa devam için... Perşembe günü askerle siyasiler aynı masaya oturacak.
Asker terörle mücadele amacıyla ek tedbirler isteyecek. Hükümet bu talepleri demokrasi ve AB süzgecinden geçirecek. Ama kendinizi hükümetin yerine koyun... Askerin elindeki en kıymetli malzemeyi, insan hayatını hesapsız kullandığı izlenimi kamuoyunda yaygın kanaat haline gelirken... Hangi siyasetçi askere ek tedbir sunar ki?
2) Veya diyelim ki halkımız savaştan bıktı, usandı... Olabilir.
Hepimizi temsil eden Büyük Millet Meclisi ve hükümeti politikasını değiştirir.
Savaşa son verilir, meşhur siyasi çözüm devreye girer.
Peki siyasi çözümü yeterince tartıştık mı, içeriğinde uzlaştık mı?
Çözüm sandığımız, saydığımız sakın yeni bir kanlı savaşın başlangıcı olmasın!
* * *
Değneğin iki ucu da pisse ne yapmalı?
Maalesef değil fazla hiç seçeneğimiz yok.
Çünkü bu kirli savaşı Türkiye başlatmadı.
Türkiye Cumhuriyeti saldırıya uğradı, toprağını, vatandaşını savunuyor.
Saldırı sürdüğü, silahlar konuştuğu müddetçe bu savaş da devam edecek.
Türkiye’nin teröriste karşı verdiği savaşı kaybetmesi mümkün değil.
Çünkü devlet teslim olamaz.
Ancak bu savaşta her canımız yandığında, neden savaştığımızı unutursak...
Terörle mücadeleyi kaybetmemiz ihtimal dahilindedir.
Maksadım sadece hatırlatmak.
Tercih hepimize ait!
Yazının Devamını Oku 5 Ekim 2008
ANKARABAŞBAKAN Recep Tayyip Erdoğan’a Şam Zirvesi dönüşünde (4 Eylül) uçakta sormuştum: - Terörle mücadelede dağa çıkışı önleyecek, inişi teşvik edecek yeni önlemler var mı?
Erdoğan bu soru üzerine önce uzun uzun GAP yatırımlarından söz etti.
Ardından güvenlik zirvesi toplayacağını (dünkü gibi) açıkladı.
Son olarak terörle mücadelede istihbarat kalitesinin artırılması gereği üzerine muğlak bir-iki cümle kurdu. Sanırım ne dediğini tam anlayamadık, bu sözleri medyaya yansımadı.
Dün önüme gelen Aktütün haberlerini okurken işte o cümleleri hatırladım.
Çünkü, belli ki baskından önce bir duyum söz konusu...
Aktütün Karakolu’nun yakın geçmişi zaten malum, beşinci kez saldırıya uğruyor. Karakolun güvenliği çevredeki hákim tepelerce sağlanıyor. Baskına uğrayan ve 15 şehit veren Bayraktepe de bunlardan birisi... Bayraktepe’de normal koşullarda bir bölükten az güç bulunduruluyor.
Ama, Genelkurmay’ın verdiği bilgiye göre baskından hemen önce Bayraktepe takviye ediliyor. 25 kişi olduğunu düşündüğüm jandarma özel harekát timi tepeye yollanıyor.
Dahası çatışma başlamadan hemen önce Irak’ta sınıra 10 kilometre uzakta kalabalık (300’den fazla) terörist grup tespit ediliyor. Top ve 4-6 helikopterle ateş altına alınıyor.
Çatışma gündüz yaşandığı için Bayraktepe’ye destek birlik yollanabiliyor.
Bir jandarma özel harekát bölüğü ile komando bölüğü yardıma koşuyor. Ama ne yazık ki acı bilanço önlenemiyor!
* * *
Ateş düştüğü yeri yakar... 15 şehidin acısı herkesi deliye çevirir, tamam.
Ama soğukkanlı analizle bu baskından ne ders çıkarılacağı da önemlidir:
1) ABD’den Zap ve Avaşin’de terörist toplanması olduğu bilgisi belli ki geldi. Ki, bayram müddetince Hava Kuvvetleri terör kamplarını vurdu. Daha kalabalık baskın önlendi.
2) İç istihbarat birimleri de boş durmadı. Muhtemel hedeflerdeki güçler takviye edildi. Bayraktepe’ye jandarma özel timi yollandı.
3) Komuta kademesindeki kararlar doğru alındı. Topçu ateşi, 2 helikopter kolu taarruzu ve Bayraktepe’ye ek birlik sevkıyatı zamanında yapıldı. Sınır ötesi takip başladı.
Buna rağmen 15 şehit ve 2 kayıp. Biliyorum, duygusal tepkinin zirve yaptığı anlarda...
Polyanna misali "Daha kötüsü olabilirdi" diyeni sevmezler, söverler.
Yine de yazacağım: Belki de daha fazla zayiat önlenmiş olabilir.
* * *
Aktütün Karakolu’nun ismini 1990’lı yılların başından bu yana duyarım.
Benzer sorunlu coğrafyada yer alan karakolların çoğu ya kapandı veya taşındı.
Aktütün Karakolu yerinde kaldı, herhalde bir sebebi vardır.
Ve son olarak... Bu yazıyı, Başbakan’ın da temenni ettiği gibi istihbarat kalitesinin düzelmekte olduğu inancı ve umuduyla yazdım. Ama belli ki terörist toplandıktan, saldırıya hazır olduktan sonra gelen istihbarat bir yere kadar amaca hizmet ediyor.
Marifet 300 teröristin sınıra 10 kilometre uzakta toplanmasını önlemektir.
Bu görevi ya Irak Cumhurbaşkanı Talabani ile KGG Başkanı Barzani yerine getirir... Veya sınırın artık fazla bir kıymeti harbiyesi kalmaz kanaatindeyim.
Yazının Devamını Oku 4 Ekim 2008
<b>Antakya</b><br>ARİFE gecesi Halep-Lazkiye arasındaki dağ köyüne sağanak yağış altında vardık. Şoförümüz saatlerdir bozuk yollarda direksiyon sallamaktan bitaptı, çay molası verdi.
Köy kahvesine oturduk. Türk olduğumuz anlaşılınca büyük cam su bardaklarında poşet çay ikram edildi.
İftar keyfini nargile ile çıkartan yaşlı amca, havadis merakıyla şoföre danıştı:
- Yarın Türkiye’de bayram mı, sor bakalım...
Bizden olumlu yanıt alınca, umutlandı... Tam o sırada TV’de haberler başladı, kahvedekiler ekran başına üşüştü.
Ama bekledikleri haber o bültende de yoktu. Şam yönetimi henüz ertesi güne ilişkin kararını vermemişti. Bayramın Suriye’de Türkiye’den bir gün sonra başlayacağı haberi ancak gece yarısına doğru belli oldu.
Bayram umuduyla iftar açanlar tevekkülle yine sahura kalktı.
Ama devlet politikası açısından maksat hasıl oldu; Suudilerle aynı gün bayram edilmedi.
Ertesi gün Yayladağ’dan girişte gözlediğimiz tenhalık bu yüzdendi.
Her iki tarafta da bayram aynı gün başlasaydı... Ortalık bayram yerine dönecekti.
* * *
Türkiye ve Suriye arasındaki insan trafiği sadece bayramla sınırlı değil.
Suriye’de Fransız mektebi mezunu, Osmanlı torunu Devlet Bermede Hanım, Ortodoks Kilisesi Vakfı Başkanı Josef Naseh, Onca Taksi’nin Antakya, Halep ve Lazkiye ofislerinde çalışan Arap ve Türkmen şoförler, rehber Agop Zeytunyan. Türkiye ile Suriye arasında giderek artan ticaret ve kültür turizminin öncülerinden.
Devlet Hanım’ın Halep’teki evinde Esma Esad’la çekilmiş fotoğrafı başköşede duruyor.
Türk asıllı işkadını, ülkenin first leydisine İstanbul ve Pekin ziyaretlerinde eşlik etmiş.
Bugünlerde Gaziantep’ten bir işkadını grubu bekliyor.
Dünyada en iyi korunmuş tarihi eserler arasında gösterilen Halep Kalesi’nin önündeki meydanda kahvede otururken her iki yanımızdaki masalarda Türkçe konuşuluyor.
30 yaşındaki rehberimiz Agop’un dedesi Maraş, babaannesi Antakya göçmeni...
Türk masalarını göstererek, "Artık Antakya’dan gelenleri turistten saymıyoruz. Onlar buraları bizim kadar biliyor, rehberliğe ihtiyaç duyulmuyor" diyor.
Peki ya Suriye’den Türkiye’ye gelenler... Agop’a göre mali imkánları daha sınırlı olanların tercihi Antakya-Mersin hattı. Zenginler ise Antalya veya Bodrum’da tatil geçiriyor.
* * *
İskenderun’a 30 kilometre uzaklıktaki Arsuz’un yolu rivayete göre seneye düzelecek.
Ama off road tarzı ulaşım engelleri bile yerli-yabancı turistleri uzak tutamıyor.
Bir yanda sahil keyfi, diğer yanda Antakya ve Samandağ’ın tarihi zenginliği...
Üstüne bu ülkede bir Ortodoks Hıristiyan’ı Belediye Başkanı seçebilmiş tek nahiyenin sıcakkanlı misafirperverliği.
Türk’ü, Ermeni’si, Sünni’si, Alevi’si, Hıristiyan’ı, camisi ve kilisesi ile adam gibi yaşayan Antakya’dan bakılınca...
Balıkesir Altınova’daki düşmanlığı anlamak, kabullenmek zor geliyor. Çok sakil duruyor!
Yazının Devamını Oku 28 Eylül 2008
<b>ANKARA</b><br>ŞU sıralar en çok muhatap kaldığım soru belli: Kriz Türkiye’yi ne zaman vuracak? Zaten soran da mukadder darbeyi bekliyor, ama tsunami misali dalganın sahile vuracağı anı kolluyor... İşte o an sütre gerisinde parasını emniyete alacak.
Belki dövize geçecek, evini satıp nakde dönecek, borsada káğıdını satacak vb...
İşte o yüzden "Zaten krizdeyiz" ifadesini cevap saymıyor, hatta baştan savma addediyor.
Mecburen ben sormaya başlıyorum, eskiye göre farkı vurguluyorum:
- ABD’deki kurtarma planı Türkiye’de kuru etkiler miydi?
- Yok, hayır.
(Ama USD-Euro paritesi yoluyla artık etkiliyor)
- Finans ekranlarında New York, Frankfurt, Milano, İstanbul aynı anda kırmızıya (eksi) geçer, tek bir haberle yeşile (artı) döner miydi?
- Ne alakası var.
(İMKB’nin Wall Street açılışına denk gelen son saatini izleyin.)
Sorular ve yanıtları uzayabilir, ama herhalde derdimi anlatabildim.
Ezcümle, küresel dünyanın ekonomik krizi de değişik yaşanıyor. Sistemin herhangi bir noktasındaki enfeksiyon, kanser hücresi gibi tüm bünyeyi sarıyor, kimsede hal, mecal bırakmıyor.
"Ne demek küreselleşme, biraz aç" derseniz.
Örneğin, yabancı bankalar tek tek zora düşüyor, normal yurdum insanı mali sistemin yarısına yakınının yabancıların elinde olduğu riskini unutuyor.
Veya ülkemin başbakanı bu krizde nükleer santrala teklif bekliyor...
İkisi de hazin.
Bu krizin parametreleri 2001’den tamamen farklı. Türkiye krizde dibe vursa bile faiz ve kurdaki dalgalanma sınırlı kalabilir. Çünkü bu kez tehdit altında olan servetin ölçüsü veya getirisi değil, servetin bizzat kendisidir. Daha açık deyişle, bu krizde işimizi gücümüzü, dükkánımızı, tezgáhımızı, paramızı kaybedebiliriz.
DİK DURMA MESELESİ
AKP Hükümeti ve Başbakan Recep Tayyip Erdoğan, geçmiş hiçbir hükümete nasip olmayan konfor yaşadı. Yerli ve yerel sermayeye muhtaç kalmadı. Dünya düzeni Türkiye’de ihtiyaç duyulan finansmanı bugüne kadar eksiksiz sağladı. Eskisi gibi "Dört banka bir araya gelsin, Başbakan’a kızdıkları için kuru zıplatsın" riski de, imkánı da yoktu.
Peki yarın ne olacak?
Dış kaynak kesilirse hükümet nasıl dik duracak?
Asıl soru budur.
Sebati, Kandil’de
TÜRK jetlerinin Kandil’i vurduğu haberi Sebati Karakurt’a verilen mahkûmiyete denk geldi.
Hürriyet muhabiri Sebati Karakurt, tam dört yıl önce bir gün kalktı Kandil’e gitti.
İzlenimlerini, fotoğraflarını 10 Ekim günü bastık. Ertesi gün de Sebati’nin evi basıldı. Apar topar şubeye, oradan savcılığa götürüldü, zar zor serbest kalabildi.
Önceki gün de 40 bin YTL (rekor) adli para cezasına çarptırıldı. "Terör örgütünün propagandasını yaptığı" gerekçesiyle bu ceza verildi deniliyor.
Herhalde öyledir, hukukun kestiği parmak acımaz, ama ve lakin o günleri hatırlıyorum da...
En yetkili askeri uzmanlar, paşalar, stratejik mütefekkirler hemfikirdi...
"Kandil’e ulaşılmaz, uçakların yakıtı bile yetmez, bombalansa bile sonuç vermez."
Oysa Sebati bir sabah yaya olarak sınırı geçti, taksiye bindi, Kandil’e gitti, işini yapıp döndü. Uzmanlar apışıp kaldı, Kaf Dağı’nın ardı kadar uzakta tarif ettikleri Kandil’in bu kadar yakın ve açık tehdit olduğunu gösteren gazeteciye sanırım çok kızdılar. Gerçi bugün Kandil’e düşen bombalar Sebati’yi haklı çıkarttı, ama cezayı da yemiş oldu.
Yazının Devamını Oku 27 Eylül 2008
<b>ANKARA</b><br>BAZEN herkesin neye hayret ettiğine şaşırdığınız olur mu? Kemal Kılıçdaroğlu ile Dengir Mir Mehmet Fırat tartışmasının ardından haktan yana gözükmek isteyenler (ki, o kadarına bile gerek duymayan muhafazakár medyayı hiç katmıyorum) "müfettiş meselesi" diye bir balonun peşine takılıp kaldı. Fırat’ın şirketini denetleyen müfettiş seçimlerde iki kez CHP’den aday adayı olmuş.
Aman ne büyük ahlaki sorun!
Peki bu ülkedeki bürokrasinin en tepe noktasındaki isim...
Başbakanlık Müsteşarı Ömer Dinçer hangi partiden aday oldu?
Adaylıkla kalmayıp İstanbul Milletvekili seçildi, AKP değil mi?
Şimdi dönüp Dinçer’in müsteşar olarak verdiği her kararı tartışmaya mı açalım?
Üstelik bir müsteşar yetmediyse... Daha geçen sene;
Milli Eğitim Bakanlığı Müsteşarı Necat Birinci de AKP’den seçildi.
Sağlık Bakanlığı Müsteşarı Necdet Ünüvar da öyle!
Buyurun size hayret mevzuu... Bir müfettişe 3 müsteşar. Kim kimi döver :))
(Müsteşardan altına bakmadım... Adaylığı kabul edilmeyenleri yazmadım, çok hayret etmeyin diye, bilginize.)
Bu kefalet yakışmadı
Dengir Mir Mehmet Fırat’ı AKP’nin aydınlık yüzleri arasında sayarım.
Önceki günkü tartışmadaki üslubu, duruşu ile beni yine haklı çıkarttı.
Ama yine de kendisini izlerken "Keşke bu tartışmaya çıkmasaydı" dedim.
Çünkü tartışmada yanıtsız bıraktığı sorular öncesine göre daha fazlaydı.
Haydi diyelim ki; 2 Ağustos 2007 günü Gümrükler Genel Müdürlüğü’ne yollanan yazıya konulan ismi, o tarihte henüz ortaklığından ayrılmadığı şirketi için hak talebidir.
Hatta işin siyasi nüfuz/tavassut kısmını da bir yana bırakalım.
Ama, "Şirketimin TIR’larımızı kırmızı hatta aramaktan vazgeçin" yazısının üstünden daha altı ay geçmeden, o TIR’lardan birisinde Şubat 2008’de yakalanan 89 kilo eroini ne yapalım?
Hesapsız kefalet Mir’e yakıştı mı?
Devlet-siyaset-din
RAMAZANIN son cumasında mütedeyyin dostumla camileri dolaştım. Arslanhane, Kocatepe ve son olarak kitap fuarı. (Fuar’daki kitap çeşidine ve ucuzluğa hayran kaldım.)
Cumhuriyetin başkentinde devlete mücavir camii cemaatinin huzurlu ibadetini gözledim. Devletin dinden elini ayağını çekmesi, caminin cemaatine teslimi gereğine yine iman ettim.
Sonra aklıma mezun olduğum okul geldi, siyasetin dini tacizinin bedelini hatırladım.
Boğaziçi Üniversitesi’nin 70’li yıllarını gayet iyi bilirim.
Türbanlı kardeşlerimin haklı olarak yakındıkları gibi başörtüsü o okulda hiçbir zaman sorun yaşatmadı, eğitim hakkına engel sayılmadı.
Peki bugüne nasıl gelindi?
Yeni rektör deseniz, Abdullah Gül’ün tayini.
Mevzuat deseniz, geçen yılların aynı. Ama değişen iklim AKP’nin anlamsız inadı ve yasa girişimi yüzünden.
Keşke o günlerde, "Bu yasa geri teper, daha kötü olur" diyenlere (benim gibi) kulak verilseydi.
Siyaset dini düzenlemeye kalkmasaydı.
Yazının Devamını Oku 23 Eylül 2008
<b>ANKARA</b><br>DENİZ Feneri Davası’nda... Türk hükümeti, Adalet Bakanlığı ve polis, yargının işleyişine engel oldu mu? Almanlara göre "hayır olmadı". Peki aynı soruyu bir de farklı yöneltmeyi deneyelim.
Deniz Feneri Davası’nda... Türk hükümeti, Adalet Bakanlığı ve polis yargının işini kolaylaştırdı mı? Almanlara göre yine "hayır yardımcı olunmadı".
Hükümet dosyanın kapağı her açıldığında...
Nedense hep engel çıkartmadığını, siyasi baskı yapmadığını anlatıyor.
Belki de dervişin fikri ile zikri meselesidir.
Ama 2.5 milyon Türk’ün yaşadığı Almanya’da mütedeyyin insanlarımızın yardım paralarını cebe indiren bazı Türklerin yargılanmasına neden müdahil olmadığını, yardım etmediğini izaha yanaşmıyor. Zaten izahı da mümkün değil. Bakın Almanlar, Deniz Feneri için iki kez Ankara’nın kapısını çaldı.
1) Önce 22 Mayıs 2007’de Interpol aracılığıyla dört isim hakkında bilgi istendi.
Ardından dernek paralarının yasadışı yollardan kullanımına dönük yardım talep edildi.
Türk polisi, 11 Haziran 2007 günü kısa bir yanıt yolladı... Deniz Feneri sanıklarının geçmiş sabıkalarının bulunmadığını iletmekle yetindi. Gerisini es geçti.
2) Almanya Büyükelçiliği, Adalet Bakanlığı ile her görüşmesinde iki ülke arasında "adli yardım" zemini aradı. Yani Almanya’daki yardım vurgununu aydınlatmak için bilgi almak istedi, karşılığında hortumun Türkiye’deki ucunun kesilmesini önerdi.
Heyhat bu girişim de sonuçsuz kaldı. Aradan aylar geçti. Türk Adalet Bakanı dün diyor ki; Türk savcıları Deniz Feneri’ni soruşturmak isterse... Başka bir ülkeden adli yardım çerçevesinde yardım gerekirse, bakanlık yerine getirecek.
Muhterem, iyi de bu işbirliği mekanizması neden bir yıl önce devreye sokulmadı?
Almanların önerisi geri çevrildi, vakit kaybedildi, belki de delil karartıldı?
Engel olamayınca "bari bir de yardım etmeyelim" telaşı mıdır bu?
Nesini ciddiye alayım
BAŞBAKAN’ın evlere girmesine yasak koymayarak satış rakamlarına yardımcı olmayı denediği yandaş medya, Deniz Feneri’ni çoktan unuttu, Ergenekon’daki yeni dalgayı yazıyor.
Bense bırakın yazmayı, okurken bile ciddiye alamıyorum. Çünkü;
1) Bakın Alman Savcı’ya... 192 sayfalık iddianame ve dört sanıkla işini bitirdi. Demek ki bir davanın ciddiye alınması için illa ki binlerce sayfa iddianame, tonlarca alakasız evrak ve telefon rehberi gibi zanlı listesi gerekmiyor. Sanıkların doğal ölümünden evvel karar da önemli!
2) Alman savcı öyle dört isim seçti ki, onlar hem gerçek hayatta, hem de evrak üzerinde suç ortağıydılar, zaten kendileri de itiraf etti. Bizim savcı, İlhan Selçuk ile Sisi’nin, Kemal Kerinçsiz ile Nurseli İdiz’in çete arkadaşı olduğunu ileri sürüyor. İnandırması zor oluyor.
3) Deniz Feneri bir çıkar çetesi... Belli ki Türkiye’ye getirdikleri 9 milyon Euro’yu çatır çakır yemişler. Çeteyi de o yüzden kurmuşlar zaten. Ama Ergenekon Savcısı’na göre El Kaide, çete emriyle ABD Konsolosluğu’na saldırmış, hayır işi saydığı için bu işi bedavaya getirmiş. Artık yerseniz. Şimdi Başbakan bekliyor ki... Deniz Feneri’ni bırakalım, Ergenekon’u yazalım.
Bence çok bekler!
Yazının Devamını Oku 21 Eylül 2008
ANKARAGELİN birlikte okuyalım, bakalım neler yapmışlar: "...Adı rüşvet iddiaları ile şaibe altında olan ve 100 bin dolarlık bir ara ödeme ile ilgili teknik takip havuzuna düşen..."
"...Sigara kaçakçıları ile işbirliği yaptığı savıyla hakkında bir soruşturma açılan..."
"...Daha önceden yaptığı usulsüzlükler ile ilgili bazı önemli bilgileri arşivden sildiren..."
"...Bölgedeki (Beyoğlu) asayiş, mala ve kişiye karşı gasp, yaralama, hırsızlık olaylarının artması konularında dikkatleri üzerine çeken..."
Noktasına virgülüne dokunmadan aktardığımız bu satırlarda tarif edilen kişiler, İstanbul Emniyeti’nde iki ay kadar önce göreve gelen üst düzey polisler...
Tarif sahibi de bu işlerin hocası iki isim: Önder Aytaç ve Emre Uslu.
Polis Akademisi’nin iki kıdemli akademisyeni, ortak imzalı gazete köşelerinde, "İstanbul Emniyeti’nde neler oldu?/oluyor?" başlıklı bir makale yayımladı.
Yazıda iki ay önce yapılan atama yanlışından nasıl dönüldüğünün hikáyesi de var: "En sonunda ama Celalettin Cerrah’ın yaptığı hatadan dönmesi yoluyla, Başbakan’dan ve İçişleri Bakanı’ndan gelen net ve sert nokta vuruşlarla geçmişe sünger çekildi. Emniyet kendi göbeğini kendisi keserken hukukun üstünlüğü, netlik, berraklık, şeffaflık ve demokrasiye taraf olup suç örgütlerini bitirme yönünde ağırlığını koydu. Kısacası yanlıştan dönüldü ve İstanbul yeniden güvenli, huzurlu ve bu görevlere layık insanların eline bırakılarak normale dönülme adımı atıldı."
Meğer İstanbul halkı -iki aylığına da olsa- kimlere emanet edilmiş!
Şükür atlatmışız, ama yine de anlamadığım noktalar var:
1) Bu isabetsiz tayinleri yapan Emniyet Müdürü ve üst yönetim neden göreve devam ediyor?
2) Şaibeli personelin başka yerlerde icraatını sürdürmesine neden izin veriliyor?
Ve üçüncü bir soru...
"Ergenekon çetesinde hiç polis yok mu?" sorusu haksız mı?
Çünkü bizzat polis okulu hocalarının da yukarıda örneklerle ortaya koydukları gibi polis himayesi olmadan suç işlemek neredeyse imkánsız kadar zor değil mi?
Ergenekon hamisi asıl çete nerede?
Anneler ve çocuklar
BAŞBAKAN Recep Tayyip Erdoğan ergenlikten itibaren siyasetin içinde... Dolayısıyla gazete boykotunun tutmayacağını benden iyi bilir. Hatta merhum Adnan Menderes’in bizzat hedef aldığı Akis Dergisi’nin bu ülkede, üstelik 60 yıl önce 100 bin sattığını herhalde hatırlar.
Ama belki de gerçek amacı boykot çağrısının ayrıntısında yatıyordur.
Çünkü hatırlayın, Başbakan ne diyor: "O gazeteleri evinize sokmayın..."
Yani işyerinde, kahvede, çarşıda Hürriyet okumak AKP’liye de serbest.
Ama evde yasak! Neden?
Acaba yazdıklarımızı anneler, çocuklar okumasın... Deniz Feneri gibi rezaletleri öğrenip babalarına, oğullarına, eşlerine kızmasın, küsmesin diye olabilir mi?
Yazının Devamını Oku