28 Ekim 2008
<b>ANKARA</b><br>ÖNCEKİ gün bu köşede yayınlanan "İstanbul’a Kemal Derviş markası" başlıklı yazımda CHP’de yeni yönetim modelini sorguladım, sürecin "Genel Sekreter Önder Sav’ın yetkilerini tırpanlama" anlamına geleceğini vurguladım. Son olarak İstanbul Büyükşehir Belediye Başkanlığı için Kemal Derviş’in isminin geçtiğini aktardım. CHP Genel Sekreteri Önder Sav, dün sabah uzun ve gayet nazik bir mektup yolladı.
Köşemin imkánları dahilinde görüşlerine yer veriyorum.
* * *
Neden söz ettiğimize dair kısa bilgi:
CHP, mayıs ayında yaptığı kurultayın ardından yönetim modeli arayışına girdi. Deniz Baykal ve ekibi, genel başkan yardımcılığı sayısını 10’a çıkarmayı, genel sekreterlik kurumu yetkilerini yeniden düzenlemeyi planlıyor. Bu amaçla toplanacak kurultayın tarihi geçen haftaki MYK toplantısında görüş ayrılığı yarattı. Baykal ve ekibi toplantıda aralık ayında kurultay isterken, Önder Sav önce itiraz etti, ardından çekimser oy kullandı.
Şimdi gelelim Önder Sav’ın itirazına...
Önder Sav, mektubunda "Yetkileri tırpanlanacak Önder Sav, tüzük değişikliğini yerel seçim sonrasına bırakmaya çalışıyor" ifademe, "Makam ve yetkilerini koruma kaygısıyla çabalayan bir siyasetçi gibi algılanmama çok üzüldüm" diye karşılık veriyor. Maksadımı aştıysam ben de çok üzülürüm.
Ama Sav’ın mektubunda yer alan diğer ifadelerin benden çok Genel Başkan ve parti tabanına dönük olduğu izlenimini aldım. O yüzden yorumsuz aktarmayı tercih ediyorum.
* * *
"Deniz Baykal ve ekibi partide yeni bir örgüt modeli denemek istiyor" diyorsunuz. Parti yönetiminde Deniz Baykal karşıtı kimse yoktur ki bir ekipleşmeden söz edilebilsin. Kendi ufak bireysel siyasi çıkarı ve mevki hırsı için Sayın Deniz Baykal’ın etrafında dolaşanları kastediyorsanız onların bir ekip olamayacak kadar zafiyet içinde olduklarını da bilmenizi isterim. Benim, Sayın Baykal ile ilişkilerim hep düzeyli ve karşılıklı anlayış ölçüleri içinde olmuştur. Ben, Deniz Baykal ile dostluğu 51 yılı dolduran bir siyasetçiyim. Görüşlerine katılmadığım zamanlar da hep açıkça söylemişimdir. Söylemeye de devam ederim. Bunu Sayın Baykal da bilir, yeri geldiğinde takdirlerini ifade eder."
* * *
"Henüz Deniz Baykal’ın nasıl bir tüzük değişikliği düşündüğü etraflıca belli olmadan 7 Mayıs’ta aşağıdaki değerlendirmeleri yapmıştım:
1. 26-27 Nisan 2008’de yapılan bir kurultaydan sonra ’kurultay’ sözü edilmesinin uygun olmayacağını, ’Madem öyle bir düşüncemiz vardı, 10 gün önceki kurultayda niçin gündeme getirmediniz’ denileceği, ’CHP kurultaylar partisidir’ nitelemesi yapanlara haklılık kazandıracağı,
2. Henüz AKP ile ilgili kapatma davasında kararın belli olmadığı,
4. Mevcut tüzüğün düşünülebilecek çalışmalara ve yapılanmalara engel olmadığı,
5. Dikkatlerin Yerel Yönetim Seçimleri’ne çevrilmesi, ondan önce bir kurultayın yapılmasının sakıncalı olacağı, çalışmaların hızını azaltacağı..."
* * *
"Ayrıca çok önemli bir konuda yetkilerin tırpanlanması söz konusu ise Önder Sav’ın değil tüzükte tanımı yapılan ’Genel Sekreterlik’ kurumunun yetkilerinin tırpanlanmasıdır."
Yazının Devamını Oku 26 Ekim 2008
FARKINDAYIM, başlık biraz kapalı oldu. Ama paylaşmak istediğim siyasi duyumun hikáyesi uzun. CHP Merkez Yürütme Kurulu üç gün önce toplandı, bazı kararlar aldı.
Toplantıdan hemen sonra Ankara’da bir dedikodu aldı yürüdü.
CHP Genel Sekreteri Önder Sav’ın, Murat Karayalçın’ın Ankara Büyükşehir Belediye Başkanlığı için aday gösterilmesine karşı çıktığı ileri sürüldü. Tabii ki bu çarpıcı iddianın üzerine gittik, soruşturduk.
Önder Sav ile Deniz Baykal arasında geçen bir tartışmayı doğrulattık.
Ancak mesele farklıydı, anlaşmazlık kurultay tarihine ilişkindi.
Deniz Baykal ve ekibi, partide yeni bir örgüt modeli denemek istiyor.
Geleneksel güçlü genel sekreterlik kurumundan vazgeçilecek.
Genel başkan yardımcılığı sayısı 10’a çıkartılacak. Her genel başkan yardımcısı, bugün komisyonlar tarafından yürütülen bir alandan sorumlu olacak, parti yönetimine düzenli rapor sunacak, hesap verecek.
Deniz Baykal, bu modeli en kısa zamanda, yerel seçim öncesinde hayata geçirmeye çalışıyor. Buna karşılık yetkileri tırpanlanacak Önder Sav, tüzük değişikliğini seçim sonrasına bırakmaya uğraşıyor.
İşte MYK’da Genel Başkan ile Genel Sekreter’i karşı karşıya getiren oylama bu sebepleydi. Önder Sav, tüzük ve program kurultayının aralık ayında yapılmasına önce karşı çıktı, sonra çekimser oy kullandı. Ama Deniz Baykal ile MYK üyelerinin büyük bölümünün oyuyla kurultayın aralıkta yapılması kararı çıktı.
Böylece gözüken o ki, CHP 2009’a yeni bir yönetim modeliyle girecek.
* * *
Murat Karayalçın’ın adaylığı meselesine gelince...
Duyduğum kadarıyla herhangi bir sorun yok.
Ama asıl sürpriz, CHP’nin İstanbul Büyükşehir adayında yaşanabilir.
Bana gelen ve fakat teyit edemediğim bilgiye göre...
Deniz Baykal, Kemal Derviş’e adaylık teklifinde bulunabilir.
Bu konuda daha fazla bilgi veremediğim için, sadece yorum hakkımı kullanabilirim.
Eğer Baykal teklif eder, Derviş de geri çevirmezse...
CHP’nin İstanbul şansı çok yükselir.
İstanbul’a Derviş markası yakışır!
Yine bir muhalif gitti
GENEL Yayın Yönetmenim Ertuğrul Özkök geçenlerde bizim Meclis’e yeni bir demokrasi kriteri koydu.
"Benim için Ufuk Uras da milli iradedir" diyor. Yani demokrasi açısından 340 üyeli AKP Meclis Grubu ile tek kişilik muhalefet Ufuk Uras arasında fark gözetilmemesi çağrısında bulunuyor. Sayısal uçuruma rağmen ikisine de değer veriyor.
Bence de demokrasi, çoğunluk değil çoğulculuk rejimidir. Kaç kez yazdım, tekrar edeyim.
Kalabalıklar her rejimde hakkını savunur, yönetime etki yolunu bulur.
Demokrasinin kalitesi, azınlık hakları ve muhalefete saygı ile ölçülür.
Ancak yanlış anlamayın, bu bir siyasi yazı değil.
Maksadım lafı, verdiği demeç nedeniyle Futbol Federasyonu’ndan kovulan Serdar Güzelaydın’a getirmek. Yani çoğunluğa/yönetime ters düştüğü için üzeri çizilen muhalif isme karşı görevimi yerine getirmek.
Serdar Güzelaydın, hatırladığım kadarıyla her dönemde, muhalefet kontenjanından yönetime girdi. Ama her defasında muhalefeti nedeniyle yönetimden ya kovuldu veya ayrıldı. Bu yönetim de istisna oluşturmadı.
Sadece kendi sesini duymak isteyenlerin iktidarında şaşırtıcı değil.
Ama giderek artan tehlikeye kişisel, sevimli ve biraz haylaz bir örnek.
O yüzden yazmak, unutulmadan kayda geçirmek istedim.
Yazının Devamını Oku 25 Ekim 2008
<b>ANKARA</b><br>ÖNCE meselenin adını doğru koyalım: Türkiye’nin Kürt sorunu vardır. İkinci olarak ülkenin Güneydoğu sınırı Türkleri petrolden, Kürtleri soydaşlarından yoksun bırakıyor. O yüzden Cumhuriyet tarihi, Türklerin petrol, Kürtlerin birlik özlemine tanıktır.
Bu sorunun Türkiye’deki muhatabı belli: Cumhuriyet hükümeti. Ama Kürt tarafına bakıldığında, dostun/düşmanın eşkali sürekli değişiyor. Türkiye Cumhuriyeti hükümetleri son 20 yılda Barzani/Talabani ikilisi ile dalga boyu yüksek ilişki yaşıyor.
1990’ların başında Türk ordusu peşmerge güçleriyle birlikte PKK ile savaşıyor.
2000’lerin ortasında Kuzey Irak PKK için güvenli bölge ilan ediliyor.
Ama son bir yıldır, ABD’nin de baskısıyla Barzani Türkiye’ye yaklaşıyor.
İşin ilginç yanı, PKK’nın eylem grafiği de bu gelgitlere uygun düşüyor.
Aynı günlere rastlayan iki fotoğrafı gözünüzün önüne getirin lütfen...
1) Türkiye’nin Irak Özel Temsilcisi Murat Özçelik, Bağdat’ta Barzani ile görüşüyor.
2) Diyarbakır’da kepenkler iniyor, yasadışı gösteriler ve şiddet bölgeye yayılıyor.
Sizce arada hiç irtibat yok mu? PKK’nın acemi tuzağı bariz değil mi?
Türkiye tahrik olacak, Kuzey Irak’a girecek, ABD ve Barzani ile köprüleri atacak...
Ve ortada tek muhatap PKK olmasa bile siyasi uzantısı konumundaki partiler kalacak.
PKK’nın psikolojik algı ve yanılgısı "muhatap" kompleksinden kaynaklanıyor.
Türkiye’nin elbet bir gün Kürt meselesi için masaya oturacağını sanıyor/hayal ediyor. Bu nedenle Barzani’nin rol çaldığına inandığında tabir yerindeyse kimyası bozuluyor.
Bu tespiti uzun süredir yazıp çiziyor, TV programlarında dile getiriyorum.
Ama açık söyleyeyim, Zaman’daki haberi okuyunca çok kıskandım.
Türkiye-Barzani ilişkisi ile Apo’nun halleri arasında müthiş korelasyon yakalamışlar. (Zaman Gazetesi, Melik Duvaklı’nın haberi, 23 Ekim 2008)
1) 23 Şubat 2007 tarihinde toplanan MGK’dan "Kuzey Irak’la görüşülebilir" kararı çıkıyor.
1 Mart 2007 tarihinde avukatları, "Abdullah Öcalan zehirlendi" diye açıklama yapıyor.
2) 27 Haziran 2008’de Başbakan’ın Irak’ı ziyaret edeceği açıklanıyor.
4 Temmuz 2008’de Abdullah Öcalan’ın saçlarının zorla kazıtıldığı iddia ediliyor.
3) 10 Ekim günü Cumhurbaşkanı Kuzey Irak’la görüşüleceğini duyuruyor,
14 Ekim günü Murat Özçelik, Mesut Barzani ile Bağdat’ta buluşuyor.
16 Ekim günü avukatlar ve DTP Öcalan’ın fiziki şiddet gördüğünü ileri sürüyor.
Terör mutabakatı
GENELKURMAY’ın önerisi üzerine Orgeneral İlker Başbuğ ve ekibi pazartesi günü Bakanlar Kurulu’na terör brifingi verecek. Başbuğ daha önce MHP ve CHP’yi de ziyaret etti. Başbakan ve terörle mücadele konusunda birinci derecede sorumlu/yetkili hükümet üyeleriyle MGK ve/veya terör zirveleri vesilesiyle neredeyse her hafta görüşüyor. O zaman nereden çıktı bu brifing?
Mutlaka başka teknik izahı vardır. Ama kamuoyunda algılanacak fotoğraf bellidir: Hükümet ve asker arasında terör konusunda mutabakat tamdır.
Yazının Devamını Oku 21 Ekim 2008
DİYARBAKIR’da kepenk kapatma eylemleri 1990 baharında moda oldu. O tarihte Ankara Temsilcisi olan Ertuğrul Özkök beni bölgeye yolladı.
Duayen foto muhabiri Sökmen Baykara ile birlikte birkaç hafta dolaştık.
Cizre’deki kalkışmayı, Mardin’deki çatışmayı izledik.
Kapalı kepenklerin ardındaki insanları konuşturduk.
Anladık ki, her kepengin ardında farklı bir hikáye saklı.
Kimisi yoksulluktan bezgin, diğeri devletten şikáyetçi.
Çoğunluğu örgütten korkuyor, o yüzden siftahsızlığa bile razı.
Demek ki aradan neredeyse 20 yıl geçmiş.
Dün Başbakan’ın gezisi sırasında kepenkler yine inikti.
Bu seferki bahane, Abdullah Öcalan’ın İmralı koşulları.
Hükümetin resmen yalanladığı iddiaya göre... Öcalan’a içeride fiziki şiddet uygulanmış!
Eğer doğruysa Türkiye’nin ayıbıdır. Çünkü bebek katili bile olsa, hapisteki mahkûm devlete emanettir. Cezasını adil biçimde çekmesini sağlamak Cumhuriyet’in vecibesidir.
"Habeas corpus", yani "bedenin senindir" kavramı neredeyse 800 yıllık.
Tek istisnası Abdullah Öcalan olamaz, olmamalı. Türkiye’ye yakışmaz. Ama bu demek değil ki, hayattaki Apo için ölünmeli. Doğubeyazıt’taki gösteriler sırasında hayatını yitiren 20 yaşındaki Ahmet Özkan’ın hayatı Apo’nunkinden daha mı az değerli?
Bir kez daha iman ettim ki, Güneydoğu’da politika sadece PKK ve örgütten korkan partilere bırakılmamalı... Diğer sistem partileri de orada bayrak gösterir ve yörenin taleplerini doğru siyasi zemine, yani Meclis’e taşıyabilirse... Ahmet’ler ölmez, hatta Apo’ya bile yarayabilir.
Ruhuna yakışan dava
GÜNLERDİR gazete manşetlerindeydi...
Hatta "Büyük yüzleşme" diyen bile çıktı.
Hakikaten yüzleştik!
Ergenekon davası ruhuna uygun başladı.
Ek iddianame duruşmaya yetişmedi.
1 Temmuz’dan bu yana tutuklu/tutuksuz 50 zanlının ne ile suçlandığı hálá belli değil.
Tutuklu ve tutuksuz sanıklar, yersizlikten ayrı ayrı ifade verecek. Avukat sayısına sınır gelecek.
Şaşıranlara, bu davayı ciddiye alanlara ben de şaşıp kalıyorum.
Perşembenin gelişi çarşambadan belliydi.
Bakın, 30 yıl önce 16 Mart 1978’de İstanbul Üniversitesi’ne bomba atıldı.
7 öğrenci hayatını yitirdi, 41’i yaralandı.
Dün Ergenekon davasının başladığı saatlerde ajansa haberi düştü.
16 Mart davası, 30 yıl sonra zamanaşımına kurban gitti.
Ölenler öldüğü ile kaldı, dava dahi açılamadı.
O zaman muhalefeti sindirmek için bomba kullanılıyordu.
Bugün sindirmek için daha rafine yol deneniyor, dava açılıyor.
Yöntem farklı ama sonuç değişmez.
16 Mart davası nasıl açılamadıysa... Ergenekon davası da bitmez.
Çünkü galiba bizde davalar bizatihi ceza niyetine geçiyor.
Yazının Devamını Oku 19 Ekim 2008
<b>ANKARA</b><br>AKP Genel Başkan Yardımcısı Dengir Mir Mehmet Fırat’ın DTP yöneticileriyle yediği akşam yemeği gündem yarattı. Ahmet Türk ile birlikte Fırat’la balıkçıda buluşan Sırrı Sakık’a dün sorma fırsatını buldum:
- Son dönemde AKP ve DTP’nin arası pek iyi değil, bu yemek nereden çıktı?
- İlişkiler iyi değilse düzeltmek isteyen olması da doğal değil mi?
- Neden Dengir Mir Mehmet Fırat?
- Dengir Mir Bey bizim iyi dostumuz, Ahmet Bey’le (Türk) üniversiteden bu yana tanışırlar, arada buluşuruz.
- Aynı gün Abdullah Öcalan’la ilgili bir basın toplantısı düzenlediniz, bu konu yemekte de gündeme geldi mi?
- Sohbet sırasında doğaldır ki her şeyi konuştuk...
- Peki ana konu neydi?
- Türkiye’yi germek isteyenler var. Akdeniz ve Ege’de Türk-Kürt gerginliği yaratılmaya çalışılıyor. Herkesin kendi kimliğini aşarak bu tehlikeyi önlemesi lazım.
Sırrı Sakık’ı uzun yıllardır tanırım, sözüne güvenirim.
Ama yine de bu yemekte konuşulanlar kadar...
Hiç bahsi açılmayan konuları da merak ettim.
Mesela, yaklaşan yerel seçimler ve Diyarbakır iddiası.
Veya Güneydoğu’da, Kuzey Irak’taki askeri operasyonlar.
Hiç konuşulmadıysa... Bu bile anlamlı değil mi?
Hesap yeri
AKTÜTÜN tartışmasında Türk Silahlı Kuvvetleri’ne hakaret etmemek... Sivil toplumun hesap sorma hakkına sansür veya tehdit midir? Hiç sanmam... Çünkü mesele askeri bir operasyon ise... Nasıl ki askerin görüşlerini yetkili zeminde, örneğin MGK’da açıklamasını bekliyor ve telkin ediyorsak... Hesap sorulacak zemin de sivil/amatör paşaların sütunları değil, yine MGK olmalıdır!
Türkiye kazandı İran kaybetti
TÜRKİYE bir kez daha BM Güvenlik Konseyi geçici üyeliğine seçildi.
(Daha önce 1951-1952, 1954-1955’te ve son olarak da 1961 yılında aynı koltuğa layık görülmüştük.)
Türk medyası haklı olarak Türkiye’nin seçilmesini manşete taşıdı.
Dünkü yabancı gazetelerse Türkiye ve Avusturya’nın zaferi kadar...
İran’ın hezimetiyle ilgili haberleri büyütmüştü.
İran çok eski bir medeniyet, dış politikası rejiminden bağımsız geleneğe sahip ülke.
Ama Asya üyeliği için Japonya ile girdiği yarışta topu topu 32 oy alabildi.
Düşünün, Japonya 158 oy, Türkiye 151 oy topladı...
Tekrar edeyim, İran bu rakamın beşte biri kadar, 32 oy aldı.
Kendisini dünyadan tecrit eden bir ülkenin küresel referandumu sayılır bu sonuç.
Türkiye’nin başarısını bir de bu pencereden tartışalım istedim
Yazının Devamını Oku 18 Ekim 2008
ANKARABURSA’daki gözaltı haberini okuyunca üstüne atlamadım. "Men dakka dukka" (Çalma kapını, çalarlar kapını) demedim.
Haberin üstüne 24 saat yattım, düşündüm ve yazdım.
* * *
Önce okumayanlar açısından haberi hatırlatalım:
Bursa’da bir evin kapısı terörle mücadele polislerince çalınıyor.
Seyfullah (Seyrullah ?) Vatansever gözaltına alınıyor.
Neden sıradan bir polis-adliye haberi değil?
Çünkü Vatansever, Ergenekon Savcısı’nın akrabası.
Anadolu Ajansı haberine göre teyzesinin oğlu.
Şikáyetçi olan da Ergenekon Savcısı Zekeriya Öz. Vatansever’in Aydınlık Dergisi’nde yayınlanan yazıda kendisine hakaret ettiği gerekçesiyle şikáyeti var.
Vatansever, "Dergide çıkanların yüzde 80’i bana ait değil" diyor. Ama "Kamu görevlisi hakkında asılsız ve doğru olmayan bilgiler vererek rencide etmek" suçuyla adliyeye sevk ediliyor. Rencide zanlısı tutuksuz yargılanmak üzere serbest bırakılıyor.
* * *
Haksız itham karşısında insanın canının ne kadar yandığını iyi bilirim.
Ama kişisel meselemi sonraya bırakıp farklı bir örnek vereyim.
Vakit Gazetesi’nin manşetini kesip saklamıştım.
Mezar başında bir fotoğraf, dua eden birkaç kişi ve büyük harflerle şu başlık: "Vakit olay Savcı Abdurrahman Yalçınkaya’nın köyünde; Abisinin cenazesine bile gitmemiş."
Kapatma davasının tarihi 14 Mart... Savcının manşeti 19 Mart’a yetişiyor.
Bizzat en yakın akrabalarının ağzından savcıya yaylım ateşi açılıyor.
En şahsi tercihi, mezar taşı fotoğrafıyla süslenerek sorgulanıyor.
Ağabeyinin cenazesine gitmeme (?) kararı yıllar sonra önüne konuluyor.
O gün Yargıtay Cumhuriyet Savcısı ne hissetti, bilmiyorum.
Ama en az Ergenekon Savcısı kadar rencide olduğunu tahmin ederim.
* * *
Bakın şu savcı, bu savcı demiyorum. Dava farkı da gözetmiyorum.
Savcılık ve gazetecilik mesleği arasında çok fark bulur, sayarım.
Ama tek bir benzerliğimiz var ki, gündelik yaşamı çok etkiliyor.
Savcı ve gazetelerin iddiaları yanlış ve haksız bile olsa... Kişisel tarihlere not olarak düşülüyor, her yerde karşınıza çıkıyor.
Google’a giriyorsunuz, suçlama sabit, sonucu çoğu kez kayıp. Çünkü aklanma haberlerine ne savcılık, ne de gazeteler pek itibar etmiyor.
* * *
Tam bu noktada sübjektif bir parantez açmak zorundayım. Haysiyeti sadece sizinki zedelenince hatırlanacak bir değer olarak algılamadım hiç...
O yüzden örnek verdiğim her iki savcıyı da çok iyi anladığım iddiasındayım. Ve keşke her savcı da iddianame yazarken zanlıyla empati kurabilse diyorum.
Örneğin, Tuncay Güney gibi sahtecilikten sabıkalı bir isim önüne gelene çamur atarken... Maddi hatalarla dolu bir şema keşke iddianame ekine konulmasaydı daha iyi olmaz mıydı?
Hukuki yola başvurduğum için fazla uzatmadan sübjektif parantezi kapatıyorum.
Ergenekon Savcısı’na samimi geçmiş olsun dileklerimi iletiyorum.
Mağdurların safına hoş geldi, sefa getirdi.
Yazının Devamını Oku 14 Ekim 2008
<b>ANKARA</b><br>BAŞBAKAN’ın Sivas’taki kriz çıkışının tek adresi hakikaten TÜSİAD mı? Açıkçası pek sanmıyorum, gelin satır aralarını yeniden okuyalım: "İster sivil toplum olsun, ister kamu olsun, dünyadaki yangına ülkemden körük tutanlar var..."
Cümlenin ilk bölümünde kasıt belli.
"Sivil toplum" ile eşkáli verilen TÜSİAD.
Ama ya kamu kesimindeki "körükçü" kim?
Sakın Merkez Bankası olmasın?
Çünkü hatırlayın, Türkiye geçen hafta Merkez Bankası Başkanı Durmuş Yılmaz’ın Başbakan’a ters düşen yorumunu tartıştı: "Krizde bize bir şey olmaz demeyin."
(Gerçi, Başbakan Yardımcısı Nazım Ekren de, gerçekçi bir yorumla, "Mükemmel fırtına" ifadesini kullandı, ancak kendisini kamu saflarında saymak doğru olmaz kanaatindeyim.)
* * *
Peki Merkez Bankası Başkanı siyasi ateş altındaysa...
Ekonomi kurmaylarının kalanı ne durumda?
Dünkü Sabah’taki Okan Müderrisoğlu’nun köşesinden yorumsuz aktaralım:
"Hazine Müsteşarı İbrahim Çanakcı her an görevi bırakıp Londra’ya gidebilir. Çanakcı, IMF başta olmak üzere uluslararası kuruluşların itibar ettiği bir isim. Ama yeni bakanla (Mehmet Şimşek) doku uyuşmazlığı giderilemedi. Planlama Müsteşarı Ahmet Tıktık da emekli olabilir. Merkez Bankası, BDDK, TMSF, SPK arasındaki ilişkilerin ’mükemmel olduğundan’ söz edilemez."
Türkçe mealiyle, Başbakan Merkez’e kızıyor... Hazine ve DPT Müsteşarları ayrılığın eşiğinde... Ekonomi yönetiminde koordinasyon aksıyor. Ve Başbakan ne diyor?
"Hamdolsun ayağımız yere sağlam basıyor..."
* * *
Başbakan’ın kriz günlüğüne önemli bir tarih daha düştü: 14 Mart, kapatma davası.
Yani işler beklediği gibi gitmez ve ekonomide üretim geriler, işsizlik artarsa...
Muhtemelen diyecek ki, "Sorumlusu biz değiliz, bizi kapatmak isteyenler suçlu."
İlk bakışta haklı bir şikáyet gibi gözükse de...
Hatırlayalım, hükümet 14 Mart öncesinde hangi işlerle meşguldü.
Mesela türban kavgasının ekonomiye çok hayrı dokundu da...
Başbakan icraatının yarıda kesilmesinden mi yakınıyor?
Maazallah hükümet davadan korkup yolundan dönmeseydi...
Kriz çıkartmak için küresel dalgaya ihtiyaç kalmayabilirdi!
* * *
İzin verirseniz bu yazıyı iki tahminle kapatayım:
1) AKP’nin kriz algısındaki eksiklik giderek 1 Mart tezkere sürecini anımsatıyor. Yani deniliyor ki, "Kriz ABD ve Avrupa’nın sorunu, bize ne?" Oysa malumunuz zor yoldan anladık ki, ABD’nin meselesi, dünyanın ve tabii ki bizim sorunumuz haline gelebiliyor.
2) Çok muhtemel ki, Türkiye’nin kredi muslukları yakında kapanmasa da kısılacak. Ucuz dış finansman açısından IMF yeniden en çekici alternatif haline gelecek. Ama gözüken o ki, hükümet IMF’nin kapısını çalmak için yerel seçimi atlatmayı deneyecek. Tıpkı 1994 krizinden önce reformlar ve IMF anlaşması için ayak sürüyen Tansu Çiller hükümeti gibi... Dileriz sonları benzemez.
Yazının Devamını Oku 12 Ekim 2008
ANKARAİLK kez değil... 1973 ve 78 petrol şoklarından sonra da... Durgunluk ve enflasyonun eşanlı yaşandığı yılları hatırlayın. 1980 yılında enflasyon yüzde 100’ün üstündeydi. Ama aynı yıl ekonomi yüzde 2.8 oranında küçüldü. Bu ekonomik tablo darbenin habercisiydi!
(Dipnot: Tespit bana değil merhum Turgut Özal’a aittir!)
* * *
Gelişmekte olan ülkeler, sermaye fakiridir. Büyüme dış kaynak akışına bağımlıdır.
O yüzden, gelişmiş ekonomilerdeki durgunluk bizi de etkiler, çünkü;
1) Bu ülkelere ihracatı, 2) Oradan buraya para akışını yavaşlatır.
Petrol başta olmak üzere emtia fiyatlarındaki seyir iki yönlü çalışır:
1) Bu yılın ilk yarısına kadarki artış küresel enflasyonu tetikledi, 2) Sonraki düşüş bazı gelişmekte olan ülkelerin gelirinde kara delik açtı.
Son olarak enflasyonla mücadele için yüksek tutulan faizler;
1) Durgunluğu derinleştirir, 2) Ama dış kaynak cazibesini de artırır.
* * *
Kafanızı bilerek karıştırıyor değilim, dönemin yaman çelişkisi böyle.
Hem durgunluk, hem de enflasyon. İktisat literatüründeki adı stagflasyon.
2000 yılında bizde de oynayan filmi (Perfect Storm) izleyeniniz vardır...
İki güçlü hava akımının çarpışmasına mükemmel fırtına adı verilir.
Mükemmel fırtınada kaptanlık zordur.
Ekonomik durgunluğa düşmemek için muslukları açarsanız enflasyon azar.
Fiyat artışıyla mücadelede ayar kaçarsa ekonominin çarkları tamamen durur.
AKP iktidarı bugüne kadar Derviş mirası ve IMF reçetesiyle iyi idare etti.
Ama artık ezber bozuldu, bakalım ne yapacaklar?
* * *
Küresel kriz 2007 sonbaharında patladı.
Bizim daha önemli işlerimiz vardı, fark edemedik.
Kriz yönetiminde iki farklı ekol göze çarpıyor:
1) Krizin önünde koşan ABD, 2) Ayak sürüyen AB.
ABD faizleri hızla aşağı çekti, AB uyuşuk davrandı.
ABD sorunu ve çözümünü zamana yaydı.
Kriz hazırlıksız AB’ye tsunami gibi çarptı.
* * *
Biz de uzun zaman meseleye Avrupalı takıldık.
Neyse ki son bir-iki aydır biraz ayıldık.
Yurtdışındaki raporlara göre Türkiye en riskli 28 ülke arasında.
Evet, bankacılık sistemi şimdilik sağlam gözüküyor.
Ama dev cari açığımız başlangıçta kurduğumuz denklemi teyit ediyor.
Türkiye büyümesini finanse etmek için dünyaya yüksek faiz ödemek zorunda.
Hem de ne kadar yüksek derseniz... ABD yüzde 1.5, AB yüzde 3.75, İngiltere yüzde 4.5... Türkiye yüzde 16.75. Herkes faiz indirirken, Türkiye’nin yerinde sayması bu yüzden.
Bir de hükümetin, daha doğrusu Kemal Abi’nin cin fikirleri var.
Yurtdışındaki Türk parasının tavlanması için vergiyi sıfırlamak gibi...
(Önce bu paranın neden kaçtığını düşünen tabii ki yok!)
* * *
Fantezi dünyasından ayılıp gerçeklerle yüzleştiğimizde göreceğiz ki...
Kriz Türkiye’ye mali sistemden çok, reel ekonomiden girecek. Durgunluk, iflaslar ve işsizlikle mücadele edeceğiz. Kaynak bulamayınca çaresiz IMF’nin kapısını çalacağız. Ama IMF’nin harcama disiplini şartından korkan hükümet, muhtemelen yerel seçimlerin geçmesini beklemeyi deneyecek.
Yazının Devamını Oku