7 Mart 2009
<b>ANKARA</b><br>SİLOPİ’den peş peşe giren kamyonlara bakıp Türkiye ile Irak arasında ciddi petrol ticareti var sanmayın. Tanker depolarındaki ucuz mazot, Irak’ın milyar varillik yeraltı zenginliği ile kıyaslandığında denizdeki damla gibidir. Irak’ın petrolünün nasıl satılacağı, gelirin nasıl paylaşılacağı sorusu, ABD’yi Saddam’ı devirmekten fazla zorluyor. Kürtler, kuzeydeki petrolü satıp gelirini kullanmak istiyor. Bağdat, kuzeyin petrol anlaşmalarını tanımıyor.
Bu yüzden Türkiye ile Irak’ın resmi ticareti bir türlü artmıyor, artamıyor.
Halbuki MGK’nın tavsiyesi açık: Irak’la ticari ilişkilerin gelişmesi gerekiyor.
Türkiye’nin ABD’nin boşalttığı Irak’a derin nüfuzu açısından ticari bağlar hayati önem taşıyor.
Gözüken o ki, Ankara Irak’ın toprak bütünlüğüne zarar vermemek koşuluyla...
Merkezi hükümetle yürüttüğü petrol ticaretine Kürt parantezi açmak istiyor.
Bazıları, petrolün de diğer kalemler gibi sıradan ticaretinde sakınca görmüyor.
Kürtlerin Bağdat’tan bağımsız olarak Türkiye’ye petrol satması mümkün olabilir mi?
İşte bu sorunun yanıtı, Ankara, Erbil, Bağdat ve Washington’da aranıyor.
Tabii ki asıl kritik mesele, Kerkük’ün statüsü... Çünkü Kürt petrolü deyince akıllara Zaho’daki Barzani kuyuları değil Kerkük geliyor. Dolayısıyla Kürt petrolüne geçit, Kerkük anlaşmasıyla sağlanır gibi gözüküyor.
Müjde (!) Telekulak’ın bir numarası yakalandı
DÜNKÜ gazeteler yine dinleme yoluyla yargısız infaz örnekleriyle doluydu. Anlaşılan Başbakan, yasal teknik takiple sağlanan verilerin yasadışı kullanımının ne kadar büyük suç olduğunu sonunda kavradı... Ki dinlemelerin yasadışı yöntemlerle yapıldığı mazeretine sığınmaya karar verdi. Haydi diyelim ki, yasadışı dinleme çetelerini yakalamakta acizler... Peki yasal dinleme kayıtları işportaya düştüğünde yapacakları hiçbir iş, alacakları önlem yok mu?
Yasal takibi savcılık istiyor, hákim karar veriyor.
Dijital ortamda bu dinlemeye hangi polisin ulaşacağı belli.
İsmini, sicil numarasını sadece Emniyet değil savcı ve hákim de biliyor.
O yüzden takipteki şahısla ilgili kayıtlar ortaya çıktığında...
Savcının o polisi çağırıp hesap sorması gerekmiyor mu?
Veya polis, kayıtları savcıya verdiyse... Bu kez Adalet Bakanı’nın harekete geçmesi zorunlu değil mi?
Yüzlerce yargısız infaz ortada iken, hiçbir suçlunun yakalanıp ceza görmemesi sadece rastlantı mı?
Yoksa bilinçli politika eseri mi? Teknik takip, soruşturmanın değil infazın bir parçası olmasın.
Aslında meselenin şaka götürür hali yok... Ama yine de tüm bu süreçte arkadaşı Deniz Seki’ye yardım etmeye çalışan Demet Akalın’ın telekulak iddiasıyla ifadesinin alındığını okuyunca kızmadım bile, sadece güldüm.
Demek ki Telekulak’ın bir numarasını siyaset değil magazin sayfalarında aramalıymışız.
Yazının Devamını Oku 3 Mart 2009
<b>ANKARA</b><br>CHP Lideri Deniz Baykal ile bugünkü Meclis grup toplantısı için hazırlanırken konuştum. Başbakan’la aralarında geçen "sen işine bak" resti ve "maganda üslubu" karşılığı nedeniyle hukuk yoluna gittiğini hatırlattım. Baykal güldü ve "Daha önce de gitti, ’yalan söylüyorsun’ dediğimde. Mahkeme benim haklı olduğumu tespit etti. Hep dava açarak benim söylediklerimin hukukiliğini tescil ettirdi. Umarım bu defa da böyle olur" dedi.
Ben de, espriye "Yani bu kez de maganda üslubunu hukuken tescil ettireceğim mi diyorsunuz?" sorusuyla katıldım.
CHP lideri sorumu maganda üslubuyla kastını açarak yanıtladı:
"Düşünsenize ’Ananı da al git’ diyen, ona buna en ağır hakaretleri yapan bir üslup bu. Nihayet bize geldi. ’Sen işine bak’ dedi. Benim işim bu. Böyle bir şey nasıl söylenir? 40 fırın ekmek yemen lazım falan. Bu lafın cevabı budur. Maganda üslubudur bu. İnsanlara nasıl hitap edeceğini bilmeyen, hakaret eden, saygısızlık yapan, ilişkilerini doğru dürüst kuramayan insanlara böyle derler. Kadınlara yönelik olarak hata yapan, muhataplarına yönelik hata yapan insanlara genellikle bu laf kullanılır."
İyi yanı da var
Siyasette gergin üslubu onaylamak ve alkış tutmak mümkün değil.
Ama CHP liderine göre, son gerginliğin hayırlı bir sonucu da yok değil:
"Ve iyi yanı da şu oldu. ’Terbiyem müsait değil, Başbakan olduğum sürece yanıt vermeyeceğim’ diyorsa Başbakan olmanın ona yüklediği sorumlulukların farkında olsun. Yani bir Başbakan üslubu içine girmesi gerektiğini öğrensin. Ona buna hakaret etmesin. Bunu buralardan çıkarmasına yardımcı olursa bu tartışma olumlu bir sonuç vermiş sayılır. Frene bastığını görüyorum Başbakan’ın. Doğru olmuştur. Ayağının suya ermiş olduğunu umut ediyorum. Çünkü herkesten saygı talep edebilmesi için herkese karşı saygı göstermesi zorunludur. Sadece bize değil, herkese, vatandaşa da, işsiz insana da, kendisine talep söyleyen insana da, gazeteciye de nazik ve saygılı üslupla konuşur."
AKP tezgáhın içinde
Deniz Baykal’a İstanbul Bağcılar’da seçim otobüsüne binen çarşaflı kadın hadisesini sordum.
"Sizin çarşaf ve türban açılımınız, provokasyonlarla bozulmak mı isteniyor" dedim, yanıtladı:
"Evet, evet. O bir rahatsızlığı, bir tedirginliği yansıtıyor. Onun arkasında büyük bir ihtimalle AKP bağlantılı birileri var. Bu dünkü tezgáhın içinde. İkna etmişler anlaşılan, birisini ayarlamışlar anlaşılan, başkanın hemşerisiymiş galiba. Yani o tedirginliği ve rahatsızlığı yansıtıyor. Meydanlarımız doluyor. Üstelik biz AKP gibi ne harcırah veriyoruz, ne kumanya dağıtıyoruz. Getirmeye çalışıyoruz, otobüs yolluyoruz. İsteyenler geliyorlar köyden ya da ilçeden."
Özerk kurumun taşra örgütü
ÖNCEKİ gün bu köşede Gelir İdaresi Başkanı Mehmet Akif Ulusoy’un özerklikten yana olmayan görüşlerini tartıştım. Karşı görüşe kendisine ulaşamadığım için yer verememiştim. Yakın çevresinden anladığım kadarıyla Ulusoy’un özerk gelir idaresiyle ilgili endişesi geniş taşra örgütüyle ilgili... Ulusoy’un yakın çevresi, "Özerk kuruluşların hiçbirisinin taşra örgütü bizim kadar geniş değil. Bizim taşra personelimiz 43 bin kişi, merkezde sadece 1500 çalışan var" görüşünü savunuyor.
Yazının Devamını Oku 1 Mart 2009
ANKARAPOLİSTE intihar tartışmasına katılmak için özellikle biraz bekledim. Özel Harekát Daire Başkanı Behçet Oktay’ın anısına saygısızlık etmek istemedim. Ama ne yalan söyleyeyim, asıl dikkati çekmek istediğim husus, başkanın intiharıdır.
Çünkü Oktay’ın canına kıyması, yaklaşık 20 yıldır izlediğim trende ters düşen tek vakadır.
2000’lerin başında yine bu köşede polis intiharlarına dönük istatistikleri derlemeye çalıştım.
1985-1997 yılları arasında intihar eden polis sayısı 184’tü, yani neredeyse şehitlerin yarısı kadar.
İntiharların dökümüne bakıldığında... Polis memurları 112 intiharla başı çekiyordu.
Polis memur adayları 45 intiharla ikinci sıradaydı. Müntehir komiser yardımcısı sayısı sadece 6’ydı.
Sanmam ki bugün de bu dağılım değişmiş olsun. Poliste rütbe arttıkça intihar sayısı azalıyor.
İşte bu açıdan Behçet Oktay’ın intiharı, az sayıdaki istisnadan biridir.
Polis intiharlarının üzerine nedense pek gidilmez, derin araştırma yapılmaz.
"Ailevi sorunlar" veya "geçim sıkıntısı" gibi genel terimlerle geçiştirilir.
Umarım Behçet Oktay’ın intiharı, ciddi araştırmaları tetikler.
Polisin silahının kendisine dönmesi önlenir.
Özerkliğe karşı başkan
SADECE IMF değil... Hükümetin vergi terörünü bire bir yaşayan iş dünyası da aynı görüşte.
Deniliyor ki, "Gelir İdaresi siyasi otoriteden bağımsız hale gelmeli, işini özerk yapmalı."
Bu hükmü doğrulayan örnek çok... Krize dayanan bankalar ve özerk BDDK en çarpıcısı.
Özerk gelir idaresine tanıdık tek muhalif Başbakan... "Asla olmaz" diyor.
Bir de Gelir İdaresi Başkanı da özerkliğe karşı çıktı. Mehmet Akif Ulusoy, Kanal 24’ün yayınına katıldı, ertesi gün Star Gazetesi’ne haber oldu. Özerklik konusundaki soruya bakın ne yanıt verdi: "Siyasi otoriteden bağımsız düşünmek mümkün değil. Gelir İdaresi’nin özerkliğini doğru bulmuyorum." (Star Gazetesi, 28 Şubat 2009)
Bir yanda medyayı susturmak üzere kesilen milyarlık ceza...
Diğer yanda bu cezayı kesenlerin siyasi otoriteye sarsılmaz sadakati.
Neden-nasıl ve sonuç arasındaki ilişki artık minare gibi çuvala sığmaz oldu.
Amasya
RAHMETLİ İsmet İnönü’nün her seçim gecesi önce Amasya sonuçlarını istediği söylenir. Gerçekten de Amasya seçmeni -tıpkı 2007’de olduğu gibi- Türkiye genelini yansıtır. Ama bu kez Amasya seçimi AKP, CHP ve MHP arasında başa baş geçiyor. Amasyalı dostlar/okurlar dün bu köşede yayımlanan AKP kaynaklı ve bu partinin yüzde 47 oy alacağı yönündeki anketlere itiraz ediyor. Bakalım anketler mi Amasya’yı... Yoksa Amasya mı anketleri haklı çıkartacak?
Yazının Devamını Oku 28 Şubat 2009
ANKARAMGK bildirisinde Irak’la ekonomik bağların güçlendirilmesi tavsiyesi yer aldı. Kuzey Irak’la ticari ilişkilerin mevcut düzeyi ve potansiyelini Diyarbakır Ticaret ve Sanayi Odası Başkanı Galip Ensarioğlu ile konuştum:
MGK’dan Irak’la ekonomik ilişkileri geliştirme tavsiyesi çıktı, şu anda durum ne?
Halen Kuzey Irak’la ticaret hacmimiz 6 milyar dolar. Bu rakama 160 milyon dolardan geldik. Potansiyel ise 15 milyar dolar. 50 bin Türk vatandaşı orada iş buluyor, bin 200 Türk şirketi Kuzey Irak’la çalışıyor.
Kuzey Irak’ta bu kadar potansiyel var mı?
Türk müteahhitlerinin o pazardaki payı yüzde 90, yine satılan malların yüzde 70’i Türkiye’den geliyor.
Peki iş hacmi nasıl yükselebilir?
Örneğin daha iki ay öncesine kadar her Türk kamyonu ancak ayda bir Kuzey Irak’a girebiliyordu. Bugün haftada bir girme imkanı sağlandı, aslında iki günde bire düşürülmeli. Bu sayede pazar İran ve Suriye’ye kaptırılmaz.
Siyasi ilişkiler, daha doğrusu arada yaşanan gerginlikler ticareti etkiliyor mu?
Aslında Irak Türkiye’nin Ortadoğu’ya geçiş kapısı, Kuzey Irak’ın da Türkiye’den başka alternatifi yok. Ticaret gelişirse diğer konuların çözümüne de yardımcı olur.
Neler yapılmalı?
Mesela 11 ülkenin Erbil’de konsolosluğu var, Türkiye’nin yok. Diyarbakır’dan Erbil’e doğrudan uçuş konulmuyor. Buradan kalkıp İstanbul’a gidiyoruz, oradan Erbil’e uçuyoruz.
MGK bildirisinde enerjiye de atıf var, ne diyorsunuz?
Kuzey Irak’ın ciddi elektrik ihtiyacı var, bildiğim kadarıyla bir Türk şirketi Silopi’den Kuzey Irak’a elektrik satıyor.
Daha radikale devir teslim
BELLİ ki Başbakan’ın gözü ekonomiyi görmüyor. Ekonomik daralma ve işsizlik umurunda değil. Tek derdi yerel seçimde oyunu biraz daha artırmak veya en azından korumak. Bu sayede Anayasa Mahkemesi’nin koyduğu siyasi sınırları çiğnemek... Türbanı, katsayıyı, Kuran kurslarını rahatça konuşacak, istismar edecek günlere/konuma dönebilmek.
Yine anlaşılıyor ki, bürokratları ve bakanları Başbakan’ı yanıltmaya devam ediyor.
Çünkü Başbakan sanıyor ki;
1) Türk şirketlerinin döviz borçları aslında bu şirketlerin yurtdışında tuttukları servetlerden oluşuyor. Başka deyişle Türk işadamları zulalarını yurda getirse krizi atlatmak için başka kaynağa ihtiyaç kalmayacak.
2) Ekonomik önlem almak açısından aceleye gerek yok. Nasıl olsa seçimden sonra yeterince zaman var. Dolayısıyla IMF anlaşması da dahil olmak üzere ekonomik planlar seçim sonrasını bekleyebilir.
Başbakan tabii ki yanılıyor, işsizlik seçim takviminden bağımsız her geçen gün çığ gibi büyüyor.
Dolayısıyla ekonomik kriz ufuka belirdiği günlerde ortaya atılan...
Muhalefetin benimsediği, AKP’nin kınadığı söylemi değiştirme zamanı geldi.
"AKP bir ekonomik krizle geldi, diğeriyle iktidarı kaybedecek" hükmünün kıymeti kalmadı.
Çünkü sosyal dengeler öylesine bozuluyor ki...
AKP seçimi yitirse bile kazanan merkez siyaset olmayacak.
AKP’nin alternatifi çok daha radikal saflardan gelecek. O yüzden bu seçimde en büyük sorumluluk AKP’li seçmene düşüyor. Eğer partilerini seviyorlarsa, daha radikal bir iktidar istemiyorlarsa... Uyarı zamanıdır!
Yerel seçim
AKP Genel Merkezi’ne ulaşan araştırmalar partinin Türkiye genelindeki oyunun yüzde 47 düzeyini koruduğunu gösteriyor. Aynı anketlere göre CHP’nin oyu yüzde 22, MHP’nin oyu yüzde 15. Seçimde AKP için en kritik dört il, Adana, Gaziantep, Şanlıurfa ve Ankara olarak sıralanıyor.
Yazının Devamını Oku 24 Şubat 2009
<b>ANKARA</b><br>ERGENEKON davasında tutuklu emekli Albay Atilla Uğur’dan mektup geldi. <br><br>Bu köşede geçen hafta sonu çıkan (14-15 Şubat) ve BDDK Başkanı Engin Akçakoca’nın makamında Pamukbank ile Yapı Kredi operasyonları için tehdit edildiğini anlatan iki yazıya itirazı var. İmralı’da Apo’yu sorgulayan komutan olarak bilinen Uğur, Jandarma İstihbarat’ta Teknik Daire Başkanlığı’nı da yürüttü. Jandarma’nın teknik takip (dinleme) imkánına o dönemde kavuştuğunu mektubundan anlıyoruz:
"...kendi teknik merkezimizi kuruyorduk. (Emniyet Genel Müdürlüğü ve MİT Müsteşarlığı’nda olduğu gibi) Ve bu sistemin tamamen milli olması için komutan onayı ile TÜBİTAK ile birlikte çalışıyorduk. Kurulum aşamasında hem Telsim, hem Turkcell ve hem de Aycell ile resmi iletişim halindeydik (...) Herhangi bir medya kuruluşunun işini takip etmek, çete gibi hareket etmek, Jandarma Genel Komutanlığı gibi devletin temel kurumlarından birisinin işi olamaz."
" (...)Enis Bey, şunu çok net olarak biliyorum ki, 2003 yılına kadar teknik istihbarat imkánından mahrum olan TSK’nın (Jandarma Genel Komutanlığı) bu kabiliyete kavuşması maalesef emniyet teşkilatımız içinde yuvalanmış Fethullah Gülen yapılanmasının rahatsız olmasına ve aleyhimize harekete geçmesine sebep olmuştur."
" (...)Enis Bey; ben bütün bunları mahkemede gizli celsede belge ve delilleriyle anlatacağım. Bir istihbarat kurumunun işleyiş tarzı ve yaptığı çalışmalar iç ve dış dünyanın önünde anlatılamaz. Bu gizlilik içeren bilgileri sadece sizi bilgilendirmek için yazıyorum, bu gizli bilgileri yayınlamayacağınızı umuyorum." (Mektubun tamamını yayınlamadım - E.B.)
" (...)Ben hayatımda BDDK’nın kapısından içeri girmemiş, yerini dahi bilmeyen bir insanım. Engin Akçakoca’yı tanımam. Birileri ile birlikte Engin Akçakoca’nın yanına gittiğim, tehdit ettiğim kesinlikle yalandır. Benim bankada param, gizli kasada sakladığım sırlar yoktur. Emekli aylığım ve çocuklarıma bırakacağım hepsi de terörle mücadelede kazanılmış 60’ın üzerinde ödülüm var."
Atilla Uğur’un cevap hakkına saygım var. Ama mektubunda katıldığım cümle, altını çizerek aktarıyorum şudur:
"Hakkımda henüz bir iddianame bulunmadığını, 8 aydır tutuklu olduğumu biliyor musunuz?"
Ergenekon’da ek iddianame geciktiği sürece... Gazeteci ve/veya polislerin hákim ve savcı rolüne zorlanmaları, neticede Atilla Uğur’un mektubunda yer alan itirazlara muhatap kalmaları kaçınılmazdır.
Bozacı ile şıracı
BAŞBAKAN, Doğan Grubu’na kesilen cezanın sadece teknik/sıradan mesele olduğunu izah etmek isterken SPK’yı şahit gösterdi ve dedi ki, "Mesela SPK’nın da aynı grupla ilgili incelemesi var. Bağımsız kurum bu. Onu da mı ben yönlendiriyorum?"
Tebrik etmek lazım, hakikaten örnek ancak bu kadar iyi seçilebilir.
Gelin bu örnekten devam edelim. Doğan Grubu’na çiğ tavuk muamelesi yapılmasının gerisinde siyasi nüfuz veya yönlendirme var mı, yakın tarihi hatırlayarak birlikte tartışalım.
Hürriyet Gazetesi geçen yıl eylül ayının ilk haftasında Deniz Feneri haberlerini manşete taşıdı.
Başbakan bir sabah aniden patladı, öfkeyle gazetenin sahibine bu haberlerin sebebini sordu.
Ardından bir hafta süre tanıdı, "Sen açıklamazsan ben açıklarım" diye tehdit savurdu. Ama Başbakan’dan acul davranan çıktı.
O tarihte partinin ikinci adamı olup, Kemal Bey’in kılıcına değdikten sonra ortalıkta siyasi zombi gibi dolaşan Dengir Mir Mehmet Fırat kürsüye fırladı.
Doğan Grubu’nu gazetelerini bastığı káğıtla ilgili kaçakçılıkla suçladı, SPK’yı göreve çağırdı.
Dengir Bey bu açıklamayı 10 Eylül günü yaptı.
SPK, 17 Ekim’de savcılığa suç duyurusunda bulundu.
İşte Başbakan bu SPK’yı ve başvuruyu örnek gösteriyor.
Memlekette hukuk, vatandaşta hafıza, siyasetçide utanç hissi olsa...
Bunları da yazmanın bir anlamı olur. Ama olmadığına göre...
Bence Başbakan bir yerde haklı. Ha Maliye, ha SPK.
Bozacının şahidi şıracı meselesi.
Yazının Devamını Oku 22 Şubat 2009
<b>DİYARBAKIR</b><br>BAŞBAKAN’ın yerel üç hedefi belli: İzmir, Ankara Çankaya ve Diyarbakır. Diğer ikisini bilemem ama Diyarbakır’da işi imkánsıza yakın zor.
İstasyon Meydanı coşkulu ama 22 Temmuz öncesi mitinge göre çok daha tenha.
Tayyip Erdoğan’ın genel seçim öncesinde sınır ötesi operasyona izin vermeyerek sağladığı kredi tükenmediyse bile çok azalmışa benziyor. Öyle ki DTP ve PKK, bu kez Başbakan’ın mitingi için geçmişe benzer protesto yöntemlerine başvurmadı.
Diyarbakır’da dün kepenkler açıktı, mitinge katılmak isteyene -bir iki taşlama olayı dışında- açık tehdit yoktu.
Hatta eğer güvenlik açısından kapatılmış cadde ve sokaklara yolu düşmemişse, kahvedeki işsiz, Başbakan’ın yağmur altında geçen ziyaretinden habersiz kalabilirdi. Ve işsizlerin bu ildeki en kalabalık seçmen grubu olduğunu unutmamak lazım.
Belki de Başbakan o yüzden dün Kürt meselesine hiç değinmedi, yatırım rakamlarından söz etti.
Yerel siyasete gelince... Ulucami’yi çevreleyen asırlık hanların önünde kürsüye tünemiş çayını yudumlayan esnaf, DTP’li belediyeden memnun. Osman Baydemir, su ve elektrik sorununu büyük ölçüde çözmüş, yollar asfalt, çöpler toplanmış.
AKP, Büyükşehir Belediyesi’nden umutlu değil, dört ilçeden üçünde de öyle...
Sadece AKP’li iki beldenin bağlandığı Suriçi’nde iddiasını koruyor.
Dolayısıyla eğer 29 Mart’a kadar geçecek bir ayda siyasi trend tamamen tersine dönmezse...
AKP düzen siyaseti ve rejim adına kapısına dayandığı Diyarbakır kalesini yine zaptedemeyecek.
Dahası oyunu üçe katladığı 22 Temmuz’un rövanşını 29 Mart’ta kaybedecek.
Şemsiyesi ile yalnız
AKP’nin Diyarbakır Büyükşehir Belediye Başkan adayı Kudbettin Arzu’yu iyi tanır, çok sever ve sayarım. Ankara-Diyarbakır yolunda uçaktaki AKP heyeti ile uzun uzun Arzu’nun adaylığından söz ettik.
Kudbettin Bey’in sorunu belli: AKP’nin Diyarbakır’ı kazanması için siyasi süpermen lazım.
Ve Kudbettin Arzu’nın ismi süpermen beklentisi/silueti altında ezildi, kırıldı, tükendi.
Öyle ki, dün Diyarbakır uçağının kapısında Ankara heyetini bekleyen Arzu, elinde şemsiyesi ile yalnız kaldı. Herkes önünden geçti, gitti, o arkalarından baktı. AKP heyeti, adayını alanda unutup Başbakan’ın mitingine koştu.
Şiir maçı berabere
BAŞBAKANLIK eski sözcüsü Akif Beki, dün AKP’nin Diyarbakır mitingini uzun bir aradan sonra yeniden gazeteci kimliğiyle izledi. Miting öncesinde Radikal Ankara Temsilcisi Murat Yetkin ile Radikal’in yeni yazarı Beki arasında tatlı ve edebi rekabet yaşandı. Beki, köşesinde Başbakan’a Sezai Karakoç’un şiirini okumasını önerdi. Murat Yetkin ise başka bir şairi, Ahmed Arif’i tavsiye etti. Başbakan uzun konuşmasında hiç şiir okumayınca bence maç berabere bitti.
Ama Başbakan konuşmasında, "Diyarbakır Sezai Karakoç’un memleketi" diye şairin ismini anınca "Akif kazandı" diyen de çıkabilir.
Yazının Devamını Oku 21 Şubat 2009
<b>ANKARA</b><br>MALUM laftır, emir demiri keser. Hele Başbakan emrederse akan sular durur. Olmayan vergi kaçağı bile icat edilir.
Ama zaten bunları biliyorsunuz.
Benim merakım, emir demiri keser de...
Acaba Emir vergiye de işler mi?
Çünkü tanıdık bir Emir var.
Katar Emiri, Sabah ve ATV’ye ortak. Axel Springer’in Doğan Yayın Holding’e ortaklığı gibi.
Hatta gibisi fazla, işlemler tıpkısının aynısı. Bildiğiniz, yabancıya hisse satışı!
Emir, Cumhurbaşkanı Abdullah Gül’ün takdim ettiği işadamı Ahmet Çalık’a güvendi.
Sabah ve ATV’ye ödenen 1.1 milyar dolarlık faturanın yüzde 25’ini üstlendi.
Bugün Maliye, hükümetin sevmediği Doğan Grubu’na diyor ki:
"Doğan Yayın Holding’in Almanlara hisse satışında KDV ödenmedi, kaçak var, cezasıyla isterim."
Peki aynı Maliye, Emir’e satılan Sabah ve ATV hisselerinin KDV’sinin peşine düştü mü?
Sabah ve ATV binası da Maliye denetçilerinin işgali altında mı?
Trilyonluk vergi cezası raporu yolda mı?
Yoksa Emir’den büyük başka emir mi var?
Sabah ve ATV satışı KDV’den muaf mı?
Yani bizim mahallenin medyası KDV’li de...
Yandaş medya vergisiz mi?
Eğer öyle çıkarsa hiç şaşırmam.
Rekortmene kelepçe planı
HESAP Uzmanları Kurulu’nun (HUK) 2007 faaliyet raporu internette.
Vergi ihtilaflarında düzenlenen her 100 rapordan 64’ünde uzlaşma isteniyor.
Uzlaşma için masaya oturulan her 100 raporun 91’inde anlaşmaya varılıyor.
Demek ki neymiş... Maliye normalde üzüm yiyor, bağcıyı dövmüyor.
Vergi ziyanı kuşkusuna kapıldığı yerde mükellefle anlaşıp parasını topluyor.
Ama az istisnadan birisi Doğan Grubu’na uygulanıyor.
Belli ki para mesele değil, gazete ve TV yöneticileri hapisle korkutulacak.
O yüzden herkese açık olan uzlaşma yolu Doğan’a kapalı.
Niyet belli: Yılların vergi rekortmenine kelepçe takmak.
Muhalif işadamının ekonomik olarak bitirildiğini çok gördüm.
Ama ya hapse atmak...
Bir tek Putin’in Rusya’sında var.
Moskova’yı komşu kapısı yapmaları galiba tesadüf değil.
Özelleştirme böyle yatar
GÖZLERİNİ öyle bir kan bürümüş ki... Doğan Grubu’nu batıracağız diye İMKB’yi bile feda ediyorlar.
Dahası finansman giderlerinin masraf yazılmasına muhalefet ederek, özelleştirmeye en büyük engeli yaratıyorlar.
Söyler misiniz, milyarlarca dolarlık ihalelere doğal olarak kredi desteğiyle giren yerli/yabancı şirketler, faizlerini gider yazamazsa... Bu batık malları kime satacaksınız?
Yazının Devamını Oku 17 Şubat 2009
<b>ANKARA</b><br>İSTANBUL’un rantını kimseye tek başına yedirmezler demiştim, haklı çıktım. Bakın İstanbul’daki rant (=imar) vurgununa CHP’nin de ortak olduğunu gösteren dosyalar teker teker gazete manşetlerine çıkıyor. Ama CHP’nin AKP’ye suç ortaklığının sona erdiği miladı da atlamamak lazım.
2004-2009 sürecini kabaca ikiye ayırırsak...
2004-2007 Ağustos arasında rant çarkı şöyle döndü:
Büyükşehir Belediyesi’nin İmar ve Bayındırlık Komisyonu, 3 yıl içinde dört bine yakın karar aldı. İstanbul’un imar haritasını bir baştan diğer başa değiştirdi. (Oysa aynı sürede diğer komisyonlar toplanamadı bile!)
İşin ilginci, bu dört bin kararın neredeyse tamamı oybirliği ile alındı. Oysa komisyonun dokuz üyesinden altısı AKP’li, ikisi CHP’li ve biri de Anavatan üyesiydi.
CHP bu rezalete 2007’de uyandı, Deniz Baykal İstanbul’daki imar vurgununa karşı yargı yoluna gitme talimatı verdi. CHP İstanbul İl Örgütü, 118 imar değişikliği dosyası için dava açtı.
Ve hukuk sürecinde işin bombası patladı. CHP açtığı davalardan 20’sini geri çekmek zorunda kaldı, çünkü imar değişikliği kararlarının altında CHP’li üyelerin de imzası vardı.
Ama bu rezalet hiç değilse bir işe yaradı...
CHP’nin İstanbul yönetimi değişti, Gürsel Tekin başkan oldu.
Gürsel Tekin, sadece rant kardeşliğini bozmakla kalmadı.
263 imar değişikliği için mahkeme yolunu tuttu.
CHP’nin AKP’yi İstanbul’u soyma konusunda yalnız bırakması ne anlama geliyor derseniz.
Yeniden ilk satıra dönelim: İstanbul’un rantını kimseye tek başına yedirmezler.
O yüzden CHP’deki temizlik önemlidir!
Karakuş: Öz’ü tanımam
SUSURLUK aktörlerinden Yaşar Öz’ün polis tarafından aranıyor iken Ankara’da tekstilci bir işadamının fabrikasında Mehmet Ağar’la buluştuğu yönündeki iddiasını bu köşeye aktardım ve "Bu isim Canip Karakuş olmasın?" diye sordum. O gün rahatsızlığı nedeniyle temas kuramadığım Ankara Giyim Sanayicileri Derneği Başkanı Karakuş dün bir açıklama yolladı:
"Öncelikle belirtmem gerekirse, yazınızda adı geçen Yaşar Öz’ü kesinlikle tanımam ve görmüş de değilim. Dolayısıyla herhangi bir bağlantım veya ilişkim söz konusu olamaz. Ancak; Sayın Mehmet Ağar’ı çok uzun yıllardan beri tanırım. Emniyet Müdürü, Vali, Genel Müdür, Bakan ve Genel Başkan olduğu dönemlerde yakın dostluğum olmuştur. Bu yakınlığım, hiçbir şekilde dostluğun ötesine de geçmemiş ve herhangi bir siyasi ya da ekonomik ilişkim olmamıştır.
Kaldı ki; neredeyse yarım yüzyıla yakın süreden beri Ankara’da bulunan ve hazır giyim sektöründe faaliyet gösteren birisi olarak çok sayıda insanla dostluğum olmuştur ve halen de bu dostluklarım devam etmektedir. Geçmişte de bugün de dostlarımın arasında; cumhurbaşkanları, başbakanlar, parti genel başkanları, bakanlar, milletvekilleri gibi farklı partilere mensup siyasiler ile müsteşar ve genel müdür gibi üst düzey bürokratlar hep yer almıştır. Bugüne kadar kamu kurum ve kuruluşları ya da yerel yönetimler ile hiçbir ticari veya ekonomik ilişkim olmamıştır. İhale, kredi, vergi, kooperatif, teşvik, tahsis gibi hiçbir kamu kaynağı elde etmedim; herhangi bir alışveriş ilişkisi içinde de olmadım."
Yazının Devamını Oku