KOSKOCA bir ülke düşünün ki, insanlar dinlenme korkusu içinde.
Hepimizin beyninin içinde bu endişe var. "Telefonum dinleniyor mu?" Siz istediğiniz kadar yasal önlem alın, istediğiniz güvenceyi verin, her kesimden milyonlarca insan bu kuşku içerisinde yaşıyor.
"Efendim, telefon dinlemek için mahkeme kararı gerekir!"
Bu söze inanan var mı? Günlük yaşantımızdan biliyorum. Birileri arıyor, "Şimdi telefonda söyleyin" diyorum ve hep aynı yanıtı alıyorum: "Telefonda olmaz, yüz yüze konuşalım. Telefonlar tekin değil."
İletişim sektörünün çoğunu, başta Telekom olmak üzere yabancılara sattık. Bu yabancıların katılımı olmadan telefon dinlemek mümkün değil.
Dinlenmemiz yabancıların elinde! Dolayısıyla devletin gizli bilgileri, her şeyi de onlarda. İstedikleri her telefonu, devlet dahil, mahkeme kararına falan gerek kalmadan dinlemeleri mümkün.
Birkaç milyar dolar için bu riske girmeye değer miydi acaba?
* * *
Son olarak Harp Okulu Komutanı Tümgeneral Reha Taşkesen’in telefonları dinlendi. Bu kesin.
Acaba dinlenmesi için mahkeme kararı alınmış mıydı?Kim izin verdi?Hangi makam, neresi dinledi veya dinletti?
Genelkurmay Başkanlığı’nın birkaç gün önceki bildirisinde "Bizim telefon dinleme olanağımız yok" denildi. İşin içindekiler olduğunu söylüyor.
Dün Emniyet Genel Müdürlüğü ve ayrıca MİT tarafından yapılan açıklamada "Taşkesen Paşa’yı biz dinlemedik" denildi.
Şimdi iş daha da karmaşık boyutlara ulaşmış oluyor. Devletin bir generalinin yaptığı konuşmalar dinlenmiş.
Bu konuda mahkeme kararı var mı, yok mu? Mahkeme kararıyla mı dinlenmiş, yoksa birileri işgüzarlık mı yapmış?
Bu soruların yanıtı bilinmiyor. Bunlara ilgili makamlar tarafından yanıt verilmesi gerekmez mi?
Türkiye’de insanlar her konuda güvenini yitiriyor.Bir ülkede olacak en kötü şey budur. Telefon konuşması yapan belki yüz binlerce, belki milyonlarca masum insan dinlenme endişesi içinde. Bu korku, kuşku, beyinlere yerleşmiş durumda.
Gazeteci, siyasetçi, işadamı, asker, sivil, bütün kesimlerden hemen herkes!
Kime güveneceğiz? Bu korkuyu üzerimizden nasıl atacağız? Generallerin bile dinlendiği ve dinleyenin belli olmadığı, gizlendiği bir ortamda derdimizi kime, hangi sorumsuzlara nasıl anlatacağız?
DANIŞTAY BASKINI
Kanlı Danıştay baskınının içyüzü yargı belgeleriyle ortaya çıktı. Elimde Ankara Cumhuriyet Başsavcılığı tarafından hazırlanan 2006/48 sayılı iddianame var. Belgenin 6. sayfasında saldırgan Alparslan Arslan’ın savcılık ifadesinden bir bölümü aynen veriyorum:
"Türban kararı nedeniyle mahkeme başkanını vurmaya karar verdim. Odaya girdiğimde Allahüekber diye tekbir getirdim. Ayrıca (kaçarken) polisle boğuştuğum sırada da tekbir getirmiş olabilirim..."
İddianame sayfa 11:
"...(Olay sonrasında kaçarken) Çıkış kapısına yaklaşan Alparslan’ın polisler tarafından yakalandığı, polislerden kurtulmak amacıyla silahı ile bir el ateş ettiği, güvenlik odasına alındığı sırada tekbir getirerek ’Osmanlı torunuyum, Allah’ın askerleriyiz’ şeklinde bağırdığı..."
Bunları baskın sırasında orada bulunan en az 30 Danıştay çalışanı zaten duymuştu.Bu sözleri baskın sonrasında gazetecilere açıklayan Danıştay mensuplarına dinci basında nasıl hakaretler yağdırdılar, nasıl ipe sapa gelmez iftiralar attılar, onları yalancılık ve tahrikçilikle suçladılar. İşte, gerçekler şimdi yargı belgelerinde. Bakalım bundan sonra ne diyecekler!
* * *
Bir de o utanç günü sonrasında iktidar mensuplarının sözlerini, hadiseyi askerlere ihale etme çabalarını bir anımsayalım:
Recep Tayyip Erdoğan: "Bu iş başörtüsüyle ilişkili değil. Susurluk, Küre, Sauna bağlantıları var! Saldırı iktidarımıza yöneliktir."
Mehmet Ali Şahin: "Saldırıda gladyo türü bir yapılanma var. Sürprizlere hazır olun!" (Hazır olduk ama bir şey çıkmadı!)
Bülent Arınç: "Saldırıdan siyasi rant devşirmeyin."
Cemil Çiçek: "Olayın türbanla bağlantısı tespit edilmedi."
Bu kadronun ne kadar "ileri görüşlü" olduğu, ya da olayı nasıl "çarpıtmaya kalkıştığı" şimdi ortaya çıkıyor.
Meral Tamer dün Milliyet’teki yazısında bunlar için soruyordu:
"Gözümüzün içine baka baka ne senaryolar yazmışlardı. Şimdi özür dileyecekler mi?"