11 Mayıs 2006
SEVGİLİ okuyucularım, 82 yaşındaki Fethi Dördüncü geçen yıl ekim ayında Atatürk’ün Selanik’te doğduğu evi ziyaret etmiş, ziyaretçi defterine AKP iktidarı ile Tayyip Erdoğan’ı hedef alan bir sayfalık bir metin yapıştırmış. Bundan hiç kimsenin haberi yoktu. Ne zaman oldu? Tayyip Erdoğan orayı birkaç gün önce ziyaret etti, defterde o metni görünce sinir sistemi yine bozuldu, sayfayı yırttı ve olay Türkiye’nin gündemine bomba gibi düştü.
Dördüncü’nün metninde ağır ifadeler vardı ama bunu kimse bilmiyordu. Dördüncü yazdıklarını hiç kimseye söylememiş, açıklamamıştı. Hukuktaki deyimiyle yazdıklarına "aleniyet" kazandırmamıştı.
Peki bunu kim yaptı? O sözleri kamuoyuna kim açıkladı? Bütün Türkiye ve dünyaya o metni kim duyurdu?
Adalet Bakanı Cemil Çiçek! Pazartesi günü yapılan Bakanlar Kurulu toplantısından sonra o metni adeta bir şiir gibi kamuoyuna okudu! O kadar ki, geçen cumartesi günkü yazımda yazamadığım cümleleri o açıklayınca, ben de dünkü yazımda aynen kullanmak zorunda kaldım. (O açıklamayı Tayyip Erdoğan’dan izin almadan yapmış olması mümkün değildir.)
Bu olay bize bir şeyi öğretti: Demek ki bunlar Bakanlar Kurulu toplantılarında devlet işlerini değil, 82 yaşındaki bir insanın ziyaretçi defterine yazdığı cümleleri konuşuyordu. Bazen bunların içindekiler, "Bakanlar Kurulu toplantılarında sık sık geyik muhabbeti yapılıyor, fıkralar anlatılıyor" derdi de inanmazdım. Demek doğruymuş.
İkincisi, ben bir AKP milletvekili veya bakan olsaydım, o metnin içeriğini kamuoyuna aynen okuyan Adalet Bakanı hakkında "beni küçük düşürdün" diye tazminat davası açardım. Nitekim AKP milletvekili Dengir Mir Mehmet Fırat’ın sözlerini dün Muharrem Sarıkaya yazdı. Mehmet Fırat, "Cemil Çiçek o sözleri açıklayarak suç işlemiştir, hakkında tazminat davası açacağım" diyordu. Dikkat: Hep birbirlerine düşüyorlar.
***
Fethi Dördüncü’yü dava edeceklermiş! Metni kendileri açıklıyor, sonra yazandan şikáyetçi oluyorlar! Bir hükümetin -hem de topluca- böyle bir yanlışa nasıl düştüğünü anlayan beri gelsin!
Hükümetlerin görevi gerilim yaratmak değil, gerilimi yok etmektir. Bunlar durduk yerde gerilim yaratıyor, Türkiye’yi yıpratıyor.
Gidiş kötü ve sinirleri iyice bozuldu. Bütün belirtiler, olup biten her şey bunu kanıtlıyor. Bunu bireyler yapabilir... "Falanca benim hakkımda şunları yazdı, dava edeceğim" diyebilir. Ama bunu bir hükümetin yapması, Selanik’te deftere yapıştırılmış ve belki de orada aylar boyunca hiç kimsenin dikkatini bile çekmemiş sözlerin kamuoyuna okunması, anlaşılır gibi değil.
Hele açılan davalar başlasın, bakın Türkiye’de ne kıyametler kopacak. Mahkemelerde savunma hakkını kullanan Fethi Dördüncü, yazdıklarının doğru olduğunu tek tek, belgeler ve örneklerle kanıtlamak isterse ne olacak!
Bizim Ankara Bürosu’ndan arkadaşlar önceki gün Anıtkabir’e gidip Dördüncü olayı sonrasında oradaki ziyaretçi defterlerine vatandaşların yazdığı yazıları okudular. "Davacı" olacaklara tavsiyem, bir zahmet onlar da gitsinler, insanların bu konuda neler yazdığını, hangi tepkileri káğıda döktüğünü görsünler. Belki o vatandaşları da mahkemeye verirler!
Gerçekten de olacak şey değil. Bu hükümet ne yapıyor? Aklını peynir ekmekle mi yedi?
Bu bölümü Yılmaz Özdil’in dünkü yazısından aldığım bir cümleyle bitireyim:
"Yaşlı diye Erbakan’ı kurtaranlar, şimdi aynı yaştaki bir adamı içeri tıkmaya çalışıyor!"
PONTUS, ÇİN’DE!
Anlı şanlı hükümetimiz, Fransa ve Kanada’ya posta koyuyor! Fransa’da Ermeni soykırımını inkár edene hapis ve para cezası gelecek. Kanada Başbakanı ise Ermeni soykırımını tanıdıklarını açıkladı. Hükümetimiz bu konuda öylesine "sert ve kararlı" ki, Paris ve Ottawa büyükelçilerimizi birkaç günlüğüne, "istişarede bulunmak" için göstermelik olarak Ankara’ya çağırdı! Büyükelçiler geldi, iki gün sonra dönüp gidecekler.
Pekiiii kardeşim, Yunanistan’ın Selanik kentinde birkaç gün önce Pontus Soykırım Anıtı açtılar. Biz o konuda ne yaptık?
Pontus neresi? Sakın yanılmayın, Karadeniz bölgemizin eski Rumca ismi değil! Anıtın orada soykırıma tabi tuttuğumuz iddia edilen Rumlarla hiç ilgisi yok! Peki Pontus ne? Çin’de bir bölge! Yani bizimle ilişkisiz.
Pontus Rumlarını Çinliler soykırıma uğratmış, anıt o nedenle dikilmiş.
Ürktük, korktuk zannetmeyin! İşte o yüzden Atina Büyükelçimizi "istişarede bulunmak" için çağırmadık. Pontus soykırım anıtının bizimle uzaktan yakından ilgisi olsaydı, hükümetimiz Atina büyükelçimizi vallahi de billahi de çağırırdı! Hatta Yunanistan’a sert posta koyardı!
Ahhh AB yalakalığı ahhh, bizi ne durumlara düşürdün, elálemin maskarası yaptın. Gülüyoruz ağlanacak halimize.
Yazının Devamını Oku 10 Mayıs 2006
SEVGİLİ okuyucularım, cumartesi günkü yazımda sizlere Fethi Dördüncü’nün Selanik’te, Atatürk’ün doğduğu evi ziyaret ettiği zaman ziyaretçi defterine yapıştırdığı yazıyı iletmiştim. Aradan aylar geçmiş, Recep Tayyip Erdoğan aynı ziyareti yaparken defterde bu yazıyı okumuş ve korkunç sinirlenmişti. Gazetelerde çıkan fotoğrafları da bu sinirlenme olayını kanıtlıyordu.
O aşamada birkaç poz resim alınmış, olay belgelenince gazeteciler derhal salondan çıkarılmıştı.
Recep Tayyip Erdoğan ya da yanındakiler, Fethi Dördüncü’nün yazısını ziyaret defterinden koparmışlar, yırtıp almışlardı.
Cumartesi günü o yazıyı, belli yerlerini "sünsür ederek" burada yayınlamıştım. Pazartesi günü yapılan Bakanlar Kurulu toplantısı sonrasında hükümet sözcüsü Cemil Çiçek o yazıyı okudu, Türkiye’ye duyurdu!
Ekranda izlerken kulaklarıma inanamıyordum. Demek ki Bakanlar Kurulu toplantılarında bunlar konuşuluyordu!
Cumartesi günü "sansür ettiğim" metni yayınladım. Üç gün boyunca -abartarak yazmıyorum- binlerce okuyucum yazılı ve sözlü başvuruda bulundu:
"Sansürsüz metnin tamamını lütfen bana iletin."
Şimdi olay yaratan ve Cemil Çiçek tarafından açıklanan metni okuyun, merakınızı giderin, arşivinizde bulunsun.
* * *
"17 ekim 2005-Selanik. 19 Mayıs 1881 pazar günü Selanik’te o zamanki ismiyle Koca Kasımpaşa Islahhane caddesi üzerinde evde Tanrının bir hediyesi olarak mübarek vücudun dünyaya bir güneş gibi arz-ı endam ettiğinde, yeryüzü Nurlara gark oldu (boğuldu), yeniden hayat buldu, insanlar ısınıp kendilerine geldiler. Ben de bugün 5. defa buraya huzurunuza gelme mutluluğunu tattım.
Aynı güneş 38 yıl sonra yine bir 19 Mayıs 1919 pazartesi günü Samsun’da doğup ışınlarını bütün Türkiye’ye yaydı. Atam, o mübarek varlık, Tanrı tarafından gönderilmiş olan sendin.
Dört yıl gibi kısa bir zamanda yedi düvel düşmanları mağlup ederek muasır (çağdaş) medeniyetler seviyesine çıkardığın Türkiye’nin ve Türk milletinin üzerine, (Tanrının zatı alinizi (yüce kişiliğinizi) yanına aldıktan 64 yıl sonra, milletin dini duygularını yıllarca sömüre sömüre bir AKP çöreklendi.
İslamiyeti bir kalkan gibi kullanan bu insanlar hakikatte kafir. Hazreti Muhammet sakalı şerifini yerinden kaldırdılar, Atatürk havalimanına getirip Dubaili Arap’ın gözüne girmek için sattıkları İstanbul’un en güzel yerlerinden vazgeçmesin diye Muhammet’i bile oyuncak yaptılar. Bunların din anlayışı bu. Hepsi kafir.
Zamanınızda Osmanlı’ya ait dış borçları ödediniz. R. Tayyip hükümeti nesiller boyunca altından kalkamayacak şekilde borç altına girmekle kalmadı. Mağlup ettiğiniz devlet ve hükümet başkanları (sizin) ayağınıza gelip saygılarını bildirirken, Başbakan Recep Tayyip Erdoğan Avrupa ve Amerika’nın uşaklığını yapıyor.
Türkiye’nin maliyesi IMF ve Dünya Bankasının elinde. Dış siyaseti Amerika, iç siyaseti de Brüksel’den (AB’den) idare edilmeye kadar düştü.
Tayyip kendisi uşak olduğundan, Türk milletini de uşak yapmak istiyor ama muvaffak olamayacak.
Uşaklığını yaptığı Amerika’da ev de satın aldı. Her yaptığı gayrimeşru iş gibi, güya oğlu almış!
R. Tayyip Erdoğan hükümeti, başta kendisi olmak üzere bakanları, AKP milletvekilleri, hayatları boyunca Atatürk ilke ve devrimlerini ve Cumhuriyet idaresini ortadan kaldırıp Hilafet devleti kurma çabasındalar.
Ayrıca amaçları, en çok korktukları Türk ordusunu zayıflatıp iş göremez hale getirmektir.
Ruhlarında uşaklık ve kölelik taşıyan bu güruh (topluluk) emellerinde muvaffak olamayacakları gibi, aslında hükümet üyeleri hırsız, sahtekar, kafir, görevi kötüye kullanan, Uzakdoğu’da otel köşelerinde, Avrupa’da kimsenin haberi olmadan memleketi satıp doymayan aç gözleri yalnızca hırsla küplerini doldurup memleketi satan Vatan Hainleri olduğundan, maksatları kursaklarında kalıp, tüyü bitmedik yetimlerin haklarını yiye yiye sürünüp, bir gün defolup gidecekleri yakındır.
Şahadetini (tanıklığını) her zaman olduğu gibi Türk milletinin ’zekidir, çalışkandır’ buyurduğunuz insanlarından esirgeme Atam. M. Fethi Dördüncü."
Başbakan’a Atatürk’ün doğduğu evde sayfa yırttıran, sinir sistemini altüst eden yazılı metin işte bu!
Şimdi Dördüncü’yü topluca mahkemeye vereceklermiş. İyi de, hiç kimsenin bilmediği metni Dördüncü değil, kendileri açıkladı! Türkiye’nin gündemine onlar getirdi!
Yazının Devamını Oku 9 Mayıs 2006
DÜNYANIN dört bir yanında soykırım anıtları açılıyor. Bazı ülkelerde yasalar çıkarılıyor, yaptığımız(!) soykırımlar resmen kabul ediliyor. Bizim hükümetlerimiz bunları seyretmekle yetiniyor.
Soykırımları hep biz yaptık! Dünya tarihi Türklerin soykırım örnekleriyle dolu! Ermenileri kestik, Rumları kestik, astığımız astık, kestiğimiz kestik!
Son olarak Yunanistan’ın Selanik kentinde Rum Pontus soykırım anıtı iki gün önce törenle açıldı.
Ermeni soykırımı masallarını artık iyi biliyoruz. Birinci Dünya Savaşı’nda Doğu cephesinde Rusya ile savaşıyorduk. Osmanlı vatandaşı Ermeniler, Rusya’dan sevk edilen Ermeni çeteleriyle birlikte ordumuzu arkadan vurmaya başladı. Van, Bitlis gibi nice kentlerimizi ele geçirdiler. Korkunç bir Müslüman kıyımı yaşandı.
Bunun üzerine zamanın Osmanlı hükümeti l9l5 yılında, savaşın en zor günlerinde bir karar aldı. Savaş bölgesinde ve yakın yörelerde yaşayan Ermenilerin "tehcir" adıyla bilinen toplu göçü başlatıldı. Bunlar kafileler halinde bugünkü Irak ve Suriye topraklarına sürüldü. (O sırada oraları bizimdi.)
Kafileler yollarda saldırıya uğradı, gerçekten de üzücü olaylar yaşandı. Açlıktan, hastalıktan çok sayıda insan öldü.
Ama ortalıkta bir soykırım yoktu. Eğer olsaydı, Ermenilerin sayıca en çok olduğu başkent İstanbul’da, ya da Ege’de bu soykırım yapılırdı. Oysa onlara dokunulmadı bile. Eğer olsaydı, Anadolu’nun dört bir yanında bir tek Ermeni kalmazdı.
Peki ne olmuştu?
Karşılıklı çatışma, hatta savaş vardı. Kendi ülkesinin ordusunu arkadan vuran, düşman ordusuyla işbirliği yapıp ülkesinin kentlerini ele geçiren Ermenilerle büyük savaş yaşandı. Devlet, kendini korumak için önlemler aldı ve bunların biri de toplu göç olayı idi.
Hadise budur.
***
Gelelim Pontus soykırımı olayına! Mustafa Kemal Paşa 19 Mayıs 1919’da Samsun’a çıkıp ulusal savaşı başlattığında, Karadeniz bölgesinde çok sayıda Osmanlı vatandaşı Rum yaşıyordu. Bunlar da rahat durmadılar.
Gerçi ordumuzu Ermeniler gibi arkadan -topluca- vurmadılar ama ihanet ettiler. Köyleri, kentleri çetelerle basıp rahatsız ettiler. Silah deposuna dönüşen okul ve kiliselerine Pontus bayrakları çektiler. Cephe gerisinde emniyet kalmadı. Amaçları, savaş ve kargaşadan yararlanıp geçmişteki Rum Pontus Devleti’ni yeniden kurmaktı.
Rumlarla ilk mücadeleyi, katıksız bir sivil kahraman olan Giresunlu Topal Osman başlattı. Daha önce Balkan Harbi’nde vuruşmuş, bir bacağı sakat kalmıştı. Sonra Birinci Dünya Savaşı’nda doğu cephesinde Ruslara karşı savaştı. Aynı cephede 1920 yılında Ermeni harekátına katıldı.
Milli Mücadele’de oluşturduğu Karadenizli kahramanlar çetesiyle birlikte Rumlarla birebir çatışmalara girdi ve kazandı. Hemen ardından Koçgiri Kürt isyanını ve yöredeki öteki isyanları bastırdı.
En sonunda Atatürk’ün muhafız birliği komutanı olarak Ankara’ya geldi. Uzun süre adamlarıyla birlikte Atatürk’ü korudu. 47. Giresun Gönüllü Alayı isimli birliği ile Sakarya Savaşı’na katıldı.
1923 yılında Meclis’te Atatürk karşıtı bir milletvekilini öldürdüğü iddiasıyla aranmaya başlandı ve Çankaya sırtlarında çıkan bir çatışmada öldürüldü.
Vatana ve Atatürk’e büyük hizmet vermiş bir sivil kahramandı.
Pontus deyince akla Topal Osman gelir. Topal Osman, Giresun kalesine gömüldü. Mezarı, 1925 yılında Atatürk’ün emriyle kalenin en yüksek yerinde yaptırılan anıtmezara taşındı. Orası yıllardan beri bir ziyaret yeri.
***
Yunanlılar önceki gün Selanik’te Pontus soykırım anıtını açtılar.
Peki biz Pontus (Karadeniz) Rumlarına soykırım uyguladık mı? Hayır, öyle bir şey kesinlikle olmadı. Savaşı kazandık ve yöre Rumları kendiliğinden anavatanları Yunanistan’a göçtü. Aynen savaş sonrasında Yunanistan’dan Türkiye’ye göçmek zorunda kalan soydaşlarımız gibi.
Görüyorsunuz, hayali soykırımlar üretiliyor. Anıtlar dikiliyor, yasalar çıkarılıyor.
Savaşlar sonrasında Balkanlar’dan anavatana perişan durumda göç ettirilen milyonlarca insanımız neler yaşamıştı? Acaba onlara soykırım uygulanmış mıydı! Biz onların anısına bir ’Balkan Soykırım Anıtı’ açar mıyız?
Hayır. Korkarız, açamayız.
Bizi yönetenler bu konularda hep sessiz, tepkisiz! Onlar sadece olanları seyrediyor!
Batı dünyası günün birinde karşımıza "PKK soykırımı" çıkarırsa -ki çıkaracak- hiç şaşırmayalım!
"Aman biz kimseyi kızdırmayalım, uslu çocuk olmayı sürdürelim. Sonra AB yolunda karşımıza engel çıkarırlar!"
Yazının Devamını Oku 7 Mayıs 2006
BİRKAÇ gün önce Maliye Bakanı büyüğümüz Kemal Unakıtan Beyefendi, kalabalık bir dinleyici topluluğu önünde dört dörtlük konuşma yaptı. Vergi kaçıranları ve özellikle servetinin nereden geldiğini kanıtlayamayanları ciddi biçimde uyardı. Sözleri aynen şöyleydi:
"Bundan sonra daha değişik sorular soracağız. Kardeşim gel bakalım, 30 yaşına gelmişsin. Şimdiye kadar ne kazandın? Ne yedin, ne içtin, nereden kazandın? Bir hesabını ver bakalım diyeceğiz. Soracağız."
Sormak çok güzel bir şeydir.
Ancak bu soruları kime soracağını iyi bilmek gerekir!
Ben Maliye Bakanı Unakıtan’ın bu sözlerini okuduğum zaman, aklımdan aynen şöyle geçti:
"Kemal Bey aslında bu soruları oğlu Abdullah Unakıtan’a ve benzerlerine soruyor. Bundan sonra sadece sormakla yetinmeyecek, bu gibilerin üzerine gidecek!"
Fakat bu aşamada önümüzde bir engel var. Bunları hiçbir maliyeci, hiçbir vergici Abdullah Bey kardeşimize soramaz.
Biraz sıkar!
"Gel bakalım Abdullah, şunları açıkla, hesabını ver" diyecek bir babayiğit şu anda devlet yönetiminde yok.
Bunları oğluna sadece babası sorabilir.
Sorsun bakalım! Ama evde kahve içerken değil, resmi yoldan sorsun... Ya da sordursun.
Ancak Unakıtan büyüğümüz oğluna soramadığı, ya da sorduramadığı soruları öteki vergi mükelleflerine sordurmaya kalkışırsa yakışıksız olur.
* * *
Ben burada şahsen, Abdullah Unakıtan’a defalarca sordum. Fakat en ufak bir yanıt bile alamadım. Ne babasından, ne de kendisinden.
İsterseniz bellekleri tazeleme açısından şu soruları bir kez daha gündeme getireyim:
- Abdullah Unakıtan şu anda onlarca milyon dolar harcayarak çok büyük tesislerin sahibi olmayı başarmış bir işadamı. Sadece 2005 yılında, yani geçen yıl pastörize-sıvı yumurta satışlarıyla 22 trilyon Törkiş lira ciro yaptı mı? Değilse, doğru rakam nedir?
- Şirketlere kızınız ve eşiniz de ortak mı? Onlar gelir vergisi mükellefi oldu mu?
- Son beş yılda aile bireyleriniz ve şirketleri adına ne kadar vergi ödendi?
- Aileniz bu tesisleri kurarken parayı nereden buldu? Kredi mi aldı, arkadaşlarından veya aileden borç mu aldı? Aileden miras mı kaldı?
- Toto, Loto, Milli Piyango’dan büyük ikramiye mi kazandı?
- Cumhuriyet döneminde sizden başka soyadını marka yapıp ürün çıkaran, bunları pazarlayan, satan, sattıran bir bakan ve ailesi var mı? Ben bilemedim, siz biliyor musunuz?
Bu soruları burada Unakıtan’a defalarca sordum, ses gelmedi.
* * *
Burada ayrıca, Kemal Unakıtan büyüğümüzün lojman olayını da yazmıştım. Ankara’da Zirvekent konutlarında devletin lojmanlarında oturuyor. Lojmanların aidatını ve bütün harcamalarını devlete ödetiyor. (Ödemeleri site yönetimine Ankara Defterdarlığı yapıyor.)
Dayalı döşeli bir daireyi ise kendi özel konukları için boş tutuyor.
Hakkında gensoru önergeleri veriliyor, kendisini savunurken "Çocuklar iki karton yumurta sattılarsa ne olmuş, bu kadar gürültü niye" diyebiliyor!
(Bu hesaba göre yumurtanın kartonu 11 trilyona, tanesi 1 trilyona geliyor!)
Sonra da yetkisini kullanıp oğlu tarafından üretilen pastörize-sıvı yumurtanın KDV’sini birdenbire yüzde 18’den yüzde 8’e indiriveriyor.
* * *
Evet, Maliye Bakanımız vergi kaçıranlara ve kayıtdışılara gözdağı vermek için millete seslendi: "Kardeşim gel bakalım, 30 yaşına gelmişsin. Şimdiye kadar ne kazanıyorsun? Ne yedin, ne içtin, nereden kazandın, bir hesabını ver bakalım diye soracağız."
Şimdi tahmin ediyorum, bu soruları aynen oğlu Abdullah’a soracaktır! Yukarıdaki sorularını "oğlum Abdullah" diye başlatacak ve ibreti álem için üzerine gidecektir!
Şom ağızlılara, "Maliye Bakanı, kendi oğluna soramadığı soruları başkalarına sormaya kalkışıyor" dedirtmeyecektir!
Belki de oğlu yine uyanık davranıp babasının sadece bir tek sorusuna, "ne yedin, ne içtin" bölümüne yanıt verecektir:
"Babacığım endişe etme, pastörize yumurta yedim, sıvı yumurta içtim!"
Yazının Devamını Oku 6 Mayıs 2006
SEVGİLİ okuyucularım, DHA Edirne muhabiri Lütfü Karakaş tarafından çekilen ilginç fotoğrafları gördünüz. Recep Tayyip Erdoğan Selanik’te, Atatürk’ün doğduğu evi ziyaret ediyor. Ziyaret defterindeki bir sayfayı gördüğünde çok sinirleniyor, tepesi atıyor.
Lütfü’nün fotoğrafları işte o anı yansıtıyor. Bu fotoğraf çekildiği anda gazeteciler derhal dışarıya çıkarılıyor. Başka bir deyişle, kovalanıyor!
Sonrası bilinmiyor. Bazılarına göre Recep Tayyip Erdoğan, deftere yapışık olan o káğıdı koparıyor. Bazılarına göre sayfayı tümüyle yırtıyor. Ne olduğunu hiç kimse bilmiyor.
Ziyaret defterine "Atam" başlıklı bildiriyi bırakan ve önceki gün Recep Tayyip Erdoğan’ın tepesinin bir kez daha atmasına neden olan kişi M. Fethi Dördüncü.
Geçtiğimiz ekim ayında Selanik’te Atatürk’ün evini ziyarete gittiğinde yanında o yazılı metni getirmiş ve ziyaret defterine yapıştırmış.
Kendisi 1924 doğumlu. Şimdi 82 yaşında. Orman Fakültesi mezunu, yüksek orman mühendisi.
Yazılı metinde yer alan bazı sözcük ve cümleleri sansür ettim ve bunları aşağıda belirttim. Ayrıca birkaç yerindeki küçük yazım hatalarını düzelttim.
Şimdi olay yaratan metni okuyalım:
* * *
"17 Ekim 2005-Selanik.
19 Mayıs 1881 Pazar günü Selanik’te o zamanki ismiyle Koca Kasımpaşa Islahhane Caddesi üzerinde evde Tanrı’nın bir hediyesi olarak mübarek vücudun dünyaya bir güneş gibi arz-ı endam ettiğinde, yeryüzü nurlara gark oldu (boğuldu), yeniden hayat buldu, insanlar ısınıp kendilerine geldiler. Ben de bugün 5. defa buraya huzurunuza gelme mutluluğunu tattım.
Aynı güneş 38 yıl sonra yine bir 19 Mayıs 1919 Pazartesi günü Samsun’da doğup ışınlarını bütün Türkiye’ye yaydı. Atam, o mübarek varlık, Tanrı tarafından gönderilmiş olan sendin.
Dört yıl gibi kısa bir zamanda yedi düvel düşmanları mağlup ederek muasır (çağdaş) medeniyetler seviyesine çıkardığın Türkiye’nin ve Türk milletinin üzerine, (Tanrı’nın zat-ı alinizi (yüce kişiliğinizi) yanına aldıktan 64 yıl sonra), milletin dini duygularını yıllarca sömüre sömüre bir AKP çöreklendi.
İslamiyet’i bir kalkan gibi kullanan bu insanlar hakikatte (sansürlü iki sözcük)... Hazreti Muhammed sakalı şerifini yerinden kaldırdılar, Atatürk Havalimanı’na getirip Dubaili Arap’ın gözüne girmek için sattıkları İstanbul’un en güzel yerlerinden vazgeçmesin diye Muhammed’i bile oyuncak yaptılar. Bunların din anlayışı bu. Hepsi (bir sözcük sansür.)
Zamanınızda Osmanlı’ya ait dış borçları ödediniz. R. Tayyip hükümeti nesiller boyunca altından kalkamayacak şekilde borç altına girmekle kalmadı. Mağlup ettiğiniz devlet ve hükümet başkanları (sizin) ayağınıza gelip saygılarını bildirirken, Başbakan Recep Tayyip Erdoğan, Avrupa ve Amerika’nın (emrinde çalışıyor anlamına bir sözcük sansür) ...’lığını yapıyor.
Türkiye’nin maliyesi IMF ve Dünya Bankası’nın elinde. Dış siyaseti Amerika, iç siyaseti de Brüksel’den (AB’den) idare edilmeye kadar düştü.
Tayyip kendisi (bir sözcük sansür) olduğundan, Türk milletini de (aynı sözcük bir kez daha sansür) yapmak istiyor ama muvaffak olamayacak.
(İki cümle sansür.)
R. Tayyip Erdoğan hükümeti, başta kendisi olmak üzere bakanları, AKP milletvekilleri, hayatları boyunca Atatürk ilke ve devrimlerini ve Cumhuriyet idaresini ortadan kaldırıp Hilafet devleti kurma çabasındalar.
Ayrıca amaçları, en çok korktukları Türk ordusunu zayıflatıp iş göremez hale getirmektir.
Ruhlarında (iki sözcük sansür) taşıyan bu güruh (topluluk) emellerinde muvaffak olamayacakları gibi, aslında hükümet üyeleri (bu bölüm tümüyle sansür) olduğundan, (yine sansür) gidecekleri yakındır.
Şahadetini (tanıklığını) her zaman olduğu gibi Türk milletinin ’zekidir, çalışkandır’ buyurduğunuz insanlarından esirgeme Atam.
M. Fethi Dördüncü."
Bazılarına göre Başbakan’a Atatürk’ün doğduğu evde sayfa yırttıran, ancak sinir sistemini altüst ettiği kesin olan (bir bölümünü bizim açımızdan yasal nedenlerle sansür ettiğimiz) yazılı metin işte bu!
Bugün olanları içine sindiremeyen bir Türk insanının, bir Atatürk çocuğunun tepkisini açığa vuran satırları. Keşke mümkün olsa da, tam metin verilebilse!
Yazının Devamını Oku 5 Mayıs 2006
DÜNKÜ gazetelerde fotoğrafları gördünüz. Adıyaman’da AKP il kongresi vardı. Önceden kentte, çevre il ve ilçelerde tantanalı tanıtım ve çağrılar yapıldı: "Başbakanımız gelecek. Hepiniz davetlisiniz. Çocuklara hediyeler dağıtacak. Otobüs paraları bizden. Herkesi bekliyoruz."
Kongre yeri olarak stadyum belirlenmişti. Müzik, konser, eğlence vardı! Ahaliye iş çıkmıştı. Adıyaman stadı dolduruldu.
Stada sevk edilenler arasında yüzlerce ilköğretim öğrencisi vardı. Okul giysileriyle gelmişlerdi. Ayrıca imam hatip öğrencileri ve özellikle de kızları da getirilmişti. Hepsinin ellerine AKP flamaları tutuşturulmuş, Tayyip Bey geldiğinde bol alkış istenmişti. Kızların bazıları sıkmabaşa bürünmüştü.
"Başörtüsüne özgürlük" diye slogan atıyorlardı.
Bunlar ilköğretim ve lise öğrencileri idi. Başlarında bazı öğretmenler vardı.
* * *
Tablo vahim. Milliliği kalmayan, gerici kadroların eline teslim edilen Eğitim Bakanlığı’nın utanç tablosu. Küçük çocukları parti kongresine sevk etmek, o bakanlığın başında bulunan kişinin istifasını gerektirir.
Adıyaman Milli Eğitim Müdürü stadyumdaki görüntüler sonrasında büyük bir pişkinlikle şöyle dedi: "Öğrencileri biz göndermedik. Başbakan geliyor diye okuldan kaçıp stadyuma gitmiş olabilirler."
Özrü kabahatinden büyük.
Adıyaman Valisi nerede? Gözünün önünde olanları görmüyor mu, yoksa görmek işine gelmiyor mu?
Şimdi çok merak ediyorum: Bu çirkin tablonun hesabını Eğitim Bakanı Bay Hüseyin Çelik nasıl verecektir? Adıyaman stadında belgelenen bu rezalete, ilköğretim okulları ve liselerin AKP kongresi ve Başbakan için seferber edilmesine ne diyecektir? Soruşturma açtıracak mıdır?
Artık her şey bitti, siyasette ve din sömürüsünde sıra ilköğretim ve lise öğrencilerini kullanmaya geldi.
Biz bu ülkede nice iktidarlar, hatta din sömürüsünün uzmanı ve ustası nice siyasetçiler gördük ama günümüzde ibretle ve utanarak izlediğimiz böylesine rezaletlere, ayıplara, skandal ve pişkinlik sürecine tanık olmadık.
CHP Adıyaman olayının üzerine gitmelidir. Milliliği kalmayan Eğitim Bakanı hakkında gensoru önergesi vermelidir.
* * *
İlgiyle izlenen Bam Teli’nin yapımcısı, gazeteci arkadaşım Tayfun Talipoğlu dün telefonla aradı. Anlattıkları korkunçtu ve Türkiye’de küçük çocuklar üzerinde yaratılan baskıyı sergiliyordu:
"Manavgat’ın Beşkonak beldesinde ilköğretim öğrencileri ile çekim yaptım. Bir turizm beldesinde rafting ve turizmin yöreyi nasıl değiştirdiğini göstermek istiyordum. Programın bir amacı da ’Türkiye’nin çocukları ne düşünüyor’u anlatmaktı. Cin gibi, akıllı çocuklar vardı karşımda. Onlara ’Nasıl bir Türkiye istersiniz, ülkemizin en büyük sorunu sizce nedir’ sorusunu sorduğumda, verilen yanıtlar beni hem üzdü, hem de karamsarlığa sevk etti.
’Dinimizi özgür yaşayamıyoruz, başımızı örtmek istiyoruz’ diye yanıtlar aldım. Abi, burası yabancı turistlerin yoğun olarak geldiği bir belde. Ötesini sen düşün!"
Tayfun’dan yarın sabah saat 10’da NTV’de yayınlanacak programın kasedini göndermesini istedim... Ve bant çözümünü aynen gönderdi. O cin gibi kız çocukları şunları söylüyordu:
"Okuyup buraya geldikten sonra başımızı örtüp kapanacağız... Dinimiz kapanmamızı emrediyor... Mesleğim için açılabilirim ama köye geldiğimizde kapanacağız... Ülkemizde kapalı olanlar hiçbir şey yapamıyor... Türkiye Müslüman ülkesi ama başörtüsünü kaldırıyorlar, bu ne biçim iştir anlamıyorum... İsteyerek örtünüyorum... İnsanların dinini yaşayabildiği bir ülke istiyorum ben... İnsanlar başını örtemiyor, örtünüp öğretmenlik yapamıyor..."
Evet, "Müslümanlık" denilince o küçük, cin gibi, akıllı öğrencilerin bile aklına sadece örtünmek geliyordu.
Büyükleri, onların pırıl pırıl beyinlerine sadece bu kavramı sokmuşlardı. Tayfun Talipoğlu bunları dinlediğinde şoke olduğunu söylüyordu.
Yarın sabah saat 10’da Bam Teli’ni izleyin, Türkiye’nin nereye sürüklendiğini, dinimizin nasıl olup da sadece örtünmeye endekslendiğini bir kez daha görün.
Adıyaman stadındaki AKP kongresinde, Manavgat’ın Beşkonak beldesinde ne yapıyorlarsa, aynısını bütün Türkiye düzeyinde yapıyorlar.
Bunlar rastlantı değil. Din sömürüsü oyununu artık küçük çocukların, ilköğretim öğrencilerinin üzerinden oynuyorlar.
Yazının Devamını Oku 4 Mayıs 2006
SEVGİLİ okuyucularım, dünkü yazımda da vurgulamıştım, ülkemizin en önemli sorunu sıkmabaş oldu! Dindar kesim demiyorum, dinci kesim bunu elindeki tek silah olarak kullanıyor. Dindar insanlarımıza saygımız sonsuz, çünkü biz de -onların zannettiğinin aksine- dindar, Allah’a ve dinimize yürekten inanan insanlarız. Fakat din tüccarlığına, din sömürüsüne, din bezirganlığına, dinimizin siyasete alet edilmesine, Allah’la aramıza birilerinin sokulmasına sonuna kadar karşıyız.
Müslümanlığın, kutsal bir dinin, kafaya örtülecek bir bez parçasına indirgenmesi her şeyden önce ayıptır, Allah indinde günahtır.
Müslümanlık bu değil.
Dinimizin hiçbir yerinde, hiçbir emir ve kuralında "Saç tellerinizi göstermeyin" diye bir hüküm yok.
Varsa göstersinler. Gösteremezler.
Tartışılması gereken konu budur.
Hanımların örtülerini göğüslerine kadar indirmesi gerektiği, ayrı bir olaydır. O yılların ilkel, pislik ve ahlaksızlık içindeki Arabistan’ında cıbıl dolaşan, göğsü bağrı açık kadınlar için getirilen bir emirdir.
Ama ne acıdır ki, Türkiye siyaseti dönüp dolaşıyor ve din bezirganlarının uygulamaya koyduğu yapay kurallara göre yönetilmek isteniyor.
AKP bu oyunun içinde.
***
Demirel, kendisini bu konuda en ağır ve hakarete varan sözlerle eleştiren Recep Tayyip Erdoğan’a muhteşem bir yanıt verdi. Sıkmabaş sorunu için sözleri şöyle:
"Bu yasağı kaldırmak iktidarın vaadi idi. Madem türbanlı çocukların yurtdışında okuması gücüne gidiyor, kendi çocuklarının da yurtdışında okuyor olması gücüne gitsin. Bu engeli (kamuda ve üniversitelerdeki sıkmabaş yasağını) gücün yetiyorsa kaldır. Yetmiyorsa, yalancı pehlivanlar gibi ortalıkta dolaşmayı bırak. Hükümet ağlama duvarı değildir."
Demirel tümüyle doğru söylüyor.
Sıkmabaş yasağına hükümet olarak karşı mısın kardeşim? Karşısın. O zaman bu yasağı beş dakkada Beşiktaş yöntemiyle kaldırıver. Elinin altında tam 357 adet milletvekili var. Bunlar oy makinesi.
Sen kaldır deyince ellerini kollarını kaldırıyorlar, indir deyince indiriyorlar.
Yarım saatte yasa geçiriyorsunuz. İstediğiniz her şeyi yapıyorsunuz.
O halde bu sıkmabaş yasağını niçin kaldırıvermiyorsunuz?
***
Sevgili okuyucularım, tılsım işte bu sorunun altında yatıyor! Bu yasağı kaldırmak işlerine gelmiyor. Kaldırdıkları anda ellerindeki en büyük koz alınmış olacak. Sonra ne yapacaklar, neyi sömürecekler?
Yapacak bir şeyleri kalmayacak ki!
İşte bu yüzden, kendi hükümetlerini ve kendi kendilerini Demirel’in doğru deyişiyle "ağlama duvarına" döndürdüler!
Sıkmabaş olayı ile oy avcılığı yapıyorlar. Bu oyunu hiçbir çözüm getirmeden seçime kadar sürdürecekler.
Acaba -hangi nedenle takıyor olursa olsun- sıkmabaşlı genç kızlarımız ve kadınlarımız, onları örtünmeye zorlayan erkekler, örtünmeleri için maddi olanaklar sağlayan din tüccarları, bunları bilmiyor mu?
Örtünenler bu gerçekleri artık görmeli. Kendi üzerlerinden oynanan oyunun ne anlama geldiğini, hangi amaçlara hizmet ettiğini öğrenmeli.
Yine örtünsünler ama o örtünün altına gizlenen tezgahı, oy avcılığını, dönen paraları, dağıtılan avantaları, ihale dümenlerini, eşi dostu zengin etmeleri bir düşünsünler.
Bizim dindar insanlarımızla alıp veremediğimiz yok.
Bizim sorunumuz dincilerle, kutsal dinimizi sömürüp malı götürenlerle.
Müslümanlığın sadece şekil ve göstermelik bazı şeylerden oluştuğunu zanneden, yanlış kavramlarla insanlarımızı kandıran bu din bezirganları, aslında dinimize en büyük hakaret ve aşağılamayı yapıyor ve çoğu zaman köşeyi dönüyor. Somut örnek vereyim:
İslamcı holdingler Avrupa ülkeleri ve Türkiye’de müminlerin katrilyonlarını tokatladılar. Bu paraları cami avlularında, tarikat yuvalarında Allah’ın adını kullanarak topladılar. Sonra paralar buharlaştı! Nerede o paralar? Yüz binlerce mümini bunlar dolandırmadı mı? Ne adına, kimin adına? Hani her gün Müslümanlık’tan dem vuran AKP iktidarı? Bunlara ne yaptı? Müminlerin hakkını korudu mu? Din tüccarlarının yakasına yapıştı mı?
Ey tesettüre girenler ve ey onları örtünmeye zorlayanlar!.. Şu yazdıklarımı bir düşünün bakalım. Doğru mu, yanlış mı!
Yazının Devamını Oku 3 Mayıs 2006
BABA televizyonda bir konuşma yaptı, sıkmabaş olayına karşı çıktı. "İsteyen gidip Suudi Arabistan’da eğitim görür" dedi. Vay, sen misin bunu söyleyen! Üzerine AKP kesiminden yaylım ateşi başladı. Tayyip Erdoğan dahil hepsi saldırıya geçti.
Niçin?.. Çünkü bunların elinde sadece bir tek silah kaldı: Sıkmabaş.
Dinimizin, Kuran-ı Kerim’in neresinde "Saçlarınızı göstermeyin, saçınızın her bir telini örtün" diye bir hüküm-emir olduğunu bugüne kadar hiç kimse ortaya koyamadı.
Türk kadınının geleneksel başörtüsü "tu kaka" edildi, Ortadoğu’dan ithal edilen bu kavramla bazılarını örttüler. Yeni bir üniforma yarattılar. Pekçoğu erkeklerin baskısıyla, bazıları da çeşitli maddi olanaklar için örtünmek zorunda kaldı. Örneğin üniversite öğrencilerine burs ve ev verdiler, yurt buldular ama tek koşul örtünmeleri oldu. Parayı bastırınca çıplak mankenlere bile tesettür defilesi yaptırmayı başardılar.
* * *
Türk insanının durumu iyiye gitmiyor. İşçi, memur, emekli, esnaf, çiftçi bütün kesimler kan ağlıyor. İhracat ve turizm tıkandı. Cari açık rekor boyutlara ulaştı. Milyonlarca insanımız -üniversite bitirenler dahil- her gün işsizler ordusuna katılıyor.
Yatırım yok... Çünkü IMF emir verdi: "Yatırım yapmayacaksın, bütçe harcamalarını kısacaksın."
Ekonomi, iç ve dış siyaset tümüyle ABD ve AB’ye bağımlı kılındı.
Dikkat ediniz, AKP iktidarının başlattığı ya da bitirdiği bir tek büyük ve önemli proje yok. Düzmece açılışlarla küçük işler bitiriliyor. Gelinlik dükkanları, kebapçılar, mağazalar için bakanların katıldığı açılış törenleri (!) yapılıyor.
Duble yollar fiyasko ile sonuçlandı. Ucuz etin yahnisi yavan oldu. Bugün delik deşik olmayan, üzerinde araçların rahatça gidebildiği bir tek duble yol yok.
Devlet uçan kuşa borçlu. Eczanelerden tutun, malı mülkü kamulaştırılan on binlerce vatandaşımıza paraları ödenmiyor. Sosyal güvenlik sistemi çökmüş durumda.
Buna karşın her alanda ve her sektörde kendi adamlarını zengin ediyorlar. Ali Dibo yöntemiyle partilileri, yandaşları, eşi dostu ihya ediyorlar. Her ihale ve kamu alımı paylaşılıyor. Kendilerinden olmayana hayat hakkı yok.
Buna karşın devletin ve AKP’li belediyelerin parasıyla ve "seçmene selam" yöntemiyle yüz binlerce aileye gıda paketleri dağıtılıyor. O trilyonluk ihalelerin bazılarını da AKP milletvekillerinin şirketleri kazanıyor!
Üstelik devletin ve milletin malını mülkünü, arazilerini, limanlarını, kentlerin en değerli arsalarını, limanlarını, fabrikalarını, altın yumurtlayan tavuklarını elaleme, kendi adamlarına ve Arap şeyhlerine ölmüş eşek fiyatına hibe ediyorlar.
Yolsuzluk, usulsüzlük, haksızlık, milletin parasıyla savurganlık, torpil, partili yandaşlara kıyak, devlet ve belediyeler eliyle yandaşları zengin etme olayı doruk noktasında.
Millet bunalmış durumda.
* * *
İşte bu ortamda gündeme sıkmabaş olayı geliyor. AKP sıkmabaşa sarılmak zorunda. Seçmeni elde tutabilmek için başka çaresi kalmadı. Yine dikkat ediniz, bu sorunu çözmek için de hiçbir şey yapmıyorlar. Niçin?..
Çünkü sorun çözülürse sömürü konusu ellerinden sabun gibi kayar ve gider. Devam etmeli ki, kitleleri bununla uyutup aldatmak mümkün olsun.
Her kim buna karşı çıkarsa, Demirel olayında olduğu gibi, hem de en çirkin benzetmelerle amansızca üzerine gidiyorlar.
"Cingöz Recai... Bunak... Tuluat gösterisi... El çabukluğu ile milletin gözünü boyamak..."
Böyle yapmak zorundalar ki, sıkmabaş sayesinde oy toplasınlar!
Evet, şu anda ellerinde sadece o silah kaldı. Onunla ateş ediyorlar. Ekonomi tıkanınca hadise sıkmabaş sömürüsüne, başka bir deyişle din sömürüsüne dayandı.
Onları bu nedenle mazur görelim, acıyalım!!!
Ama oynadıkları oyunu, içine düştükleri çaresizliği iyi bilelim ve görelim.
AÇIKLAMA!
Dünkü yazımda kendi adamlarına armağan ettikleri son model otomobil olayını anlatmıştım. İGDAŞ Genel Müdürü Levent Tüfekçi aradı. Otomobilin "üç milyonuncu" doğalgaz abonesi olarak gazeteci Mehmet Köşker’e çıkmasının rastlantı olduğunu söyledi. Kendisinin gazeteci olduğunu, Yeni Şafak ve Bugün’den geldiğini bilmiyorlarmış, daha sonra öğrenmişler! Dün belirtmiştim, bence de tamamen rastlantı! Zaten yazımın başlığı da "Şans kader kısmet"ti. Şike mike kesinlikle yok!
Bugün gazetesinden de açıklama geldi. Köşker’in bu gazete ile ilişkisi 24 Mart 2006’da tamamen kesilmiş.
Yazının Devamını Oku