20 Haziran 2006
GEÇTİĞİMİZ cuma günü Gaziantep hareketli saatler yaşadı. Büyük devlet ve hükümet adamı Hüseyin Çelik kente gelecekti. Okulların son günüydü. İki gün sonra üniversite sınavı yapılacaktı. Herkes merakla beyefendiyi bekliyordu! Havaalanına özel bir uçak indi. İçinden beyefendi ve ekibi indiler.
Havaalanı ile kent arasında l5 kilometre vardı. Yol boyunca güvenlik önlemleri alındı. Vali Bey karşılamaya çıktı.
Milliliği kalmayan, tümüyle tarikatların eline geçen Eğitim Bakanlığı’nın başındaki Çelik buradan doğruca kente gitti. Sirenler, eskortlar... Kendisini polislerden oluşan bir tören kıtası karşıladı.
Yanındaki bazı AKP milletvekilleriyle birlikte önce valilik, sonra belediye ve AKP il başkanlığı ziyaretleri...
Beyefendi herhangi bir okula falan ziyarette bulunmadı.
Dananın kuyruğu sonra koptu. Hüseyin Çelik, Gaziantep’e mağaza açmaya gelmişti.
Yerel Hakimiyet Gazetesi’nin muhabiri Murat Güreş bu açılış sırasında kendisine bir soru sordu:
"Sayın Bakan, Gaziantep’e gelişinizin ana nedeni bir mağazanın açılışı. Oysa biz sizin okulları ziyaret edeceğinizi, öğrencilerle bir araya geleceğinizi umuyorduk. Mağaza sahibi ile siyasi bir yakınlığınız mı var?"
Bakan Bey çok sinirlenmişti. Yüzü buruştu ama yanıt verdi:
"Mağazanın sahipleri Vanlıdır. Benim hemşerimdir. Bursa’daki mağazalarını da ben açtım. Nerede olsa açarım. Gaziantep’e sizden izin almadan geldiğim için özür dilerim."
Özel uçağın parasını kim ödemişti? Mağaza sahipleri mi?
Herhalde öyledir, devlet ödeyecek değil ya!
Eğitim Bakanı, hemşerilerinin mağazaları nerede olursa olsun gidip açacağını söylüyor.
Okulları mokulları boşverin, nasıl olsa boş zamanı var, elbette gidip mağaza açacaktır.
AÇIKLAMA
İstanbul Büyükşehir Belediyesi 10 gün önce Ali Sami Yen Stadı’nda bir gösteri düzenledi. 9 bin öğrenciye bisiklet dağıtılacaktı. Okul müdürleri, yöneticileri, veliler ve öğrenciler gösteriye çağrıldı. Oy avcılığı yapılacaktı, Başbakan da şeref verdi! Bisiklet yerine bisiklet kuponu dağıttılar! Yazımda sormuştum:
"Bu işin maliyeti nedir? Bisikletler için ihale açıldı mı?"
Yazılı yanıt geldi:
"Karne şenliğinde 3 bin’i geçen yıl alımı yapılanlardan olmak üzere toplam 9 bin bisiklet (kuponu) dağıtımı yapılmıştır. Bisikletler doğrudan Devlet Malzeme Ofisi’nden alınmış ve ihale yapılmamıştır. 6 bin bisiklet için Büyükşehir Belediyesi tarafından DMO’ya 500 bin YTL (500 milyar) ödeme yapılmıştır."
ÇOĞALIN EVLATLARIM ÇOĞALIN!
Eğitim Bakanı böyle olur da, Sağlık Bakanı boş durur mu! Geçen hafta o da veciz bir biçimde konuştu. Özeti:
"Nüfusumuz mümkün olduğu kadar çoğalmalıdır."
Bu görüşüne örnek olarak da ABD Sağlık Bakanı’nı gösterdi.
"Onun da beş çocuğu var."
Bir ülke düşünün, milyonlarca insan aç, işsiz, sefil durumda geziniyor. Aileler -özellikle fakir fukara ve eğitimsiz kesim- bol çocuk yapmış. Çocuklar okuyamıyor. Onların çocuklarını burs verip yurtdışında okutacak işadamları yok.
Eğitim sistemi, sağlık sistemi, her şey çökmüş.
Hiçbir alanda böylesine korkunç bir nüfus patlamasına yetecek kadar hizmet üretilemiyor. Devlet bütçesinin iki yakası bu nedenle bir araya gelmiyor. İnsanlar -ve özellikle çocuklar- bu yüzden sefalet çekiyor, ölüp gidiyor.
Türkiye’nin olanakları 73 milyon insanına yetmiyor... On yıl sonra 100 milyonu geçeceğiz, o zaman ne olacağını hiç kimse düşünmek bile istemiyor...
Ve böyle bir ortamda bir Sağlık Bakanı ortaya çıkıp bunları söyleyebiliyor!
Acaba bilinçli mi, bilinçsiz mi? Acaba Türkiye’ye uzaydan mı geldi, gökten zembille mi indi? Anlamak mümkün değil.
Bu tabloyu gülerek mi, yoksa ağlayarak mı değerlendirmek gerektiğini bilemiyoruz.
Hayretle, ibretle, şaşkınlıkla izlemekle yetiniyoruz.
Yazının Devamını Oku 18 Haziran 2006
SEVGİLİ okuyucularım, geçtiğimiz pazar günkü "Kahraman" başlıklı yazımda sizlere gerçek bir kahramandan söz etmiş ve ismini de vermiştim. Sabah Ketene. Kendisinden daha önce "Şu Benim Gazetecilik. Yaşadıklarım" isimli kitabımda söz etmiş, ancak ismini vermemiştim... Çünkü o kitap yazıldığında, nerede olduğunu bilmediğim Ketene herhalde yaşıyordu.
Geçtiğimiz nisan ayında Kerkük’te taranarak öldürüldüğünü bizi tanıştıran kişiden haber aldım.
Pazar günkü yazımdan sonra bizim entel-liboş-şeriatçı kesimi yazılar döktürdü! Özetle şöyleydi:
"Kahraman değil katildi... Ketene meğer MİT görevlisiymiş..."
Evet, ülke çıkarları uğruna kelle koltukta görev yapan Sabah Ketene, bu kesimler tarafından bir anda "katil" ilan edildi, fotoğrafları yayınlandı.
Şimdi bir an gözlerinizi kapayın ve 1980’li yılların sonuna, 1990’lı yılların başına dönün. Ülkede PKK terörü azmış, her gün köyler basılıyor, insanlarımız öldürülüyor, kentlerde bombalar patlıyor. Güneydoğu elden çıktı çıkıyor.
Can ve mal güvenliği tümüyle yok olmuş. Yollar kesiliyor, 33 silahsız askerimiz şehit ediliyor, askeri birlikler bile basılıyor.
Abdullah Öcalan, Suriye’den esip gürlüyor. PKK bazı Avrupa ülkelerinde kamplar kurmuş, eğitilen militanlar Türkiye’ye girip eylem yapıyor.
Vuruşlar çoğu zaman belden aşağı. Siviller, öğretmenler, kadınlar, yaşlılar, bebekler bile amansızca öldürülüyor, ormanlarımız yakılıyor.
Günümüze kadar bilanço: Toplam 35 bin can kaybı. Generaller dahil binlerce subay, astsubay, uzman çavuş, er ve korucu şehit... Ve sakat kalan binlerce ana baba kuzusu askerimiz.
Biz bu pislikle nasıl başedecektik? Karşımızda Avrupa vardı, bazı Ortadoğu ülkeleri vardı. PKK yayınlarını oralardan yapıyor, zehrini oralardan saçıyor, militanlarını oralarda yetiştiriyordu.
İşte o aşamada Sabah Ketene gibi kahramanlar devreye girdi. Belli ülkelerde bire bir eylem koydular. Böylece karşı tarafı epeyce caydırdılar. Sadece Ketene değil, daha nice asker ve siviller... Ve her biri isimsiz kahramanlarımız.
Öldüler, sakat kaldılar, bir tek maaşa talim ettiler.
Şimdi 1980’li yıllara bir kez daha dönelim ve ASALA Ermeni terör örgütü olayını anımsayalım. ABD, Avrupa ve Ortadoğu ülkelerinde 34 diplomatımızı ve aile bireylerini şehit ettiler. Ankara’da Esenboğa Havalimanı’nı basıp nice masum insanımıza kıydılar, İstanbul’da bombalar patlattılar.
Karşımızdaki düşmanın yeri yurdu belli değildi. Aynen PKK olayında olduğu gibi. Peki Türkiye Cumhuriyeti bunlarla nasıl mücadele verecekti? Daha ne kadar insanımızın öldürülmesini bekleyecekti? Ne yapılmalıydı?
İşte o aşamada yine kahramanlar devreye girdi. Pek çoğu devletin görevlisiydi. Bunlar çeşitli ülkelerde ASALA liderlerini buldular ve yok ettiler.
ASALA öyle bitirildi.
* * *
Ülkemizde bazı kesimlerde devlet ve asker düşmanlığı doruk noktasında. Bunların medyada yazarları, yorumcuları var! Her fırsatta kin kusuyorlar. İlginçtir, bazı Marksist geçinenlerle şeriatçılar, bu konuda yanlarına entel kesimi de alıp birleşiveriyorlar!.. Ve kin kusuyorlar.
Onların bugüne kadar ASALA veya PKK katillerini kınadığına pek tanık olmadık! Ama ne zaman ki savunmadaki devlet bir iş yapar, görevliler hep bir ağızdan "katil" ilan edilir ve sindirilmek istenir!
Onların gözünde MİT katildir, dağ başında vuruşan asker katildir, teröristle mücadele veren polis de katildir.
Dünyanın hiçbir ülkesinde ihanet böylesine, bizim tanık olduğumuz ölçüde yoğun olmadı. Türkiye bu ihanet yarışına rağmen mücadele verdi.
İnancım odur ki, içimizdeki hainler dışarıdaki yabancı hainlerle kıyaslandığında, bin kat tehlikeli olmuştur.
İhanet korosu şimdi arkasına AB desteğini aldı, sesi daha gür çıkıyor!
Evet, Kerkük’te öldürülen Sabah Ketene gerçek bir kahramandı.
Kendisine şimdi katil diyenler gibi İstanbul’un entel barlarında, sosyete meyhanelerinde, gay barlarında eğlenip muhabbet etmeyi seçse herhalde daha mutlu olur, daha güzel yaşardı. Ama vatan görevinde zor yolu seçmişti.
Unutmayalım, Sabah Ketene gibiler ülkemizde nice insanın canını kurtardı. Onlar olmasaydı, bu yazıyı okuyan sizler dahil belki pek çoğumuz hayatta olmayacaktık.
Onlara "katil" demek ayıptır, utanmazlıktır.
İsimsiz kahraman Ketene’ye bir kez daha Allah’tan rahmet diliyorum. Onu ve vatan kavgasında can veren bütün şehitlerimizi burada bir kez daha saygıyla anıyorum. Nur içinde yatsınlar.
Yazının Devamını Oku 17 Haziran 2006
BİZİM Başbakan kendine göre bir "cumhurbaşkanı" tanımı yaptı. O tanıma göre birini önümüzdeki mayıs ayında Çankaya’ya çıkaracaklarını açıkladı. Hemen herkesin kafasında aylardan beri bir tek soru var: "Kim cumhurbaşkanı olacak? Yoksa Recep Tayyip Erdoğan mı?.."
Bu soru bana da her gün en az birkaç kişi tarafından soruluyor. Herkese aynı yanıtı veriyorum:
"Kimin olacağını şu anda kendisi bile bilmiyor. Bu soruyu ona sorsanız, verebileceği bir yanıt yoktur."
Niçin?.. Çünkü kafasında büyük kuşkular var. O makama kendisini seçtirmeyi şiddetle istiyor ama seçildiği takdirde Türkiye’nin nasıl gerileceğini, nasıl büyük sıkıntılar yaşayacağını ve o sıkıntıları atlatmasının asla mümkün olmayacağını, hepimizden daha iyi biliyor.
Dikkat ediniz, cumhurbaşkanlığı seçimine henüz 11 ay var... Ve bu konu Türkiye’yi şimdiden germeye başladı. Bunun tek nedeni de, bir tek kişi.
Yani o!
***
Beyefendi önceki gün kendince bir tanımlama yaptı ve cumhurbaşkanlığı makamına nasıl birinin seçilmesi gerektiğini yine kendince açıkladı! Tanımı şöyle:
"Cumhurbaşkanı olacak kişi ülkede barışa, sevgiye, birliğe, beraberliğe, dostluğa zemin hazırlayacak biri olmalı."
Dün bazı gazetelerde manşetler atılmıştı, bazı köşe yazarları da o doğrultuda yazılar yazmıştı:
"Recep Tayyip Bey, Çankaya için kendisini tarif etti."
Bence tam tersi.
Kendisini tarif etmedi... Çünkü bugüne kadar Başbakan kimliğiyle ülkemizde birlik ve beraberlik ortamı yaratamadığı gibi, tam aksini yaptı.
"Dostluk ve sevgiyle" uzaktan yakından ilgisi olmadı. Yine tam tersine, karşısına çıkan her kesimden insanlarımızı tersledi, azarladı, hakaret ve alay etti.
"Ananı al da git, çok konuşma, sor bakalım şu sahtekára ne istiyormuş, senin duyguna ihtiyacım yok, dur dinle be, dokuz ay on gün be, oğlun da işsiz kalsın, otur otur, afra tafra atma" gibi nice sözler onun ağzından çıktı. Üstelik önüne geleni mahkemeye verdi.
Kitleleri "bizdendir, bizden değildir" gibi ayrımlara tabi tuttu.
Devletin pek çok kurumuyla kavgalı.
Sevmiyor, sevilmiyor.
Laik Türkiye Cumhuriyeti modelini içine sindiremiyor.
Böyle birinin cumhurbaşkanı olamayacağını, olduğu takdirde Türkiye’de kıyamet kopacağını, ülkemizin korkunç bir gerilime sürükleneceğini ve sonucunda neler neler olacağını biz bildiğimiz gibi, Recep Tayyip Erdoğan da elbet biliyor.
O nedenle önceki günkü tanımı yaptı!
"Ben olmayacağım" demek istedi. Rahat olabilirsiniz.
KİM OLMALI, KİM OLMAMALI
Dün okuyucum Bülent Yılmaz’dan gelen mesaj bu konuya ışık tutuyor. Okuyucum "kim olmalı, kim olmamalı" konusunu çok güzel özetlemiş:
"Cumhur’a başkan olacak kişi vatandaşını azarlamamalı, kovmamalı. Onu dinlemesini bilmeli. Nezaketi elden bırakmamalı. Ağzı bozuk olmamalı. Küfür etmemeli. Argo konuşmamalı. Bu üslubu marifet saymamalı.
Demokrasiye, laikliğe, hukuka, yargı kararlarına ve insan haklarına saygılı olmalı. Devlet yönetmekle şirket yönetmenin aynı şey olmadığını bilmeli. Kurbanlık koyun pazarlığı gibi pazarlıkların devlet ciddiyetine yakışmadığını iyi bilmeli.
Asil, mert ve saygılı olmalı.
Herkese eşit mesafede olmalı, gerginlik yaratmamalı.
Hemen sinirlenmemeli. Örneğin dış ülkede büyükelçimizi azarlamaktan kaçınmalı.
Atadığı bakanların istifa mektuplarını en baştan alıp cebe koymamalı.
Bu ülkenin askeri, yargısı, üniversitesi ve halkıyla sürekli kavga içerisinde olmamalı.
Kişilikli, onurlu ve yurtsever olmalı.
Bu ülkenin hangi koşullarda kurulduğunu iyice okuyup anlamalı, öğrenmeli.
Atatürk’ün Büyük Nutuk adlı eserini sular seller gibi ezberlemeli, hatta özet çıkarmalı.
Milletini, ülkesini ve insanlarını sevmeli.
’Türkiyeli’ değil ’Türk’ olmalı...
Ve adam gibi olmalı."
Kim olmalı, kim olmamalı? Okuyucum bunları yazmış. Yorumu, kararı, takdiri size aittir!
Yazının Devamını Oku 16 Haziran 2006
BURSA’nın Orhangazi İlçesi’nde halen çalışan, raporlara göre çevreye büyük zarar veren bir tesis var. Cargill. Bu dünya çapında firma gücünü ABD yönetiminden alıyor ve ABD siyasetinde etkili.
Gelmiş Türkiye’ye yatırım yapmış. Türk çiftçisini, özellikle pancar ekicilerini mahvediyor, çevre kirliliği yaratıyor.
Cargill, sivil toplum örgütleri ve meslek kuruluşları tarafından defalarca mahkemeye verildi. Mahkemeler tesisin kapatılması doğrultusunda kararlar verdi. Fakat gelin görün ki, hiçbir iktidar bunu yapamıyor...
Çünkü Cargill’in arkasında ABD var. Cargill’in korunması, Recep Tayyip Bey’in ABD gezilerinde de o ülkenin en üst düzey yetkilileri tarafından kendisine söylendi.
ABD bir şey isteyecek ve Türk hükümeti tersini yapacak! Elbette olacak şey değil.
Çarşamba günkü yazımda bir Başbakanlık belgesi açıklamıştım. Başbakan adına imzalanan 20 Nisan 2006 tarih ve 3020 sayılı Başbakanlık yazısında Cargill’le ilgili yargı kararlarının hükümsüz kılınması ve tesisin işletmeyi sürdürmesi için "yeni kanun çıkarılması" Tarım Bakanlığı’ndan istenmişti.
Başbakanlık bir yabancı firmanın avukatlığına soyunmuş, onu kurtarmak için çaba harcıyordu.
Kanun teklifi bir AKP milletvekiline imzalatıldı ve dün TBMM’de Tarım Komisyonu’nda görüşüldü. Alt komisyona havale edildi. İşi o yolla kotarmaya karar verdiler.
***
Şimdi işin öteki boyutlarına kısaca göz atalım. Dün elime bir yazı daha geçti. Başbakanlık tarafından Çevre ve Orman Bakanlığı’na yazılan 6 Haziran 2003 tarih ve 2504 sayılı yazı. Son iki cümlesini aynen yazıyorum:
"...Cargill’e ait fabrikanın işletilmesine devam edilmesi kararlaştırılmıştır. Söz konusu Bakanlar Kurulu Prensip Kararı halen yürürlükte olduğundan, uygulamanın Prensip kararına göre yapılması hususunda gereğini rica ederim."
Peki bu yazının altında kimin imzası var?
"Recep Tayyip Erdoğan. Başbakan!"
***
Şimdi bir belge daha açıklıyorum. Cargill aleyhine verilen mahkeme kararları sırasında Bursa Valisi olan Kaan Oğuz Köksal, şu anda İzmir Valisi. Cargill hakkında verilen mahkeme kararlarını uygulamadığı için hakkında soruşturma izni isteniyor.
İçişleri Bakanlığı bu istemi Bakan Abdülkadir Aksu imzasıyla reddediyor. Bakan imzasıyla çıkarılan 7 Kasım 2005 tarihli kararda soruşturma izni verilmiyor.
Şimdi bunu izleyen başka bir belgeye bakalım. Gönderen: Yargıtay Cumhuriyet Başsavcılığı Üst Düzey Memur Suçları Bürosu. Tarih 3 Nisan 2006, sayı 111. Konu: Savunma istemi. Özetliyorum:
"Sayın Kaan Oğuz Köksal. İzmir Valisi. Bursa Valiliğiniz sırasında Cargill hakkında açılan davalarda verilen iptal kararlarını uygulamadığınız anlaşılmıştır. Cumhuriyet Başsavcılığımızca yürütülen hazırlık soruşturmasında savunmanızı almak yasa gereğidir. Yazılı savunmanızı göndermeniz tebliğ olunur."
İşin nerelere gittiğini görüyorsunuz.
"Türkiye Cumhuriyeti" hükümeti bir yabancı firmanın haklarını korumak için yargı kararlarını yok sayıyor, o kararları geçersiz kılıp Ülker firmasının ortağı olan Cargill’i kurtarmak amacıyla kanun teklifi verdiriyor. Hem de resmi yazılarla!.. Çünkü ABD yönetimi, bizim hükümete baskı yapıyor.
İznik Gölü çevresine verdiği zarar, 195 bin metrekarelik birinci sınıf tarım arazisi üzerine kurulu tesis, zeytinlikler üzerindeki olumsuz etkileri yanında Türk pancar çiftçisine vurduğu darbeler... Şirketin piyasaya sürdüğü fruktoz şurubunun sahte bal üretiminde kullanılması...
Ve Cargill’i kurtarmak için uygulanmayan yargı kararları, Başbakanlık’ta yapılan toplantılar, yazışmalar, işi kılıfına uydurma çabaları...
Cargill Türkiye’yi uzaktan kumandayla -ama tam içimizden- yönetiyor.
Cargill için şimdi yasa çıkarılmak isteniyor. İnanılır gibi değil.
Bu firmayla uzaktan yakından ilgim yok. Özel bir husumetim de yok. Ama ülkemin böyle -bir sömürge gibi- yönetilmesini içime sindiremiyorum. Pek çok sahipsiz-torpilsiz-hükümette arkası ve adamı olmayan firmanın batmasına göz yumulurken, gücünü yabancılardan, Arap şeyhlerinden, AB ve ABD’den alan böylelerinin hukuk bile çiğnenerek korunup kollanmasına isyan ediyorum.
Yazının Devamını Oku 15 Haziran 2006
SEVGİLİ okuyucularım, içlerinde hazine barındıran müzelerimizin acıklı durumunu hep birlikte basından izliyoruz. Müzelerimiz birbiri ardına soyuluyor, devletin ve milletin malı olan tarihi eserler çalınıyor. Bazı müzelerimiz bakımsızlıktan harap durumda. Hatta Ankara’daki Etnoğrafya gibi bazıları kapalı!
Topkapı Sarayı dökülüyor. Dünyanın en görkemli müzelerinden biri neredeyse Allah’a emanet.
Müze yetkilileri "Biz elimizdeki olanaklarla buraları koruyamıyoruz, bakımını sağlayamıyoruz" diyorlar.
Son olarak Uşak müzesinden Karun hazinesinin çalındığı ortaya çıktı.
Peki bunlar niçin oluyor? Geçmişini, tarihi eserlerini ve müzelerini koruyamayan bir ülke olur mu?
Olur! Niçin olur?..
Çünkü devletin parası yok. Devlet bütçesinin iki yakası bir araya gelmiyor. Bütçeye ödenek konulmuyor ve dolayısıyla harcama yapılmıyor.
Bu nedenle müzelerin giriş çıkışı denetim altına alınamıyor. Güvenliği sağlanamıyor. Alarm sistemleri yeterince kurulamıyor. Yeni eleman alınamıyor.
Böylece geçmişle bağlantımızı kuran müzeler kaderine terk ediliyor.
Aynen hasta insanlarımız gibi!
Devlet bütçesinde para olmadığı için hastaların en zorunlu ilaçları artık verilmiyor. Yüz binlerce hasta, belli ilaçlara heyet raporlarıyla mahkum insanlarımız ilaç alamıyor.
Memur, işçi, emekli... Devlette para yok para!
* * *
Devlet yatırım yapamıyor. Yatırım yapacak para da yok. Yatırımdan da vazgeçtik, insanların sağlığını hiçe sayıyor. Madalyonun bir yüzü böyle. Acıklı görüntülerle dolu.
Ya madalyonun öbür yüzünde neler oluyor? İşte orada belediyeler var. Bu iktidar devletin bütçesinden esirgediği parayı, pek çoğu kendi partisinden olan belediyelere aktardı.
Belediyelerde para bol. Bütün olanaklar onların elinde. Harcamaların denetimi yok! Belediyeler şirket kuruyor ve çoğu harcamayı tamamen keyfe keder bir biçimde o şirketler üzerinden yapıyor.
Paraların büyük çoğunluğu AKP’ye oy toplamak amacıyla harcanıyor.
Örneğin geçtiğimiz cuma gecesi İstanbul Büyükşehir Belediyesi 9 bin öğrenciye 9 bin bisiklet dağıttı. Tüm okul müdürlerinin, yöneticilerin, öğrenci ve velilerin Ali Sami Yen Stadı’na gelmesi okullardan resmen istendi. Törene (!) Başbakan da katıldı.
İşin ilginç yanı neydi biliyor musunuz?
Orada şakır şakır yağan yağmur altında o çocuklara bisiklet değil, bisiklet kuponu dağıtıldı!
O kuponları okullarda dağıtmak mümkün olmaz mıydı? Elbette olurdu ama stadyumda oy avcılığı yapılacaktı.
Bu dağıtımın her şey dahil parasal maliyetini cuma günkü yazımda burada sordum. Hiçbir yanıt gelmedi!
Bisikletler kaça ve nereden alınmıştı? İhale açılmış mıydı? O gecenin toplam maliyeti ne olmuştu?
Bir yanda İstanbul büyük bir köye dönüşmüş, binlerce belediye hizmeti aksıyor, insanlar çileden çıkıyor ve öbür yanda paralar böyle har vurulup harman savruluyor, oy avcılığı için harcanıyor.
Bu yeni düzende bazı Güneydoğu belediyeleri ise PKK’nın denetiminde! Onların paraları da dolaylı yollarla PKK’ya aktarılıyor.
Devlet bütçesi batık, belediyeler har vurup harman savuruyor. Türkiye böyle bir düzende yönetiliyor.
SAYGI ÖZTÜRK’ÜN KİTABI
Bizim Saygı sanki bir kitap üretim fabrikası! Ben ise onun "kadrolu önsöz yazarı" olarak görev yapmaktayım! Geçenlerde yanıma geldi ve aynı istekte bulundu: "Abi çok güzel bir kitap yazıyorum, senden de yine önsöz yazmanı rica ediyorum..."
Yazmaya başlayıp başlamadığını sordum, üç gün önce başladığını söyledi. Ben de "İyi o zaman, bitince haber ver de önsözü yazayım" dedim. Aldığım yanıt bizi kahkahalara boğdu: "Abi kitap yarın baskıya giriyor."
Jet hızıyla yazıyor Saygı. Elindeki Şemdinli dosyalarını-belgelerini birleştirdi ve ortaya yine çok ilginç, belgelerle dolu bir kitap çıkardı:
"Şemdinli’de Olay Var" (Ümit Yayıncılık.)
Türkiye’yi sarsan bir sürecin perde arkasını belgelerle izleyin... Çünkü Şemdinli olayı, Van Rektörü Yücel Aşkın’dan sonra kurulan ikinci tezgahtı ve hedef olarak Orgeneral Büyükanıt seçilmişti. Amaç onun Genelkurmay Başkanı olmasını önlemekti. Sonraki tezgahları biliyorsunuz! Saygı’nın kitabını bir solukta okuyun.
Yazının Devamını Oku 14 Haziran 2006
SEVGİLİ okuyucularım, bu yazımda size ülkemizin nasıl ve kimlerin çıkarları doğrultusunda yönetildiğinin, mahkeme kararlarının yeni yasalar çıkarılarak nasıl geçersiz kılındığının somut ve acıklı örneğini veriyorum. Yazdıklarımın tümü belgelidir. Dünyada kendi alanında adeta tekel olan Cargill isimli dev bir firma var. Merkezi ABD’de. Tarım ve gıda ticaretiyle uğraşıyor. Firma ABD siyasetinde etkili. Cargill’in ülkemizde iki yatırımı var. Şimdi belgeleyeceğim olay Bursa’da kurulacak olan üçüncü tesisi (mısır işleme) ile ilgili. Olayı çok basitçe anlatacağım ki herkes anlayıp öğrensin ve küçük dilini yutsun!
Cargill Bursa Orhangazi’de birinci sınıf tarım arazisi olan, aynı zamanda koruma altındaki büyük arazilere fabrika yapmaya soyundu. Yasalar uyarınca o araziye fabrika kurulamazdı. Sonuçta mevzuat değiştirildi, bir sürü katakulli yapıldı ve adamlara izin verildi.
İş yargıya intikal etti. Meslek kuruluşları ve sivil toplum örgütleri tarafından davalar açıldı. Davalar kazanıldı. Danıştay tarafından da onandı. Bu durumda Cargill’in orada fabrika kurabilmesi artık söz konusu olamazdı.
***
İyi de, AKP iktidarı Cargill’in bu işi yapmasını istiyordu. Ne olacaktı? Cargill nasıl korunup kollanacaktı? Bunca yargı kararı ortada dururken dev yabancı firmaya nasıl bir kıyak yapılabilirdi?
Ülkemizi yöneten ileri zekálılar topluluğu hemen çözümünü buldu. Küçük bir yasa değişikliği yapılması gerekiyordu. Başbakanlık işe el koydu. İşte Başbakanlık Müsteşar Yardımcısı Mustafa Çetin tarafından imzalanıp Tarım Bakanlığı’na gönderilen Nisan 2006 tarih ve 3020 sayılı yazının kısacık özeti: (Parantez açtım. Yazı Başbakan adına imzalanmış.)
"Cargill aleyhine davalar açılıp kazanılmıştır ve izinler iptal edilmiştir. Bu konuda Başbakanlıkta, Cargill’in de katıldığı bir toplantı düzenlenmiştir. Danıştay kararının tesisin faaliyetin durduracak nitelikte olduğu anlaşılmış ve hukuki yönden ne yapılması gerektiği tartışılmıştır.
Sonuçta 5403 sayılı Toprak Koruma Kanunu’nda değişiklik yapılmasına karar verilmiştir. Kanun değişikliği altı ay süre için yapılacak, böylece Cargill’in iznini yenilemesi mümkün olacak ve faaliyetini sağlayabilecektir.
Bakanlığınız bu konuları incelesin ve sorunun aşılabilmesi için gerekli çalışmayı yaptırsın."
Başbakan adına imzalanan yazı özetle böyle diyor.
***
Peki sonra ne oldu? AKP Bursa milletvekili Altan Karapaşaoğlu adına acele bir kanun teklifi hazırlattılar. Sadece iki maddeden oluşan bir teklif! Ayrıntılara girmiyorum. Bu teklif kabul edildiğinde yargı kararları aşılmış olacak ve Cargill firması Bursa’da birinci sınıf tarım arazisi üzerine tesislerini şakır şakır kuracak.
Bu teklif hemen TBMM Başkanlığı’na verildi. Peki sonra neler oldu?
Cargill firmasının acelesi vardı. AKP bu kanun teklifini hemen gündeme aldırdı.
TBMM Tarım Komisyonu 15 Haziran 2006 günü -yarın- bu gündemle toplanacak, teklifi AKP oylarıyla kabul edip Genel Kurul’a gönderecek. Orada da beş dakkada Beşiktaş yöntemiyle kabul ediliverecek!
Metni okuduğunuz zaman hiçbir şey anlamıyorsunuz. İşin ne olduğunu bilebilmek mümkün değil. Cargill adı doğal olarak geçmiyor.
Sevgili okuyucularım, size bir "perde arkası" anlattım. Hiç kimsenin bilmediği, farkına bile varmayacağı bir olayın perde arkasını belgelerle açıkladım.
Oynanan Cargill oyununu sergiledim.
İşin acı tarafı, olayın içinde Başbakanlık bile var!
Yargı kararları kanun çıkarılarak geçersiz kılınıyor, kenara itiliyor... Ve bunlar Başbakanlık yazısında açıkça belirtiliyor.
Bir yabancı firmanın çıkarları uğruna hukuk çiğneniyor.
Başbakanlık adeta Cargill firmasının hukuk bürosu olmuş, Başbakanlık makamı yabancı firmanın avukatlığına soyunmuş.
Bir başka boyut, Tarım Bakanlığı işin içyüzünü bildiğinden kanun tasarısı hazırlamıyor... Çünkü hazırlasa, ters tepecek ve zan altında kalacak. Bu nedenle bir AKP milletvekiline yazılı metni verip kanun teklifi olarak gündeme -ve bugün Komisyon’a- getiriyorlar.
İşte size acıklı, yüz kızartıcı bir perde arkası!
Cargill firmasına, o firmanın haklarını fedakárca savunan, böylece tarım alanlarının talan edilmesine göz yuman, yol veren, bu amaçla hukuku bile çiğneyen Başbakanlık ve Tarım Bakanlığı’na daha nice başarılar dilerim!
Yazının Devamını Oku 13 Haziran 2006
KOSKOCA Türkiye Cumhuriyeti’nin ne durumlara düştüğünü -ve düşürüldüğünü- hayretle, ibretle ve utanarak izliyoruz. En başından beri burada ben şahsen defalarca yırtındım: "AB’ye evet ama onurumuzla gireceksek. Kendimizi bunlara aşağılatmayalım."
Başkaları da aynı doğrultuda yırtındı. Ancak iktidar bunları hiç umursamadı.
Eğer göl maya tutarsa, her şeyden önce TSK’yı tümüyle devre dışı bırakacaklardı. Bunu bir ölçüde başardıklarını da itiraf edelim. Sonra kafalarındaki karşı devrimi adım adım gerçekleştireceklerdi. Bunu da önemli ölçüde başardılar.
Sadece bu iki neden bile, AB’nin emir ve güdümüne girmeleri için yeterliydi. Hepiniz tanıksınız, işin özüne bakalım:
AB emretti, bunlar yaptı. AB ne istediyse verdiler. Karşılığında bir tek ödün alamadık, bir tek isteğimiz olmadı. İç ve dış siyasetimizi, ekonomiyi ve her şeyimizi ABD ile birlikte AB’ye teslim ettiler.
Doğruyu söylemek gerekirse AB kendi işini ve çıkarlarını iyi biliyordu. Karşısında her türlü maddi ve manevi sömürüye açık 72 milyonluk bir pazar vardı. Bizimle kedinin fareyle oynadığı gibi oynadılar... Ve oynamayı sürdürüyorlar.
AKP, AB’ye yaranmak uğruna öylesine ileri gitti ki, terörün yoğun olduğu ülkemizde güvenlik güçlerinin birçok yetkisini bile kısıtlamaktan çekinmedi.
Memleketin altın yumurtlayan tavukları, sırf AB istiyor diye -günü kurtarmak uğruna- önüne gelene satıldı.
***
Bu süreçte karşımıza bazen "iyi polisler" bazen de "kötü polisler" çıkarıldı. Son günlerde olduğu gibi! Tam Lüksemburg’da AB ile görüşme başlatacağız (!), birkaç yüz bin nüfuslu AB üyesi Kıbrıs Rum Kesimi su koyvermesin mi!
Kıbrıs Rum Kesimi kimden direktif alıyor? Elbette Yunanistan ve bazı AB ülkelerinden. Rumlara "sen sıkı dur" diyen Yunanistan, karşımızda iyi polis rolünü oynuyor, kötü polis olmaya Rum tarafı itekleniyor.
Bizim büyük devlet ve hükümet adamı Abdullah Gül ise Ankara’da gün boyunca Lüksemburg’dan haber bekliyor. Sorun çözülürse gideceğini söylüyor ve ekliyor: "Oraya gidip havaalanında bekleyecek değilim!"
Maşallah, ne günlere kaldık.
Dün öğle saatleri oldu, öğleyi geçti, ne olacağı belli değildi.
Bunca aşağılanmadan sonra gitse kaç yazar, gitmese kaç yazar!
Daha işin başındayız. Anamızdan emdiğimiz sütü henüz burnumuzdan getirmeye başlamadılar. Daha neler yaşayacağız neler!.. Bunların kapısında elpençe divan durup daha nasıl kahrolacağız!..
Girdikleri açmazın, başımıza gelenlerin ve geleceklerin kendileri de farkında ama yiğitliğe şey süremiyorlar.
***
Koskoca Türkiye Cumhuriyeti birkaç yüz bin nüfuslu bir ülkenin oyuncağı olmuş, oradan gelecek haberi bekliyor.
Kıbrıs Rum Kesimi açıktan posta koyuyor, bizimkiler öteki AB ülkelerine yalvar yakar olup "aman bir çözüm bulun, şunları yumuşatın" diye yakarıyor.
Dün akşam saatlerine kadar gözleri faksta, kulakları çalacak telefonda!..
"Gidecek miyiz, gitmeyecek miyiz..."
Bu AB masallarıyla milyonlarca insanımızı kandırdılar. "Ey vatandaş, hele AB’ye bir girelim, çantanı alınca ver elini Avrupa... Ne vize var ne bir şey..."
Adamlar daha ilk günden "size bu hakkı vermeyeceğiz" dediler de, dinleyen kim.
Bunca ülke şu anda AB üyesi. Romanya, Bulgaristan gibi bazıları çok yakında üye olacak. Soruyorum:
Bunlardan hangisi böyle rencide edildi, kapılarında esas duruşta bekletildi, aşağılandı? Hangi ülkenin onuru ve şerefiyle böyle oynandı?
Bir tek örnek gösteremezler.
Bu yazıyı dün saat 15.30 dolaylarında yazıyorum. Abdullah Gül ve ekibinin Lüksemburg’a gidip gitmeyeceği henüz belli değil. (Gitmiş olursa bayram-zafer ilan etmelerine şaşırmayın!)
Bu kadar aşağılanma yeter. Gitse de bir şey değişmez, gitmese de. Sonucu bekleyip yazımı değiştirecek değilim.
Sen koskoca Türkiye Cumhuriyeti olarak minnacık Kıbrıs Rum Kesimi’nin bile oyuncağı olmuşsun, gitsen kaç yazar, gitmesen kaç yazar!
Yeter be kardeşim!.. Ya bu kirli oyuna bir son verdirin, ya da bu ülkenin onurunu korumayı aklınıza getirin, bunlara yalvarmayı bırakın. Türkiye Cumhuriyeti’ni elálemin maskarası yaptırmayın.
Yazının Devamını Oku 11 Haziran 2006
GEÇEN yıl yayınlanan "Şu Benim Gazetecilik. Yaşadıklarım" isimli kitabımda "Kahraman" başlığı altında birini anlatıyordum. Orada ismini vermemiştim. Şimdi veriyorum: Sabah Ketene. Türkmen kökenli. Önce kitabımdan o bölümü birlikte okuyalım: "Bir devlet büyüğüyle konuşuyorduk. Bana şöyle dedi: ’Tanıdığım gerçek bir kahraman var. Sizin yazılarınıza hayranmış. Mutlaka tanışmak istiyor. Bir gün buralara yolu düşerse haber vereyim, tanıştırayım.’
Aradan yaklaşık bir ay geçti, devlet büyüğünden haber geldi. Konuğu Ankara’ya gelmiş. Üçümüz onun evinde buluştuk, tanıştım. İlginç bir adamdı. Sokakta görseniz süklüm püklüm, sıradan bir insan olarak tanımlardınız ve dikkatinizi bile çekmezdi.
Mensup olduğu kurum adına yurtdışında PKK’ya karşı ekibiyle birlikte büyük işler yapmıştı. Uzun uzun sohbet ettik. Hiç çekinmeden anlattı. Onları olduğu gibi yazabilmek isterdim.
Ekibinden ’aslan gibi çocuklar’ diye söz ediyordu. Verilen görev doğrultusunda hedef ülkeye ayrı ayrı gidiyorlar, orada ekibin öteki bireyleriyle buluşup gerekeni yapıyorlardı.
Bir ülkede kendilerine hedef verilmişti. Anlatıyor ve aynı zamanda hayıflanıyordu: ’Kaldığı apartmanda asansörün önünde sıkıştırdık, en az on kurşun yedi. ’Ölmüştür’ diye bırakıp gittik. Fakat adam yedi canlıymış. Altı ay hastanede yoğun bakımda kaldı ve sonunda düzelip çıktı. Onu bitiremedik. Fakat bundan sonra işe yaramaz.’
Kuzey Irak’ta (Erbil’de) PKK’nın bir binası var. Burada hem gazete basıyorlar, hem de binayı karargáh olarak kullanıyorlar. Bina birkaç katlı. Altında boş dükánlar var ama kepenkleri kilitli. (Sabah Ketene ve ekibi) binayı havaya uçurmak için gidiyorlar. Fakat çevrede sıkı güvenlik önlemleri alınmış. Görev dönüşü bir gün bana gazeteye geldi, anlatıyordu:
’Abi bu sefer canımız çıktı. Önce ayrıntılı keşifler yaptık. Çevreyi öğrenmek için iki arkadaş simitçi kılığına girdik. Çok iyi Arapça bildiğimiz için dikkat çekmedik. Tam üç ay sabah 4’te kalktım, fırından simit aldım ve binanın çevresinde sattım. Böylece geleni gideni iyice öğrendik. İş geldi bombaları yerleştirmeye. Bir gece sabaha karşı dükkánların kilitlerini usulca söküp içeri girdik ve patlayıcıları yerleştirdik. Bina yok oldu. İçerideki yirmi sekiz (PKK’lı) kişi de aynı akıbete uğradı. Ama bu sefer çok yoruldum. Zor bir işti. Ankara’ya yolum düşünce size uğramak istedim.’
* * *
PKK terörünün en yoğun olduğu dönemde turistik yörelerimizde birbiri ardına bombalar patlamış ve tüm turistler kaçmıştı. O yıllarda yöredeki ormanlarımızı da cayır cayır yakıyorlardı. Bunları bir ülkenin yaptırdığı belli olmuştu. Anlatıyordu:
’Malzemeleri ayrıca gönderip o ülkeye geçtik. Onların turistik yörelerinde birkaç bomba patlattık, oraları da derhal boşaldı. Onların başkentinde, metronun önünde bir patlama oldu ve halk paniğe kapıldı. Sonra dikkat ettiyseniz, o ülkede de çok büyük orman yangınları çıktı. Güzelim ormanlarına yazık oldu. Ama bizi sabote eden yakınımızdaki ülke pabucun pahalı olduğunu ve ne ekerse onu biçeceğini görmüş oldu. Bir daha bu gibi işleri açıktan yapamadılar.’
’Biz çalışmalarımızı gizli tutmak zorundayız. Ama belli yerlerimiz olması gerekir. İstanbul’un göbeğinde bir yerde göstermelik turizm bürosu açmıştık. Bizim ekipten ve amirlerimizden başka geleni gideni yok. Yani turizm falan yapmıyoruz, bir şey alıp satmıyoruz. Bir gün büroya maliyeciler gelip vergi defterlerini istediler. Tabii bizde böyle bir şey yok. Adamlara buranın ’çok özel’ bir yer olduğunu söylememiz de mümkün değil. O gün savdık. Ertesi gün yine gelip zabıt tuttular. Vergi kaçakçılığından işlem başlatıldı.’ Sonrasını devlet büyüğü anlattı:
’Bana telefon etti. ’Başımız derde giriyor, büronun kimliği açığa çıkabilir’ dedi. Maliye bakanına durumu bildirdim, vergiciler çekildi.’
* * *
Onu uzun zamandan beri görmedim. Bana cep telefonu bırakmıştı, birkaç kez aradım ama numara kullanılmıyor. Acaba şimdi ne yapıyor? Bilmiyorum.
Yukarıda anlattığım kişiyi görseniz, asla dikkatinizi çekmez. Aklınıza onun bir kahraman olduğunu kesinlikle getirmezsiniz. Türkiye’de birileri her dümeni çevirirken, birileri de kelle koltukta en büyük işleri başarıyor. Keşke mümkün olsa da, kamuoyu onları tanıyabilse.
Ama onlar hep gizli. Hep perdenin arkasında. En kutsal görevleri canları pahasına yerine getiren, kendilerini vatana adamış insanlar. Namussuzları, üçkáğıtçıları, vurguncuları çoğu zaman biliyoruz da, vatana millete hizmet eden o kesimi tanımıyoruz bile."
* * *
Sabah Ketene için kitabımda aynen bunları yazmış, ancak ismini doğal olarak vermemiştim. Halen görevde olmayan devlet büyüğü beni birkaç gün önce aradı:
"Duydunuz mu, Sabah Ketene’yi Kuzey Irak’ta öldürdüler... Taradılar. Zaten oralıydı, Kerkük’te gömüldü."
Demek Türkiye bir kahraman evladını daha yitirmişti. İsimsiz kahraman Sabah Ketene, Allah sana rahmet eylesin, nurlar içinde yat.
Yazının Devamını Oku