29 Haziran 2006
TÜRKİYE’de yozlaşmamış, magazin ve cıvıklıktan uzak, ulusalcı çizgide yayın yapan az sayıda televizyon kuruluşu var. Önde gelenleri Kanaltürk, BTV (Başkent Üniversitesi Televizyonu) ve ART (Avrasya Televizyonu.) Bunlardan ilk ikisi kablo yayında yer alıyor. Avrasya ise Digiturk ve çanak antenlerden izleniyor.
Kanaltürk iki gece üst üste, Fethullah Gülen’in geçmişteki sağ kolu ve bir numarası olan Nurettin Veren’le yapılan uzun söyleşiyi yayınladı. Bu söyleşilerin ikisi de Dünya Kupası maçlarına denk geldi. Bence bir kez daha yayınlanmalıdır.
Veren bu uzun söyleşide, gündeme son derece çarpıcı iddialar getirdi. Gülen cemaatinin aslında bir gizli örgüt olduğunu ısrarla vurguladı ve şöyle dedi:
"Ben burada savcılara ihbarda bulunuyorum. Soruşturma başlatsınlar. Beni de sanık veya tanık olarak dinlesinler. Ayrıca elimdeki bütün belgeleri savcılığa vermeye hazırım."
Veren’e göre Fethullahçı kesimin elinde 10 milyar dolara yaklaşan para var. Sadece para değil, başka güçler de var.
Örneğin Zaman Gazetesi, Samanyolu Televizyonu, Asya Bank, Işık Sigorta onların. Bunların dışında pek çok şirkete, yüzlerce okul ve dershaneye, üniversite ve hastaneye sahipler. Bu okul ve dershanelerde milyonlarca öğrenciyi eğitip beyinlerini yıkıyorlar.
***
Nurettin Veren bu işlerin içinden gelmişti ve bildiklerini anlatıyordu. İhbar ediyor ve bunu açıkça söylüyordu.
Bunun da ötesinde Fethullah Gülen’i "CIA ve ABD’nin adamı olmakla" suçluyor, anlattıklarının "www.nurettinveren.net" sitesinden izlenmesini öneriyordu.
Benim gerçekten merak ettiğim bir konu var.
Fethullah Gülen niçin ABD’de yaşıyor? Papa ile görüştükten hemen sonra niçin oraya gidip yerleşti? Niye yıllardır Türkiye’ye gelmiyor veya gelemiyor?
Ortada maddi gücü milyarlarca dolara ulaşan bir cemaat var. Amacı şu veya bu biçimde devletin tüm birimlerine kendi yetiştirdiği elemanları yerleştirmek. Zamanında bunu Gülen de söylemişti.
Kaymakamlar, valiler, hákimler, savcılar, subaylar, polisler ve diğerleri...
***
Gülen cemaatinin yurtdışında açmış olduğu okullar var. Toplam 91 ülkede 730 okul! Tamamında İngilizce eğitim veriliyor. Hepsi paralı. Düşünün ki Vietnam, Tanzanya, Moğolistan gibi kuş uçmaz kervan geçmez ülkelerde açılmış okullarda bin’den fazla Amerikan ve İngiliz vatandaşı görev yapıyor. Nurettin Veren bu okulları "ABD’nin atlama tahtası. ABD bu konuda Gülen’i kullanıyor" diye tanımlıyor.
Ayrıca Türkiye’de yüzlerce okul ve dershane açtılar. Okullar ilköğretimden, hatta yuvalardan başlıyor, lise ve üniversitelerle devam ediyor. Fatih Üniversitesi onların.
Ülkemizdeki çarpık eğitim sistemi sonucunda bir milyondan fazla öğrenci dershanelere gidiyor. Bunların FEM, Körfez, Maltepe, Sebat gibi pek çoğu Gülen cemaatine ait. Nurettin Veren bu tabloyu "Kursa giden her dört öğrenciden üçü onların eline düşüyor" diye tanımlıyor.
Ayrıca Azerbaycan, Kırgızistan, Kazakistan, Gürcistan, Türkmenistan gibi ülkelerde üniversite açtılar.
Televizyonlar, gazeteler, bankalar, sigorta şirketleri, okullar, dershaneler, hastaneler, vakıf ve şirketler, üniversiteler...
Peki ama bu değirmenin suyu nereden geldi?
Bu paralar nasıl geldi, nasıl gidiyor? İşin başında kimler var? Bu çark nasıl dönüyor? Parasal boyutu nedir? Paraları kim sağlıyor?
Nurettin Veren ekranda doğru mu söylüyor, yalan mı? Kendisi dahil ihbar ettiğine göre, çağırılıp ifade vermesi gerekmez mi?
***
Bu iddiaları araştırmak devletin görevidir. Eğer birisi çıkıp bunları söylüyorsa, devletin ilgili kurumları kendisini çağırır ve "anlat bakalım arkadaş, elindeki belgeleri de ver" deyip soruşturma başlatır.
Bunu yapmakla kim yükümlüdür?
Savcılık, Maliye Bakanlığı ve öteki ilgili kurumlar.
Araştırsınlar, incelesinler ve sonucu kamuoyuna açıklasınlar. Hatta Fethullah Gülen cemaatinin önderleri bu konuda kendileri başvuruda bulunsun ve gerçekler ortaya çıksın.
Kanaltürk yönetimi, Nurettin Veren söyleşisini bir kez daha yayınlasın. Devlet bu ihbarın üzerine gidip soruşturma başlatsın. Veren doğru söylüyorsa gerçekler ortaya çıksın. Yalan söylüyorsa onu da bilelim ve kendisini kınayalım.
Fethullah Gülen yandaşları da bunları söyleyen ve yazanların ölmüşlerine bile ana avrat sövmeyi, ölümle tehdit etmeyi bıraksın. "Müslümanlığa" hiç yakışmıyor.
Yazının Devamını Oku 28 Haziran 2006
DÜN Türk-İş tarafından her ay düzenli olarak yapılan araştırmanın haziran ayı sonuçları açıklandı. Tam bir ibret belgesidir. İçinde bulunduğumuz haziran ayında dört kişilik bir ailenin sadece gıda harcamaları, yani mutfak enflasyonu yüzde 2.37 oranında arttı.
Böylece aynı ailenin açlık sınırı 517 YTL’ye ulaştı.
Aynı ailenin yoksulluk sınırı ise 1.861 YTL oldu.
Öteki sonuçlar şöyle:
Memurlara yılbaşında yapılan zam, sadece bu ay içerisinde uçtu gitti.
Asgari ücrete yılbaşında yapılan 30 YTL tutarındaki zammın başına da aynı şey geldi.
Ortada korkunç bir tablo var. Milyonlarca asgari ücretli vatandaşımız şu anda yılbaşına göre geriye düşmüş durumda. Açlık sınırının da çok altında yaşıyor.
Memur, işçi, emekli, bütün kesimler aynı çileyi çekiyor. Nüfusun yüzde 10’u işsiz, onları hiç saymıyorum!
Dün Ankara’da görevli 14 yıllık hekimden aldığım faks mesajı:
"Maaşım net 1 milyar 380 milyon lira. Açlık sınırındayım. İnsaf!"
Türk parası birkaç hafta içerisinde yüzde 30 değer yitirdi. Döviz yükseldi, faizler arttı.
Hükümet hemen açıklama yapmaya koyuldu:
"Bu durum dış piyasalardan kaynaklanıyor."
Soruyorum: Bu olayı dünyada bizden başka hangi ülke yaşadı? Birinin ismini versinler.
Piyasalar durgun. Günü kurtarmak için devletin ve milletin fabrikalarını, limanlarını, altın yumurtlayan tesislerini, okul binalarını, kamu arazilerini önüne gelene satan AKP iktidarı şimdi piyasaya döviz satıyor ve bu yolla dövizin ateşini düşürmeye çalışıyor.
İktidarları boyunca milleti bol bol uyuttular. Türk parasının değerini yüksek tutup insanlara yapay pembe tablolarla masal okudular. Şimdi acı gerçekler tek tek ortaya çıkmaya başlayınca, piyasaya döviz satıyorlar.
Son birkaç gün içerisinde 1 milyar dolardan fazla döviz sattılar. Döviz satmayı daha ne kadar sürdürecekler, bilen yok.
***
Bir iktidar "Biz zaten enkaz devralmıştık" edebiyatına başladıysa, bilin ki çuvallamaya başlamıştır. Bir iktidar yıllar sonrası için vaatlerde bulunuyorsa, "Hele biraz daha sabredin sevgili vatandaşlarımız, tünelin ucu göründü" lafları ediyorsa, yine bilin ki çuvallamaya başlamıştır.
Ne dedi Başbakan geçen gün? "Cumhuriyetimizin 100. yılında ülkemizi inşallah gökkuşağı ülkesi yapmış olacağız!"
Gökkuşuağı ülkesinin ne demek olduğunu bilen yok. Herhalde kendisi veya eline verilen yazılı metni kaleme alanlar biliyordur!
Söz verdiği tarihe bakın! Cumhuriyetin 100. yılı. Yani 2023!
Henüz 17 yıl var.
Şimdi sevgili okuyucularım, ben de sizlerden aynı doğrultuda bir istekte bulunacağım. Lütfen şunun şurasında 17 yıl bekleyin, -her ne demekse- gökkuşağı ülkesi olduğumuzu görün!
Bir ülkede iş ciddiyetini yitirir, milleti masallarla uyutmaya kalırsa, olacağı işte budur.
YANIT YOK AMA...
Dünkü yazımda Başbakan’ın sağ kolu ve danışmanı Cüneyd Zapsu ile ilgili sorular sormuştum. Hiçbir yerden yanıt elbette gelmedi. Ancak bir bölümünü dün Milliyet’te Nedim Şener’in haberinden öğrendim.
İstanbul Cumhuriyet Savcılığı, Cüneyd Zapsu ile annesinin para gönderdiği BİM mağazalarındaki iş ortağı terörist Yasin El Kadı dosyası için takipsizlik kararı vermiş. Ayrıca Zapsu’nun ifadesini almaya bile gerek görmemiş.
Acaba Maliye Bakanlığı tarafından savcılığa gönderilen dosyada neler vardı? Örneğin suç duyurusu var mıydı?
Demek ki devlet kurumu olan Mali Suçları Araştırma Kurulu (MASAK) belgelerle dolu raporunu boşuna hazırlamış, onca emek ve çabayı boşuna harcamış!
Şimdi kafaları kurcalayan bir soru var. Cüneyd Zapsu yıllardan beri Başbakan’ın danışmanı olarak görev yapıyor, onun adına ABD yönetimiyle bile görüşüyor. Başbakanlık ise resmi yazısında "Böyle bir danışmanımız yoktur" diyor.
Devlet işte böyle yönetiliyor! Danışman mı, değil mi? Bilmece bildirmece, dil üstünde kaydırmaca!
Yazının Devamını Oku 27 Haziran 2006
SEVGİLİ okuyucularım, bu haftanın ilk yazısında size Recep Tayyip Bey’in bir danışmanından söz edeceğim. Adı Cüneyd Zapsu. Başbakan’ın sağ kolu. Onun adına içeride ve yurtdışında gezilere gidiyor, toplantılara katılıyor, hatta Amerikan yönetimine Tayyip Bey için "Bu adamı süpürmeyin, kullanın" gibi mesajlar verdi.
Bu şahıs ayrıca çok büyük bir fındık tüccarı. Türkiye’deki yüz binlerce fındık üreticisinin aleyhine, ancak kendisinin lehine olacak kararlar aldırmayı başarıyor. Fakat konumuz fındık değil.
Cüneyd Zapsu, Türkiye’de ticaret yapıyor. Örneğin, BİM mağazalarının uzun yıllar ortağı. 11 Eylül 2001 olayı yaşandıktan sonra, ABD yönetimi Arap teröristlerin isimlerini bütün dünyaya dağıttı. Teröristlere yardım eden, ilişki kuran, para veren kişilerin araştırılmasını istedi. Onlardan birinin adı Yasin El Kadı idi. El Kaide’nin finansörü olarak çalışıyordu.
Bunun üzerine Türk hükümeti de -Ankara’daki ABD Büyükelçiliği’nin bastırmasıyla- olayı araştırmak zorunda kaldı... Ve karşımıza ilginç bir isim çıktı:
Başbakan’ın danışmanı ve sağ kolu Cüneyd Zapsu!
Kendisi, terörist Yasin El Kadı, Korkut Özal vesaire ile BİM mağazalarında ortaktı.
Yapılan araştırma sonucunda ortaya bazı gerçekler çıktı. Zapsu, yakın geçmişte Yasin El Kadı’ya 60 bin dolar, annesi Gaye Zapsu ise aynı kişiye 250 bin dolar ödemişti.
Bunları nereden yazıyorum? Devletin Mali Suçları Araştırma Kurulu (MASAK) isimli bir kuruluşu var. Bu kurul özellikle kara para olaylarını inceliyor. Maliye müfettişleri, hesap uzmanları, hukukçulardan oluşan tam yetkili bir kadro.
İşte bu MASAK raporunda Zapsu ailesinin Arap terörist El Kadı’ya para verdiği belgeleniyor. Peki bu paralar nasıl gönderiliyor?
Kemal Unakıtan’ın yönetim kurulu üyesi olduğu Al Baraka isimli İslamcı finans kurumu üzerinden!
* * *
Olayı sizlere çok özetle, fakat devlet belgesinden aktardım. Şimdi son günlerde bu konuda yaşadığımız gelişmelere bakalım. Gazeteci arkadaşımız Çiğdem Toker birkaç gün önce Maliye Bakanı Unakıtan’a herkesin içinde bir soru sordu:
"Cüneyd Zapsu ile Yasin El Kadı arasındaki kara para trafiğini belgeleyen MASAK raporunu sumen altı ettiğiniz ve işleme koymadığınız söyleniyor. Bu konuda ne yaptınız?"
Unakıtan bu soruyu duyunca şaşırdı, kızardı, bozardı ve şu yanıtı verdi:
"O raporu savcılığa gönderdik. Savcılıkta."
Ertesi gün Zapsu yazılı açıklama yaptı:
"Benim böyle bir savcılık soruşturmasından bugüne kadar bilgim olmadı. Böyle bir şey olduğunu da zannetmiyorum."
Cumartesi günü ise gazetelerde bir haber vardı. Başbakanlık, CHP Adana Milletvekili Kemal Sağ’ın soru önergesine verdiği yazılı yanıtta, "Cüneyd Zapsu adında bir personelin Başbakanlık danışmanı olmadığı kayıtlarımızdan anlaşılmıştır" diyordu.
Sevgili okuyucularım, şu olaylara bir bakınız! Adam Başbakan adına dünyayı geziyor, ABD yönetimiyle bile toplantılara giriyor ve Başbakanlık, kendisinin Başbakan danışmanı olduğunu inkár ediyor!
Bu şahıs o halde ne? Oralara hangi sıfatıyla gidiyor, kimin adına çalışıyor, ne iş yapıyor? Danışman mı, değil mi? Kim kime neyi yutturuyor?
* * *
Şimdi yine gelelim teröriste verilen paralara! Burada da yanıt bekleyen çok önemli sorular var.
Zapsu ve ailesiyle ilgili MASAK raporu bitti mi, yoksa engellendi ve yarım mı bıraktırıldı?
Eğer bittiyse, Kemal Unakıtan bu raporu ne zaman savcılığa gönderdi. Suç duyurusu var mı? Savcılık ne yaptı, hangi karara vardı?
Zapsu savcılık soruşturmasından haberi olmadığını söylüyor. Yoksa dosya bir yerlerde (!) buharlaştı mı? Kim doğru, kim yalan söylüyor?
Zapsu gerçekten de, BİM mağazalarında Yasin El Kadı ile ortaklık yaptı mı? Teröriste hangi nedenlerle -anasıyla birlikte- paralar ödedi? Kemal Unakıtan’ın yönetim kurulu üyesi olduğu Al Baraka aracılığı ile terör örgütlerine gönderilen yüz binlerce dolar kimlere pompalandı?
Sevgili okuyucularım, bu iş çok karanlık. Bu pilav daha çok su kaldırır, bu iş hükümet düşürür. Şimdi Başbakan veya Maliye Bakanı çıkmalı ve adam gibi bir açıklama yapıp bütün gerçekleri tek tek ortaya koymalı.
Burası Afrika’nın muz cumhuriyeti değil. Buyursunlar, yanıt bekliyoruz.
Yazının Devamını Oku 25 Haziran 2006
SEVGİLİ okuyucularım, ülkemizde olanları hep birlikte izliyoruz. İnsanlar umutsuz, kırgın. Milyonlarca kişi haksızlığa uğramış, çözüm yok. İktidarı ele geçiren parti devletin bütün kurumlarını parsellemiş, çökertmeyi başarmış. THY’nin, TRT’nin ve ötekilerin durumu ortada.
Sokağa çıkınca, ya da yakın çevrenizde görüyorsunuz.
Malı götürenler, bu çarpık düzenden yolunu bulanlar dışında geleceğe umutla bakan, iyimserliğini koruyan bir kişi var mı?
Kitleler gergin. Ülkenin geleceğini bilen kimse yok. Bu söylediğime Türkiye’yi yöneten iktidar dahil.
Erken seçim olacak mı? Cumhurbaşkanlığına kim seçilecek? AB’den nasıl ve ne zaman dışlanacağız? Kıbrıs’ın satışı ne zaman gerçekleşecek? Dövizin durdurulamayan yükselişi ne zaman ve nasıl önlenecek? İşsizlik sorunu nasıl çözümlenecek?
Daha yüzlerce soru sorsanız, bunların yanıtını bilen yok.
Tek parti iktidarı çuvalladı, bitti.
Bütün silahları din sömürüsü ve türbandı. Artık onlar da sıktı ve tutmuyor. Geriye gergin bir Türkiye kaldı.
* * *
Her yerden yolsuzluk fışkırdığını görüyorsunuz. Partililer zengin ediliyor. Yandaşlara olukla para hortumlanıyor. Dikkat ediniz, iş o boyuta vardı ki, artık "hortum" lafını ağızlarına bile alamıyorlar.
Devletin ve belediyelerin hemen her ihalesinde ve her alımında birileri malı götürüyor.
Burada yıllardan beri yırtınıyorum:
En büyük yolsuzluk, bazı AKP’li büyükşehir belediyelerinde dönüyor. Bu belediyelerin elinde katrilyonlar var. Harcamaların önemli bir bölümünü kurdukları şirketler eliyle yapıyorlar. Dolayısıyla bunlar asla ve kesinlikle denetlenmiyor. Milletin parası yandaşlara pompalanıyor.
Gelecekte bunların hesabı sorulacak belki ama o zaman da karşımıza "zamanaşımı" sorunu çıkacak. Malı götürenin yanına kár kalacak.
Belediyeler eliyle ilköğretim öğrencileri üzerinden bile siyaset yapıyorlar. Öğrencilerin adreslerini okullarından alıp din kitapları ve değerli armağanlar veriyorlar.
Devlet bütçesinin iki yakası bir araya gelmiyor. Devlette para yok. Belediyeler ise paranın içinde boğuluyor.
En büyük dümen belediyelerde dönüyor.
* * *
Devlet çarkı laçkalaştı. Son gelişmelerde bunu somut biçimde görüyoruz. Birkaç ay önce yabancılar için bono ve tahvilde yüzde 15 stopaj getiren AKP hükümeti, bunu birkaç gün önce panik başlayınca sıfıra indirdi!
Türk vergi ödeyecek, yabancı ödemeyecek! Aynen Osmanlı’nın iliğimizi sömüren kapitülasyon döneminde olduğu gibi!
Dünyanın en pahalı akaryakıtını biz tüketiyoruz.
Dünyanın en yüksek oranda vergilerini biz bu halimizle ödüyoruz.
Bunlar da bir şey değil, AB’ye yaranmak uğruna bütün devlet sistemini laçka ettiler. Yasaları değiştirdiler, terörle ve öteki suçlarla mücadele eden güvenlik güçlerini sindirdiler.
Askerin ve polisin yetkilerini yok edip yıprattılar. Şimdi ülkemize nasıl bir kötülük yaptıklarını anladılar! Terörle Mücadele Yasası yeniden değişecek ve yetkilerin bir bölümü geri verilecek.
Böyle ülke yönetimi olur mu?
* * *
Olanların en önemli göstergesi, sokaktaki insandır. Kimse umutlu değil. Herkes yakınıyor. Hiç kimse geleceğine inançla, güvenle bakmıyor.
Memur, emekli, işçi, öğrenci, esnaf, çiftçi, kadın, erkek, genç, yaşlı...
Herkesin başı önüne eğik.
Yurtdışına gideceksiniz, vize alamıyorsunuz. Vize kuyruklarında insanımıza işkence ve azap çektiriliyor.
Bu iktidar tarafından başlatılan, ya da bitirilen bir tek büyük ve önemli proje yok. Başbakan ve bakanlar sık sık hayali açılışlar ve temel atma törenleri yapıyor, ayrıca mağaza açıyor!
İddialı oldukları duble yol projeleri çoktaaan bitti. Ucuz etin yahnisi duble yollar (!) çukur ve göçük dolu, fiyasko karşımızda.
Medyamızın bir bölümü, kurulduğu günden bu yana AKP iktidarına destek verdi, yağlayıp balladı, hayali pembe tablolar kurdu. Şimdi medyamız yavaş yavaş çark ediyor; çünkü gerçeklerin üzerini örtmek daha fazla mümkün olmuyor.
Tek kazancımız bu!
Yazının Devamını Oku 24 Haziran 2006
BUNDAN bir süre önce hakkımda yalan yanlış, uçuk, iftira dolu bir yayın yapıldı. Bankalarda 9 milyon doların da "çok çok üzerinde" param vardı! Adıma yurtdışından yüz binlerce dolarlık havaleler gönderilmişti! Yalova’da adalarım, parsellerim de vardı.
Bu düzmece haberler bir komplo zincirinin devamıydı. Tezgah Van Rektörü Yücel Aşkın’la başlatılmış, Şemdinli iddianamesi ile Orgeneral Büyükanıt’ın Genelkurmay Başkanlığı önlenmek istenmiş, Danıştay baskını sonrasında hayali çeteler üretilerek yine askerlerin üzerine gidilmeye kalkışılmıştı.
Bana atılan bu çamur, tezgahın son halkasını oluşturuyordu.
Bu yayınlar sonrasında burada 4 Haziran 2006 tarihli yazımın başlığı "Bağışlıyorum, helal ediyorum" idi. Bankalarda mevcut 9 milyon dolar (!) paramı ve öteki düzmece malvarlığını her kim kanıtlarsa, kendisine bağışlayacağımı açıkça yazdım... Ve şöyle dedim: "Bu yazı benim imzamla yazılmıştır ve noter belgesi hükmündedir. Bunları kanıtlayacak biri varsa, paranın ve mülkün tamamını kendisine bağışlamayı kabul ediyorum."
Bugüne kadar kanıtlayan olmadı!
* * *
Bununla da yetinmedim. Kendimi -kendi imzamla- Maliye Bakanlığı’na ihbar ettim. Bakanlığa verdiğim 5 Haziran 2006 tarihli dilekçemle banka hesaplarım, vergilerim ve her yönden incelenmemi istedim.
İhbar dilekçemi de burada, 6 Haziran 2006 tarihli, "Kendimi ihbar ettim" başlıklı yazımda yayınladım. O yazımda dilekçemi aynen tekrar edip sizlere duyurduktan sonra şöyle yazmıştım:
"Yaptığımı lütfen garipsemeyin. Ben alnı açık adamım. Ama sadece birkaç yüz kişi bile inansa, o yalanları dikkate alsa, ben en azından onların kafasında soru işareti ve kuşku oluşturur, yara alırdım. Dilekçeyi o nedenle verdim. Karşımızda bir çete var. Banka hesaplarına giriyor, elde edilen bilgileri yalan yanlış değerlendirip tezgahlıyor. Ekonomik çeteler ve onların maşaları işbaşında."
O süreçte -hiç abartmıyorum- binlerce Hürriyet okurundan mesajlar yağdı. Onlar beni aklamıştı. Çok önemliydi.
* * *
Dün Maliye Bakanlığı’ndan dilekçeme yanıt geldi. Size aynen aktarıyorum:
"Maliye Bakanlığı Hesap Uzmanları Kurulu Başkanlığı. Tarih 22 Haziran 2006. Sayı 259.
Sayın Emin Çölaşan. İlgi: 5 Haziran 2006 tarihli dilekçeniz.
Bakanlık Makamınca Kurulumuza havale edilen ilgi dilekçenizden; kendiniz ve eşiniz hakkında çeşitli basın organında çıkan haberlere konu edilen banka hesapları ve banka hesap hareketleriyle, servet durumu hakkında tespit ve gerekirse vergi incelemesi yapılmasını talep ettiğiniz anlaşılmaktadır.
Bilindiği üzere servet beyanına bağlı vergileme 18.4.1984 tarih ve 2995 sayılı Kanunla yürürlükten kaldırılmış olup Ülkemizde halen servet beyanına dayalı vergileme yapılmamaktadır. Bu anlamda gerek Vergi Usul Kanununda, gerek ilgili diğer vergi kanunlarında kişilerin servetlerinin araştırılması, malvarlığı tesbiti ve değerlemesi ile malvarlığında belirli periyotlarda meydana gelecek artışlara ilişkin olarak gelir veya kurumlar vergisi incelemesi yapılmasına izin veya yetki veren bir hüküm bulunmamaktadır.
Dilekçenizden sizin ve eşinizin ücretli olarak çalıştığınız, ayrıca serbest meslek kazancı ile menkul ve gayrimenkul sermaye iradı elde ettiğiniz anlaşılmaktadır. Elde ettiğiniz gelirler prensip itibariyle stopaj usulü ile kaynağında vergilendirilmektedir. Maliye Bakanlığı da gerekli gördüğü takdirde söz konusu kesintilerle ilgili olarak bu kesintileri yapmak zorunda olan ilgili kuruluşlar nezdinde vergi incelemesi yapabilecektir.
Maliye Bakanlığı vergi incelemelerini, vergi denetim elemanları vasıtasıyla, Vergi Usul Kanunu’nun verdiği yetkiye istinaden yapmakta ve incelenecek mükellefleri de kamu yararı ve vergi güvenliğini sağlama sonucunu doğuracak şekilde tesbit etmektedir. Maliye Bakanlığının, kişilerin haklarında basın organlarında çıkan haberleri teyit etme veya yalanlama sonucunu doğuracak şekilde kişiye özel tesbit ve inceleme yapması söz konusu değildir.
Diğer taraftan dilekçenizde ihbar incelemesi yapılmasını gerektirecek nitelikte somut bir bilgi veya herhangi bir belge de bulunmamaktadır.
Yukarıda açıklanan nedenlerle ilgi dilekçeniz uyarınca herhangi bir vergi incelemesi yapılmasına gerek görülmemiştir. Bilgilerinizi rica ederim.
Mahmut Vural. Bakan Adına. Hesap Uzmanları Kurulu Başkanı. İmza."
Ben görevimi yaptım.
1- Tezgahı açığa çıkardım. 2- Bu serveti (!) kanıtlayana bağışlayacağımı yazdım. Bu sözüm şimdi de geçerlidir. 3- Kendimi Maliye Bakanlığı’na ihbar ettim.
Türkiye’de kendisini Maliye’ye ihbar eden, her yönden incelenmesini isteyen belki de ilk kişi oldum... Çünkü korkacak hiçbir şeyim yoktu. Gelmişim ve geçmişimle alnım açıktı, hayatım boyunca maddi ve manevi açıdan en ufak bir açığım olmamıştı.
Dün devletin resmi yanıtı geldi ve olay benim açımdan tümüyle kapandı.
Bundan sonra söz yargıda olacak.
Yazının Devamını Oku 23 Haziran 2006
ONU geçen gece TRT-1’de yaklaşık iki saat boyunca izleme fırsatını bulduk. Ne güzel şeyler söylüyordu! O kadar ki, "değişmedim" bile diyordu. Kulaklarıma inanamadım, yanlış duyduğumu düşündüm. Bugüne kadar hep "değiştiğini" söylemiş, eski Recep Tayyip Erdoğan olmadığını vurgulamış, hatta "değişmeyenleri" ve geçmişteki çizgisinden sapmayanları eleştirmeye kalkışmıştı.
Şimdi ise devletin ekranında "ben değişmedim" diyordu. Yani sırtındaki Milli Görüş gömleğini aynen taşıdığını söylemek istiyordu.
Şimdi sevgili okuyucularım, bu nasıl iştir?
Bir kimse ya değişmiştir ve bunu kabul eder, ya da değişmemiştir ve bunu da kabul eder.
Sen bazen ortaya çıkıp "ben artık değiştim, eski Tayyip değilim" diyeceksin, sonra devletin ekranında konuşacaksın:
"Halkıma yalan söyleyecek değilim ya, dün neysem bugün de oyum. Değişemem, değişmedim."
O halde bugüne kadar "halkına" yalan mı söylüyordu?
Şimdi geçmişte söylediği bazı sözlere bakalım. Terörist Hikmetyar’ın önünde diz çökmüş fotoğrafları yayınlandığında şöyle demişti: "Hikmetyar şu anda farklı bir safta. Desteklemiyorum... Ben değişerek geliştim."
Değiştiğini kendi ağzıyla itiraf eden çok sözleri var da, burada o kadar yerimiz yok.
Şimdi karşımızda bir "Başbakan" var. Bir gün ağzından çıkan sözleri daha sonra kendisi yalanlıyor.
Değişip değişmediğini belki kendisi bile bilmiyor! Ortama göre konuşuyor. Ya da dün söylediğini bugün unutuyor, kendisiyle çelişkiye düşüyor.
Biz onun hangi söylediğine inanacağız?
Beyefendi’nin kafası karışık. Bizim kafalar bu çelişkilere tanık oldukça daha da beter karışıyor.
* * *
Değişti mi, değişmedi mi? Bu soruyu bana sorarsanız yanıtım aynen şudur:
"Asla değişmedi. Zorda kalınca, kendisini kurtarmak isteyince değiştiğini sık sık söyledi ama doğru değil. Bu sözlerine hiç kimse inanmadı."
Dikkat ediniz, kendisi Necmettin Erbakan’ın karşısında yıllarca esas duruşta beklemek zorunda kaldı. Şimdi aynı şeyi partisinden, kendi milletvekillerinden bekliyor. Bir parti kongresinde birden fazla aday çıkınca çok kızıyor, kendi adamı olmayanı safdışı bırakmak için çaba harcıyor.
Değişti mi, değişmedi mi?
Halkına yalan söyleyecek değil ya, son olarak değişmemiş! Allah değiştirmesin. Yarın yine değiştiğini söyleyebilir! Allah hiç kimseye bu çelişkileri hem de kendi ağzından yaşatmasın.
MEKTUP
Okuyucum İstanbul’dan yazıyor. Okuyucum, iki ilköğretim okulu öğrencisinin babası. Belgeleri de eksiksiz göndermiş:
"İlköğretim okulu öğrencisi olan iki çocuğuma mektup geldi. AKP İstanbul İl Başkanı Mehmet Müezzinoğlu imzasıyla gelen bu mektuplarda çocuklarım parti tarafından düzenlenen toplantılara çağrılıyor. Toplantılarda her mahallede ’gençlik mahalle temsilcileri ve gençlik meclis üyesi’ seçimi yapılacağı vurgulanıyor. İstanbul’da yüzbinlerce ilköğretim öğrencisinin ev adresleri, AKP il başkanlığına okul yönetimleri tarafından veriliyor. Toplantıya katılan çocuklara ’sürpriz hediyeler’ verileceği bildiriliyor ve bu yolla gözleri boyanmak, kandırılmak isteniyor. Sonrasında ise katılan çocuklardan ev telefonları ve e-posta adresleri alınıyor, mahalle gençlik grubu seçim aday kartı dağıtılıyor. Bugüne kadar küçük çocukları baskıyla ve hediye vaatleriyle çağırıp 400’den fazla toplantı yapmışlar. Çocuklarımız ve biz aileler, açıkça taciz edilmekteyiz. Ben işadamıyım. Çocuklarımı göndersem içime sinmez, göndermesem üzerime gelirler, çengeli yiyip aç bırakılırım. Bu nasıl iştir, nasıl bir rezalettir? Bunların hesabını soracak birileri yok mudur?"
İnsanların bu duruma düşürüldüğünü, ilköğretim öğrencileri üzerinden bile siyaset oyunu oynandığını hepimiz biliyoruz. Başbakan’ın yurt gezilerinde, il ve ilçe kongrelerinde bile, okul yönetimleri tarafından -yüksek yerden gelen emirle- sevk edilen okul üniformalı küçük çocukları izliyoruz.
Siyaset oyunu hiç bu kadar ucuzlamamıştı. İlköğretim okullarına, küçücük yavrulara kadar inmemişti.
Size İstanbul’dan, tümüyle belgeli bir olayı aktardım. Yanıt bekliyorum.
Yazının Devamını Oku 22 Haziran 2006
BİZİM din kardeşleri hemen her yıl bir İslam ülkesinde bir araya gelip "durum değerlendirmesi" yaparlar. Bu toplantılar çok üst düzeyde olur. Bazılarına devlet başkanları, bazılarına başbakan ve dışişleri bakanları katılır. İslam Konferansı Örgütü (İKÖ) üyesi din kardeşlerimiz birkaç gün önce Azerbaycan’ın başkenti Bakü’de bir araya geldiler. Ülkemizi orada Abdullah Gül temsil etti.
Dün "Kıbrıs karar belgesi" kabul edildi.
Kıbrıs sorununun çözümü için tüm dünya, Kıbrıs Rum Kesimi’ne baskı yapmaya (!) davet edildi.
Belgede şöyle denildi: "İKÖ, Kıbrıs sorununun çözümünde Kıbrıs Rum Kesiminin isteksizliğini büyük bir memnuniyetsizlikle not eder, tüm uluslararası kuruluşları Rum Kesimine baskı yapmaya davet eder. Kıbrıs Türklerine yönelik izolasyonlar derhal kaldırılmalıdır."
Bizim Abdullah Bey bu bildiriden çok memnun olduğunu açıkladı. Bendeniz de, doğrusunu söylemek gerekirse, böyle bir bildiriden büyük memnunluk duymuş oldum!
* * *
Ancaaak sevgili okuyucularım, yine de kafamda bazı kuşkular ve sorular var. Bunları anımsadıkça şaşırıyorum. Acaba diyorum, bu bildiriyi yayınlayan bizim din kardeşleri, bizi ayakta mı uyutuyor, şaka mı yapıyor, ya da işletiyor mu?
Öyle ya, Kıbrıs Türklerini böylesine fedakárca (!) savunan din kardeşlerimizden biri bile, bugüne kadar KKTC’yi tanımadı!
Tam tersine, her birinin Rum Kesimi’nde büyükelçiliği var. Rumların da onlarda var.
Aynen Hıristiyan ülkeler gibi.
Ama hiçbir din kardeşimiz ülkenin KKTC’de temsilciliği bile yok.
Onlar Rumlarla al gülüm ver gülüm ilişkisi içerisinde. Ticaretin her türlüsü onlarla yapılıyor, ilişkilerin tamamı onlarla sürdürülüyor. Arap turistlerin yüz binlercesi her yıl Rum Kesimi’ne gidiyor.
Din kardeşlerimiz, iş yukarıdaki bildiriyi yayınlamaya gelince çok hızlı! Fakat diplomatik ilişki kurmaya, KKTC’yi tanımaya gelince ortalıktan toz oluyor.
Şimdi biz Pakistan, İran, Suudi Arabistan, Bangladeş, Malezya, Endonezya, Azerbaycan gibi nice ülkeleri yöneten din kardeşlerimize şöyle desek: "Abicim palavrayı bırakın da, şu bizim KKTC’yi tanıyın. Bu işler bildiri yayınlamakla olmaz, tanımakla olur..."
İnanın her biri derhal kaybolur!.. Çünkü din kardeşlerimizden hemen hiçbiri özgür değildir. Aynen bizim gibi, onlar da emirleri ABD, AB ve IMF’den, bazıları ise Rusya’dan alırlar. Büyükler KKTC’nin tanınmasına karşı olduğundan, emir kulu din kardeşlerimiz de tanımaya yanaşmaz!
Ama Rum Kesimi’ni kınayan (!) bildiri yayınlama özgürlüğüne sahiptirler!
Yaaa efendim, işte böyle. Sevgili dindaşlarımız KKTC’ye yapılan haksızlıklara çok kızmışlar, bildiri yayınlamışlar.
Valla helal olsun! Din kardeşi dediğin işte böyle olmalı. Al takke ver külah, ne şiş yansın ne kebap, oyun oynamalı.
ACI BİLANÇO
Milli Savunma Bakanı Vecdi Gönül’ün, CHP İzmir milletvekili Ahmet Ersin’in soru önergesine verdiği 14 Haziran 2006 tarihli yazılı yanıt, ülkemizin yaşadığı PKK terörünün korkunç boyutunu ortaya koyuyor.
Aşağıdaki rakamları lütfen unutmayınız. Şu acı bilançoyu bir an olsun aklınızdan çıkarmayınız. Bunlar devletin resmi ve en son rakamları:
- 1984 yılından bu yana şehit sayısı: General, subay, astsubay, uzman çavuş ve erler dahil TSK mensubu 5.504 kişi. Ayrıca 464 polis.
Toplam şehit sayısı 5.968.
- Yine 1984 yılından bu yana TSK mensubu 11.794 kişi yaralanmış. Bunlardan 8.350 kişi iyileşmiş.
3.444 kişi ise sakat kalmış.
Polislerden 3.254 personel yaralanmış ve 268 kişi sakat kalmış.
Toplam yaralı sayısı 15.048.
Sakat kalan 3.712 kişi.
Sakat kalanların bazısının eli, kolu, ayağı, bacağı koptu. Bazısının gözleri görmüyor. Bazıları felç oldu. Pek çoğunun yaşamı yatakta veya tekerlekli sandalyede geçiyor.
Bu rakamlara PKK tarafından öldürülen binlerce sivil, masum insan dahil değil.
Hiçbir Türk evladı, içimizdeki hainlerin bazı AB ülkelerinden ve medyadaki yandaşlarından aldıkları güçle 22 yılda yarattığı bu acı tabloyu unutmasın.
Yazının Devamını Oku 21 Haziran 2006
SEVGİLİ okuyucularım, AKP iktidarı döneminde bize hep yapay pembe tablolar yaşatıldı. Niçin?.. Çünkü ortada bir tek parti iktidarı vardı. Hiç kimse, hiçbir güç karşı çıkamıyordu. Bütün kesimler korkutulmuş, sindirilmişti. O kadar ki, örneğin Başbakan veya bakanlardan birine hoşlarına gitmeyecek, ters soru soran muhabir arkadaşlarımız bile çoğu zaman patronlara, medya kuruluşlarının üst düzey yöneticilerine açıkça şikáyet ediliyordu.
Korku dağları bürümüştü. Eleştirenin ensesinde boza pişiriliyordu...
Çünkü her şey onların iki dudağının arasındaydı. Bir basit kararla birilerini ihya eder, birilerini mahvederlerdi.
Gazetelerin özellikle ekonomi sayfalarında pembe tablolardan geçilmiyordu! Türkiye adeta bir cennet olmuştu! Yolsuzluk, vurgun, hortum, Ali Dibo olayları medyada yer bulmuyordu.
Bunları yansıtmak sadece birkaç sorumlu gazetecinin omuzlarına yüklenmişti. Onların sayısı da bir elin parmak sayısını geçmiyordu.
***
Türkiye’nin altın yumurtlayan bütün büyük tesisleri, fabrikaları, limanları, arazileri, bankaları ve her şeyi, elalemin yabancılarına satılıyordu.
İsrailli, Arap şeyhi, ABD’li, AB’li, Ugandalı, hiç fark etmiyordu. Parayı bastıran düdüğü çalıyordu.
Ülkemize milyarlarca dolar yağıyordu.
Paramız muhteşem değer kazanıyordu! Bizi yönetenler bunu açıkça söylüyordu. O kadar ki, neredeyse bir dolar eşittir bir YTL düzeyine gelmek üzereydi!
Madeni paramızı bile aynen Euro’yu taklit ederek basmış ve Avrupa ülkelerindeki sahtekarlara yol göstermiştik.
Borsamızı yabancılar yönetiyordu.
Kara para, ak para, sıcak para Türkiye’ye yağıyor, bunların nereden geldiğini Merkez Bankası bile bilmiyordu. Adamlar parayı getiriyor, bazı katakulli hesaplarla bir koyup iki götürüyor, Türkiye’yi o yoldan da soyuyordu.
Gidiş kötüydü ama umursayan yoktu. İthalat patlamıştı. Cari açık korkunç boyutlara ulaşmıştı. Ekonomi yönetimi günü kurtarmanın peşindeydi.
Günü kurtarmak için Allah ne verdiyse satılıyor, peşkeş çekiliyordu.
***
Şimdi ayakları suya değdi! Gerçekleri görmeye başladılar. Borsa durdu, döviz yükselişe geçti. Dünkü fiyatlarda dolar 1.600’ün, Euro 2.000’in üzerinde! Peki nereye gitti o milyarlarca dolar!!!
Balayı bitti, tatlı rüyalar, pembe tablolar dönemi sona erdi.
Durum kötüye gittikçe her alanda karşımıza çıkan iktidar yağcılığı ve yalakalığı da biraz olsun azalacak.
AB masalları da fos çıktı. AB’den nasihat almaya başlayınca Kıbrıs konusunda efelenme, dayılanma sürecine girdiler:
"Almazsanız almayın!.." demeye başladılar.
Almayacakları en baştan biliniyordu. Bunu rağmen AB’nin kapılarında esas duruşta beklediler, yalvarıp yakardılar. Oradan gelen emirler doğrultusunda yasalar çıkardılar. Bütün amaçları AB’ye hoşgörünmekti.
Millet ezilirken, sömürülürken, partili yandaşlar malı götürürken, fakir fukara insanlarımızın anası işsizlikten ve açlıktan ağlarken, onlar vatandaşa posta koyuyordu:
"Al ananı da git buradan."
Yurtdışında ve Anadolu’da yüz binlerce aile parasını İslamcı holdinglere kaptırmıştı. Milyarlarca dolar buharlaşmış, uçup gitmişti. Başbakan’ın her Avrupa gezisinde vatandaşlarımız bu konudan yakınıyor ve hep aynı yanıtı alıyordu:
"Onlara para yatırırken bana mı sordun!"
***
Ülkede yatırım yapılmıyordu. Süregelen ya da bitirdikleri bir tek büyük ve önemli proje yoktu. İç ve dış siyasetimiz tümüyle ABD ve AB’nin, ekonomi IMF’nin denetimine verilmişti.
Devletin uçan kuşa borcu vardı ve ödenmesi mümkün değildi. Sonunda insanların ilaçlarına el attılar! Ölümcül hastaların bile ilacını kestiler.
Şimdi döviz patladı, inmesi zor olacak. Şimdi yeni gelecek zamları izlemeye hazır olun.
Evet!.. Balayı bitti. Pembe yapay tablolar dönemi sona erdi. Bundan sonra herkes -hükümet dahil- başının çaresine bakacak.
Milyonlarca insanımıza çektirilen sıkıntılar, yaşatılan haksızlıklar ise AKP iktidarının yanına kár kalacak!
Yazının Devamını Oku