8 Temmuz 2006
HAFTALARDAN beri hükümetin Kıbrıs konusunda efelenme ve dayılanma sürecini ’göğsümüz kabararak’ izliyoruz! Kıbrıs Rum gemilerine limanlarımızı, uçaklarına havaalanlarımızı açmayacaklarını ısrarla söylüyorlar. Karşısında yıllarca esas duruşta bekledikleri AB bu duruma çok kızıyor. Açmak zorunda olduğumuzu, aksi takdirde müzakerelerin askıya alınacağını, en yetkili ağızlardan söylüyor.
Hükümetin eli mahkum, günün birinde bunlar açılacak.
Sonrasında Rum Kesimi Türkiye ile diplomatik ilişki kurmak isteyecek. Ankara’da büyükelçilik, İstanbul’da konsolosluk açmak için girişimde bulunacak.
Sonra AB bize bastırmaya başlayacak: "Rum Kesimi’ni tanı, diplomatik ilişki kur. Lefkoşa’da büyükelçilik aç."
* * *
Tuhaf bir kargaşa yaşıyoruz. Fakat işin en ilginç yanı şu:
Hükümet ne yapacağını bilmiyor. Her konuda olduğu gibi, durumu günlük idare etmeye çalışıyor. Niçin?..
Çünkü Türk halkında AB’ye olan destek giderek azalıyor. "AB’ye evet" diyenlerin oranı son beş yıl içerisinde yüzde 77’den yüzde 43’e indi.
Bu anketi yapıp bu sonucu alan kuruluş ise AB’nin resmi istatistik kurumu olan Eurostat. Peki niçin böyle oldu?..
Çünkü AB masalları fos çıktı. Milleti uzun süre uyuttular. AB’nin her açıdan ülkemizin altını oyduğu, bizi sadece sömürüye açık 73 milyonluk bir insan pazarı olarak gördüğü belli oldu.
Buna onların karşısında yaşadığımız onur kırıcı devranışları da ekleyin.
Bu konuda kabahat AB’de değil, tamamen bizi yönetenlerdedir. Bunu da iyi bilin.
* * *
Şimdi yine gelelim Kıbrıs konusuna. Er veya geç Rum Kesimi’ne önce liman ve havaalanlarımızı açacağız. AKP iktidarının eli buna mahkum. Başka bir seçeneği yok. Şimdi hükümete sorulması gereken sorular var:
Bunları hangi koşullarda açacağız?
Bu konuda olmazsa olmazlarımız nedir? Örneğin KKTC için hangi ödünleri alırsak açacağız?
Ya da sonsuza kadar hiç mi açmayacağız?
Dikkat edin, bu konuda hükümet kesiminden tık yok!.. Niçin yok?..
Çünkü hükümet, Kıbrıs konusunda ne olacağını, ne yapacağını bilmiyor. Kıbrıs konusunda herhangi bir temel ilkemiz, siyasetimiz de yok.
Sadece bekliyoruz. Kurbanlık koyun gibi başımızı uzatmışız, çaresizce bekliyoruz.
Siyasetimiz: "Hele bugünü de atlatalım, yarına Allah kerim."
Bunu bütün dünya biliyor. Örneğin o yüzden hiçbir İslam ülkesi bizim devletimiz KKTC ile diplomatik ilişki kurmadı ve kurmuyor. KKTC’yi tanıyan tek ülke Türkiye!
Bu devlet kurulalı 30 yılı geçti! Dünyaya bir adım bile attıramadık. Kendi kendimize gelin güvey oluyoruz.
Adamlar hep tepemizde. Bize attıracakları ilk adım, limanları ve havaalanlarını Rumlar için açtırmak. Şimdiden posta koyuyorlar.
Günün birinde hiç kuşkunuz olmasın, açacağız!.. Çünkü aşağı tükürsek sakal, yukarı tükürsek bıyık. Aşağıda kapılarında yalvar yakar olduğumuz AB, yukarıda ise Kıbrıs konusunda duyarlı Türk milleti var.
İktidar şu anda (her an değişebilir) Türk milletine oynuyor!
Nedeni, seçim yaklaşıyor!
* * *
Burada Türk kamuoyunun tartışmaktan ısrarla kaçındığı ve görmezden geldiği bir konuyu daha gündeme getirmek gerekiyor.
Biz Kıbrıs konusunda böylesine duyarlıyız da, Kıbrıs Türk toplumu acaba aynı duyarlılığı taşıyor mu? Hayır!
İşi onlara bıraksak, Bay Talat dahil çoğunluğu Türkiye’den kopmayı, Rum Kesimi ile uzlaşıp birleşmeyi, cebine AB pasaportu koymayı düşünüyor. Aynı "Türk" çoğunluk "Türk yönetiminde" yaşamaktan sıkılmış, bunalmış ve bizi istemiyor. Bu gerçekleri iyi bilelim.
Şimdi bizim hükümete bir kez daha soruyorum:
Günün birinde limanları ve havaalanlarını Rumlara açma durumunda kalırsak, karşılığında ne alacağız? KKTC için hangi ödünleri koparacağız? Olmazsa olmazlarımız var mıdır, nelerdir?
Dayılanmak, efelenmek kolay.
Zor olan, bu soruların yanıtını Türk milletine şimdiden verebilmek.
Şimdi diyeceksiniz ki "Hükümet bilmiyor ki, bunlara yanıt versin!.."
Siz de haklısınız.
* * *
Emin Çölaşan’ın notu: Dünkü Milliyet’te okudum ve çok mutlu oldum! Abdullah Gül anlatmış. Kendisi ABD Dışişleri Bakanı Condoleezza Rice’a "Kondi", o da bizimkine "Abdullah" diye hitap ediyormuş. Yüreğime su serpildi. Dışişleri Bakanı bunu söylüyorsa, dış politika başarılarımızda bu "samimiyetten" daha güzel bir haber olabilir mi! Valla helal olsun! Kıbrıs’ı mıbrısı unutalım gitsin!
Yazının Devamını Oku 7 Temmuz 2006
ÜLKEMİZE gelen, ya da dışarıdan ahkám kesen bütün yabancılar aynı şeyi söylüyor: "Helal olsun, ekonominiz çok iyi... Muhteşem gidiyorsunuz... Ufak tefek şeyler oluyor ama siz yolunuzdan sapmayın... Her şey dört dörtlük..."
Çünkü Türkiye batarsa, en büyük pazar ellerinden çıkacak ve paraları güme gidecek. Gazetelerin bazen 12 sayfaya ulaşan ekonomi sayfalarından bal damlıyor:
"Japon firması ülkemize 600 milyon dolarlık yatırım yapacak... İşe 100 dolarla başladı, şimdi 30 milyon doları var... Falanca firma 20 yıl sonra Türkiye’nin köşeyi döneceğini açıkladı... Mercedes yılda 50 bin araba satışı olursa ülkemize fabrika kuracak..."
Büyük Türk büyüklerinden her gün aynı nakarat:
"Çok iyi gidiyoruz... IMF bizi destekliyor... Dışarıda saygınlığımız acayip arttı... İhracat patlıyor, enflasyon düşecek..."
Bütün bunların arasında yerli yabancı bir Allah’ın kulu bir tek şeyi söyleyemiyor:
"Vatandaşın durumu iyiye gidiyor!"
Bir eksik bu var! Hem yurtdışından ahkám kesenler, hem de bizi yönetenler hep ülkemizin iyiye gittiğini söylüyor ve bu amaçla büyük bir beyin yıkama kampanyası yürütülüyor. Ama vatandaşın durumunun iyiye gittiğini söyleyen, her nedense yok!
Türkiye iyiye, vatandaş kötüye gidiyor!
Sağlık harcamaları durduruldu. Özellikle üniversite hastaneleri batma aşamasında. Hastalara ilaç yazılamıyor. Ölümcül hastaların sağlığı, ilaç ve tedavi parası üzerinden "tasarruf" yapılıyor.
Öbür tarafta AKP’li belediyeler har vurup harman savuruyor, iki kalıp sabuna, iki paket gıda yardımına seçmen tavlıyor.
Devletin ve belediyelerin hemen her alım ve ihalesinde AKP yandaşlarına köşe döndürülüyor. Hesap soran yok.
* * *
Sevgili okuyucularım, son haftalarda yaşadığımız şu döviz-borsa rezaletine bir bakınız. Madem ekonomi çok iyi, döviz niçin böyle oynak oluyor? Borsa niçin bir inip bir çıkıyor?
Dünyanın hangi ülkesinde bu komedi yaşanıyor?
Yaşanmıyor; çünkü biz bu açıdan da tümüyle dışarıya bağlıyız. Biz üretmiyoruz, borca ve yabancılara çalışıyoruz.
Bizi dışarısı yönetiyor. Birileri bizimle oyun oynuyor. Birkaç milyar dolar getirip borsayı fırlatıyorlar, dövizi düşürüyorlar. Vurgunu vurup aynı parayı dışarı çıkarınca döviz zıplıyor, hile ve hurdayla dolu borsa düşüyor. Şimdi borsada ’keriz silkelemesi’ yapmışlar, operasyonlar sürüyor!
İşte size "sağlam ve güvenilir" ekonomiden kısa bir kesit. Buna inim inim inleyen işçi, memur, emekli, esnaf, çiftçi, işsiz, asgari ücretle sürünen kesimlerin durumunu ekleyin.
Sonra bu işlemden AKP’li kurumlar ve belediyeler tarafından köşeyi döndürülen partili yandaşları çıkarın!
Yalanla dolanla dolu "ekonomide gurur tablosu" işte budur.
ARINÇ, ÇANKAYA’YA SOYUNDU BİLE
Büyük devlet ve hükümet adamı, dünya çapındaki gururumuz Bülent Arınç, Çankaya konusunda mesaj vermeye başladı. Aynen başbakanı gibi, o da "yan cebime koy" diyor. Başbakanı şimdi yabancı gazetelere demeç veriyor:
"Güçlü dini inançlara sahip olmak, bir insanın cumhurbaşkanlığını niçin engellesin ki!"
Bunların elinde kolunda takılı olan, tansiyon aletine benzeyen ve herhalde bizim bilmediğimiz bir çeşit ölçü aygıtı var!
Dini inançların güçlü olup olmadığını ölçüyor.
Bizim bildiğimiz, dini inançlar öyle uluorta, kutsal dinimizi siyaset kürsülerinde malzeme yaparak, din bezirgánlığı yaparak ortaya çıkmaz. O inançlar Allah ile kul arasındadır. Kararı Allah verir, hesabını öbür álemde sorar.
Şimdi Çankaya’ya soyunma turlarını başlatan Arınç’ın dün gazetecilere söylediği şu sözlere bakalım:
"...Benimle ilgili konuyu (Çankaya’ya soyunma hevesini) soracaksanız, 2007 Nisan ayını bekleyeceksiniz. Kim öle kim kala. Daha bugünden o güne bir şey söylemek mümkün değildir. Bu evet anlamına mı, hayır anlamına mı gelir? Niyet okumaya gerek yok. Kim seçilir, arkasındaki milletvekili desteği hangisinin daha çoktur, bunlar 2007 Nisan-Mayıs aylarında görülecek şeylerdir."
Tamam, mesaj tarafımızdan alınmıştır! İki aday şimdiden kesin.
Recep Tayyip Erdoğan ve rakibi Bülent Arınç.
Aman arkadaşlar, bir cumhurbaşkanlığı uğruna birbirinizi kırmayın, harcamayın. İkiniz de o makama fazlasıyla layıksınız!
Hanginiz olursanız olun fark etmez, bu millete de sizin gibiler layık!
Yazının Devamını Oku 6 Temmuz 2006
BAŞIMIZDA dert yokmuş gibi, üzerimize şimdi de keneler musallat oldu. Kene insan vücuduna giriyor, ısırıyor, zehirini veriyor ve çoğu zaman öldürüyor. Son altı ayda 13 vatandaşımızı yitirdik. Şu anda Ankara’da sadece Numune Hastanesi’nde 15’e yakın kişi kene ısırması sonrasında tedavi görüyor. Bunun yarattığı hastalığa Kongo Kırım deniliyor.
Yüksek ateş, kusma falan derken bazı hastalar ölüp gidiyor.
İnsan vücuduna yapışan kene, çok tehlikeli bir hayvan. İşin uzmanları bu konuda öneri getiriyor:
"Vücuda yapışıp ısıran keneyi doğrudan çekip almayın. Tornavida gibi bükerek çıkarın ki her tarafı vücuttan çıksın."
* * *
Kene sadece insan vücuduna yapışıp ısıran bir yaratık değil. Vücudumuza yapışan ve kan emen sülük gibi başka yaratıklar da var.
Fakat asıl tehlikeli olan, devletin ve milletin sırtına yapışan kene ve sülüklerdir.
Bunları görmek isterseniz çevrenize bakın. O yapışkan emicilerin insan kılığına girmiş olduğunu hemen göreceksiniz.
Onlar avanta ve çıkar gördükleri her yere yanaşıp yapışır. Pek çoğu kravat takar, güzel giyinir. Ağızları iyi laf yapar. Adam ayartmayı, siyasetçi ve yetkili bürokrat tavlamayı çok iyi bilirler.
Biz onları çoook gördük, bugün de görüyoruz! Hatta kimini bakan, milletvekili, bürokrat, belediye başkanı kimliğiyle, kimini işadamı, müteahhit olarak tanıdık.
Bu gibi keneler ve sülükler, devletin ve milletin üzerine yapışır. Nerede boşluk bulurlarsa oradan dalarlar.
Emdikçe emerler, yedikçe yerler. Bunlar doymak bilmez.
Bakandır, milletin vekilidir, belediye başkanıdır, rüşvet alır.
İşadamıdır, rüşvet verir.
Devletin ve belediyelerin çoğu ihalesinde ve alımında karşımıza onlar çıkar. Çoğunluğu iktidar partisinin adamı, yanaşmasıdır. Özellikle Anadolu’da bu yağmadan pay kapabilmek için aileler çeşitli partilere bölünür. Babası AKP’den, amcaoğlu CHP’den, torunu DYP veya başka partilerden aday olur ki, hangi parti iktidar olursa sülalenin kaybı olmasın.
Alım ve ihalelere giren işadamı iktidarın siyasetçisine, bürokratına, belediye başkanına rüşvet verir, iktidar partisine yardımda bulunur, bu yolla iş bağlar.
* * *
Devlete ve millete yapışan, sokan, ısıran, kan emen keneler ve sülükler her iktidar döneminde değişir. İktidarlar gider, yenileri gelir. İktidarla birlikte keneler ve sülükler de değişir.
Fakat onlar iktidar mensuplarına değil, aslında devletin ve milletin, milyonlarca vatandaşın vücutlarına ve ceplerine dalar. Onlara yapışır, sokar, emer, parayı götürür.
Devlet malı deniz, yemeyen domuz!
Yiyenlerin, sokanların, emenlerin ağzından çoğu zaman "Allah" sözcüğü duyulur. Yandaşlarına yedirenlerin de öyle.
Bugün olduğu gibi!
Kurumların, belediyelerin başına çulsuz gelen adamlara bu süreç sonrasında bir bakarsınız ki, yüzlerine kan gelmiş, sülükler emmekten, keneler ısırıp sokmaktan yorgun düşmüş.
* * *
İnsan vücuduna yapışan kene, ateşli hastalık yapıyor, bazen de öldürüyor. Onun hiç değilse tedavisi var.
Fakat devlete ve millete yapışan, sokan, kanını emen, zehir verenlerin yarattığı hastalığı hiçbir iktidar tedavi etmeye çalışmaz... Çünkü işine öylesi gelir.
Emme basma tulumba çift taraflı çalışmalı, hem yapışkanlar, hem de onların yapışmasını sağlayanlar bu süreçten kazançlı çıkmalıdır!
Esas onlardan korkulması gerekir.
Eğer devlet Kırım Kongo hastalığına yakalanmışsa, ateşi yükselmişse, hırsızlık, yolsuzluk, namussuzluk, vurgun, hortum, soygun, ihaleye fesat karıştırma, "Allah" diyerek partili yandaşları zengin etme olayları bu boyuta varmışsa, bizi ürkütmesi gereken budur.
Buna neden olan kene ve sülüklerden kurtulmayı çok bekledik ama umudumuzu yitirdik. O hayvanlar insana yapışınca bir miktar palazlanıyor, sonra işini bitiriyor.
Ama devleti, milleti, belediyeleri soyanlar ve onlara bu kapıyı açık bırakıp çanak tutanlar, bir türlü doymak bilmiyor.
Yazının Devamını Oku 5 Temmuz 2006
SEVGİLİ okuyucularım, dünyanın en pahalı akaryakıtını tüketen ülkeyiz. Evet, en pahalı! Beş kıtadan hangi ülkedeki fiyatlara bakarsanız bakın, durum ne yazık ki böyle. Bugün size sadece benzin fiyatlarından örnek vereceğim. Dün benzine bir kez daha zam yapıldı. Tablo şöyle:
Bu yıl 12. zam gerçekleşti. Sadece bu yıl yapılan benzin zamlarının oranı yüzde 19’a ulaştı.
Türkiye’de toplam verginin -dikkat ediniz, toplanan vergilerin tümünün- yaklaşık dörtte biri akaryakıttan elde ediliyor.
Peki bu zamlar neye göre yapılıyor? Devlet bütçesinin açığı arttığında, derhal benzine zam geliyor. Açık böyle karşılanıyor... Çünkü fiyatın yaklaşık dörtte üçü vergi!
AKP iktidara geldiğinde benzin bir dolardı. Bugün iki dolar. Demek ki AKP iktidarı süresinde dolar bazında yüzde 100 zam yemişiz. Afiyet olsun!
Peki bunu nasıl başarıyorlar? Dünyanın hiçbir ülkesinde temel mal ve hizmetlere böyle kafadan zam yapılmaz. İnsanlar böyle ezilmez. Bizim dışımızdaki bütün ülkelerde halk bu duruma tepki gösterir.
Bizim üzerimize ölü toprağı serpilmiştir! Tepki asla yoktur.
Ben böyle bir toplumu yöneten hükümet olsam, inanın ki akaryakıt fiyatlarına bir kalemde yüzde 100 zam yapıp bütçeyi kurtarırım. Basın birkaç gün ağlaşır, protesto bildirileri yayınlanır ve sonra o konu da unutulur gider.
Yıllar önce Mısır’da ekmeğe zam yapılmıştı. Halk sokaklara döküldü, olaylar çıktı ve zam geri alındı. Dünyanın pek çok ülkesinde çeşitli zamanlarda yapılan zamları da halkın gücü geri aldırdı.
Bizde ise halkın gücü falan yok. Kimse kimseyi kandırmasın, gerçek budur. Ölü toprağını, millet olarak tepkisizliğimizi bir türlü üzerimizden atamıyoruz.
O zaman da hükümetlerin işi zam yapmak oluyor.
Benzin, mazot, doğalgaz, tüpgaz, Allah ne verdiyse.
* * *
Zamlar birbirini izliyor. Hükümet her ayın başında, bir önceki ayın enflasyon rakamını açıklıyor. Tüketici fiyatları -mutlu bir rastlantıyla!- sürekli düşük çıkıyor.
Peki bu rakamları kim topluyor, hesaplıyor ve açıklıyor?
Devlet!
Peki bu rakamların üzerinde birileri oynasa -elbette öyle bir şey olmaz da!-, düşük gösterse, saptırsa, bizim haberimiz olur mu?
Olmaz!
Kanıtlayabilir miyiz?
Kanıtlayamayız.
İktidara yakınlığı ile bilinen İstanbul Ticaret Odası haziran ayında İstanbul’da fiyatların düştüğünü, az da olsa hayatın ucuzladığını açıkladı!
İnanalım mı?
İnanalım, inanalım!
Çünkü enflasyon hesaplarında dikkate alınan sönmüş kireç, keçiboynuzu, fişek, ahududu gibi nice mallar var. Onların fiyatı düşmüş ve böylece vatandaşı rahatlatmış olabilir.
Neyse, yapılan bütün zamlara rağmen hayat ucuzluyor! Dünyada bir ilk yaşıyoruz! Hiç kimse ağlaşmasın, bir mucizeye tanık oluyoruz. Tarih yazıyoruz!
ELİ KOLU KIRILSIN
Karadeniz sahil yolu Karadeniz’i Samsun’dan Hopa’ya baştan sona geçiyor. Türkiye bu yola katrilyonlar yatırdı. Çok büyük yolsuzluklar oldu. Sahil yolu denizin kıyısından giderken halkın denizle bağlantısını tümüyle kesti.
Karadenizli, artık Karadeniz’e inemiyor.
Dahası, yola dağlardan sürekli olarak sel iniyor. Sel suları yolu alıp götürüyor. Denize yakın geçtiği yerlerde Karadeniz’in dev dalgaları, özellikle fırtınalı havalarda yolu yine götürüyor.
Sahil yolunun astarı yüzünden pahalıya geliyor. Üstelik deniz dolduruldu, doğanın dengeleri altüst edildi.
Çevre ve Orman bakanı Osman Pepe çok doğru bir laf söyledi:
"Karadeniz’de yola ihtiyacımız vardı ama bu yol keşke deniz kıyısından geçmeseydi. Bunu yapanların eli kolu kırılsın."
Yazının Devamını Oku 4 Temmuz 2006
"(Kişiye Özeldir.) Sayın İsrail Başbakanı, nasılsınız, iyi misiniz? Bizi soracak olursanız, valla ben kendi adıma sizden şikáyetçiyim. Filistinliler tarafından bir askeriniz kaçırıldı diye yine dünyayı ayağa kaldırdınız. Öğrendik ki, ordunuza ’ileri, gereken bütün hedefleri yok edin’ emrini vermişsiniz. Ordunuz zaten Filistin topraklarına girmiş, bakanları ve milletvekillerini esir almıştı. Şimdi uçaklarla, tank ve toplarla bombalama süreci devam ediyor.
Sayın İsrail Başbakanı, bu ne telaş yahu! Bir askeriniz kaçırıldı diye insan ortalığı bu kadar velveleye verir mi! Kaçırıldıysa kaçırıldı. İlle de onu canlı olarak istiyormuşsunuz. Aksi takdirde yapacağınızı İsrail hükümeti bilirmiş.
Yahu Ekselans, siz uzayda mı yaşıyordunuz?
Ortadoğu bölgesine paraşütle mi indirildiniz!
Biz terörle yıllardan beri boğuşuyoruz. Bugüne kadar toplam 6 bin askerimizi ve polisimizi yitirdik. Nice askerlerimiz kaçırıldı, binlerce sivil insanımız öldürüldü.
Kuzey Irak’ta subaylarımızın başına çuval bile geçirdiler.
Yıllardır Türkiye’nin dört bir yanında şehitlerimizi toprağa veriyoruz.
Her gün şehit cenazesi kaldırmanın ve ’kanları yerde kalmayacaktır’ diye nutuk atmanın dışında bizden ’tık’ var mı?
Sayın Başbakan, siz ne biçim ülkesiniz yahu! Kaçırılan bir askeriniz için dünyayı ayağa kaldırmak ayıp değil mi?
Sizin bir askerinizin canı can da, bizim tam 6 bin askerimizin ve polisimizin canı patlıcan mıydı yani?
Eğer bu konularda ortalığı ayağa kaldırmak gerekseydi, koskoca Türkiye Cumhuriyeti bunu şimdiye kadar bin defa yapamaz mıydı beyefendi!
Adamlar bizim içimizde. Ya bizim dağlarda ve kentlerde, ya da Kuzey Irak’ta. Çoğu oradan sızıp geliyor, yapacağını yapıp geri dönüyor.
Biz Kuzey Irak’taki PKK yuvalarına bir şey yapıyor muyuz? Elimizi kolumuzu kımıldatıyor muyuz?
O kukla Irak hükümetine, ayrıca Kuzey Irak ve Avrupa’da PKK’yı besleyen ABD ve AB’ye karşı ağırlık koyuyor muyuz? Koysak, hepsini duman etmez miyiz!
Hem biz sizin gibi küçücük değil, Allah nazardan saklasın, ’dünya devi’ bir ülkeyiz!.. Yaaa!..
Ve de siz nasıl ABD’nin kucağında oturuyorsanız, biz de aynen öyle oturuyoruz. Yani ABD hem sizin, hem de bizim müttefikimiz!
O kadar ki, bizimkiler şimdi ABD ile dostumuz İran mollaları arasında arabuluculuk yapmaya bile soyundu. Gerçi ABD bu isteği elinin tersiyle itti, ’siz karışmayın’ dedi ama olsun varsın. Elbet bir gün biz de bir yerlerde arabulucu oluruz!
Şimdi de sizinle Filistin arasında arabuluculuk görevine soyundular. Aman, istirham ediyorum bari siz geri çevirmeyin!..
Çünkü bizimkiler başkaları için arabuluculuk yapmaya kalkışırlar da, yanıbaşımızda Kuzey Irak’tan başımıza açılan belalar konusunda bir tek adım bile atamazlar!
Zat-ı aliniz bir askeriniz kaçırıldı diye dünyayı ayağa kaldırıyorsunuz. Biz dünyayı ayağa kaldırmaktan falan vazgeçtik, olanları ve başımıza gelenleri izlemekle yetiniyoruz. Niçin?..
Çünkü biz size benzemeyiz.
Biz büyük ve ağırbaşlı bir ülkeyiz!
İster öldürsünler, ister kaçırsınlar ve isterse çuval geçirsinler, sorun çıkarmak istemeyiz!
Sayın İsrail Başbakanı, inanın kafam çok bozuk! Kaçırılan bir asker için bu kadar tantana yapılır mı yahu!
Biraz uysal olun, kaderci olun.
Allah korusun siz bizim yerimizde olsaydınız, bugüne kadar tam altı bin güvenlik görevlinizi yitirmiş olsaydınız, demek ki üçüncü dünya savaşını başlatacaktınız be sayın İsrailli Başbakanım!
Bu gibi konularda bizi örnek alın. Nutuk verin ama asla tepki vermeyin. Hayırlısı neyse o olsun deyin. Sessiz kalın.
Hoşçakalın!"
Yazının Devamını Oku 2 Temmuz 2006
TÜRKİYE Büyük Millet Meclisi tatile girdi. Hayırlı tatiller olsun. Çok çalıştılar, pek çok yasa çıkardılar. Çıkardıkları yasaların önemli bir bölümü Cumhurbaşkanı Sezer tarafından geri gönderildi... Çünkü Anayasa ile çelişiyordu, hukuksuzdu, ya da eşitlik ilkesine aykırıydı.
Geri çevrilenlerin bir bölümünü düzelttiler.
Bazılarını aynen ve bir kez daha geçirdiler. O zaman Cumhurbaşkanı’nın onay vermek dışında yapacağı bir şey kalmıyordu. Bazılarını Anayasa Mahkemesi’ne gönderdi. Aylar yıllar sonra karar verilir!
Meclis gece geç saatlere kadar çalışıyordu. Aslında Meclis olmaktan çok, AKP Grup toplantısıydı. İktidarın elinde muhteşem bir çoğunluk vardı.
Dünyanın hiçbir ülkesinde olmayacak bir biçimde, seçime katılanların yüzde 34 oyuyla, Meclis’teki kelle sayısının yüzde 66’sını elde etmişti.
İstediği her yasayı istediği biçimde geçiriyor, her kararı alıyordu.
Geçirilen yasa maddelerinin pek çoğu bir bilmece gibiydi!
"Falanca yasanın ek 2. maddesinin 4. fıkrasının 3. cümlesinin sonuna şu cümle eklenmiştir..."
Kimse ne olduğunu bilmiyor, anlamıyordu.
O madde mutlaka bazı yandaşlara avantaj ve ayrıcalık sağlıyordu. Çoğu kez bunu bilmek ve anlamak da mümkün olmuyordu.
Yasalar AKP çoğunluğunun otomatiğe bağlanmış oylarıyla beş dakkada Beşiktaş yöntemiyle geçiveriyordu.
* * *
Meclis oturumlarını canlı veren, ancak sonuçta büyük devlet adamı Bülent Arınç ve AKP’nin propaganda kanalına dönüşen TRT-3 yayınlarında mutlaka dikkat etmişsinizdir.
Genel Kurul salonu hep boş!
İçeride bilemediniz 40 milletvekili var. Onlar da birbiriyle sohbet ediyor, uyuyor, uyukluyor, söyleşiyor, gülüyor, eğleniyor, cep telefonlarıyla konuşuyor.
Bazıları kuliste çay-kahve muhabbeti yapıyor.
Kürsüde birileri konuşuyor. Ne diyor? Neyi savunuyor? Neye karşı çıkıyor? Haklı mı, haksız mı?
Bunlar hiç önemli değil! Umursayan bile yok.
Oylama yapılacağı zaman kulise haber salınıyor, dışarıdakiler koşarak içeriye giriyor.
"Oylarınıza sunuyorum. Kabul edenler, kabul etmeyenler?.. Kabul edilmiştir!"
Peki onlar neye oy veriyor? Kabul veya ret oylarını neye göre veriyor?
Bunu pek çoğu bilmiyor.
Kaldır elini, indir elini!
Emir komuta zincirinde bilmeden oy veriyorlar.
Mümkün olsa da, şu AKP milletvekillerine ÖSS gibi bir test sınavı uygulansa! Oy verdikleri yasalardan -hem de çok genel hatlarıyla- birkaç soru sorulsa!..
İnanın pek çoğu sıfır puan alacaktır.
Devletin ve milletin çıkarı, vicdanlar... Eleştirme hakkı...
Bu kavramların hepsini ceplerine koymuşlardı. Genel Kurul salonuna girerken ceplerini boşaltıp giriyor, oylarını öyle veriyorlardı.
İktidar milletvekillerinden pek çoğunun amacı iş takibi yapmak, birkaç seçmeni torpille işe yerleştirmek, istedikleri yere atanmasını sağlamaktı.
Milletin vekili olmak buydu ve bu kadardı!
Bu amaçla bakanlara binlerce torpil mektubu verdiler. Bunlardan bir bölümü ele geçirilip yayınlandı.
* * *
CHP nasıl çalıştı? Bence bu olanaklar içerisinde çok kötü değildi. Pek çok konuda önergeler verdiler. Bir sürü yolsuzluğu, usulsüzlüğü açığa çıkardılar. Kürsüde ve komisyonlarda güzel, anlamlı, tutarlı eleştiriler yaptılar ama hiç dikkate alınmadı.
Haluk Koç, Mustafa Özyürek, Atilla Kart, Kemal Kılıçdaroğlu, Akif Hamzaçebi, Berhan Şimşek, Orhan Eraslan, Mevlüt Aslanoğlu, Ahmet Ersin ve daha bazıları gerçekten iyi çalıştılar. Fakat gerek onların, gerekse öteki muhalefet partilerinden milletvekillerinin önünde en büyük bir engel vardı.
Çalışmaları, konuşmaları, eleştirileri ve ortaya çıkardıkları rezaletler, ne acıdır ki medyanın bir bölümünde yer bulmuyordu.
Meclis tatile girdi!
Önümüzdeki dönemden hiç umudunuz olmasın.
Meclis’in çalışma düzeninde her şey aynı olacak, düzen değişmeyecek. Eski hamam, eski tas. Tellaklar bile değişmeyecek!
Yazının Devamını Oku 1 Temmuz 2006
AVRUPA’nın aslanı olacaktık. AB’ye çatır çatır giriyorduk! AB ne isterse yapacak, "reform sürecini" en kısa zamanda bitirecek ve o sayede "Avrupalı" olacaktık. Vatandaşımız kentte ve köyde çantasını alacak, içine birkaç kat çamaşır koyacak ve sonra "ver elini Avrupa" diyecekti. Vize mize yok, Avrupa bizi bekliyordu. Herkes AB ülkelerine gidecek, onlar da bizimkileri "hoşgeldiniz sevgili Türk dostlarımız" diye karşılayacaktı. Öğrenciye okul, işsize iş, hastaya doktor sağlayacaklardı.
Milletçe köşeyi dönecektik!!!
Hey gidi günler hey!
Başbakan ve hükümet, Avrupa’nın karşısında esas duruşta bekliyordu. Elbette bekleyeceklerdi, bu atılımı sağlamak, milyonlarca insanımıza köşeyi döndürmek kolay değildi ki!
AB bir istiyor, bizimkiler üç veriyordu. Asker devreden çıkarılıyor, AKP’nin istediği biçimde "demokrasi ve fikir özgürlüğü" hızla yerleşiyordu. Recep Tayyip Erdoğan cumhurbaşkanı olacak, laiklik rafa kalkacak, bastırdıkça bastıracaktı.
Hiç unutmam, bir AB gezisi dönüşünde bizim Melih’in belediyesine Ankara’nın Kızılay Meydanı’nda taklar kurdurdular! Başkente AB bayrakları çekildi. Kürsüden nutuk atıp milletimize o büyük başarının (!) öyküsünü anlattılar. Davul zurnalar çalıyordu, Türk milleti "AB üyeliğini" ve hükümetimizin olağanüstü başarısını kutluyordu!
Aylar ve yıllar boyunca AB ne istediyse yaptılar. Terörle Mücadele eden güvenlik güçlerinin yetkilerini bile sıfırladılar. Şimdi çark ettiler, kendi yasalarını önceki akşam kendileri değiştirmek zorunda kaldılar.
Ülkemizi biz değil, AB ile birlikte ABD ve IMF yönetiyordu. Teslim bayrağı çekilmişti.
* * *
Biz ise buralarda yırtınıyor, çırpınıyor, uyarıyorduk:
"Yapma ey hükümet, etme eyleme. Bu işin içinde büyük tezgáh var. PKK’ya güç ve destek veren bunlar değil mi? PKK’nın yayın organları bunların ülkesinde değil mi? Güvenlik güçlerinin yetkisini azaltmayın, biz İsveç, Danimarka, İngiltere değiliz. Sonra başımıza iş açar, şehitlerin kanında boğulursunuz. Kendi çıkarınız için Türkiye Cumhuriyeti’ni satışa getirmeyin. Ulusal onurumuzu bunlara çiğnetmeyin. Karşımıza Patrikhane’yi, Ruhban Okulu’nu, Kıbrıs’ı ve daha nice üstesinden gelemeyeceğimiz konuları çıkaracaklar, başımıza bela alacağız. Bunlar bizi sömürüyor, farkında değil misiniz?"
Oralara gittiler, öpüştüler, koklaştılar, sarıldılar. Bu uyarılarımız, yakarışlarımız umurlarında bile olmadı.
Şimdi takkeleri düştü, kelleri göründü.
Adamlar Kıbrıs konusunda bastırmaya başladılar.
"Arkadaş, limanlarınızı ve havaalanlarınızı Kıbrıs Rum Kesimi gemilerine ve uçaklarına açmak zorundasınız."
Bunun ne anlama geldiğini Recep Tayyip Erdoğan ve ekibi çok iyi biliyordu. KKTC ve Kıbrıs Türkleri bir kenara bırakılacak, üzerlerinde uygulanan ambargolar aynen devam edecek ve Kıbrıs Rum Kesimi’ni tanımak için ilk adımlar bu yolla atılmış olacaktı.
Recep Tayyip Erdoğan her şeyi yapardı ama bunu asla!.. Çünkü Türk milleti buna razı olacak hükümeti yaşatmaz, sandıkta devirirdi.
Bunu çok iyi biliyordu. Hemen AB’ye karşı efelenme ve dayılanma süreci başlattı...
"Vay efendim, biz buna razı olamayız!"
Söylediklerimiz aynen çıkmıştı.
Yıllar boyu AB kapılarında yalvaranlar, esas duruşta bekleyip AB’nin emirlerini yasalaştıranlar, reform yapıyoruz masalıyla milleti uyutup ülkemizi AB’nin direktifleriyle yöneten AKP iktidarı, Kıbrıs yumurtası kapıya dayanınca feryada başlamıştı.
Yumurtadan kuş mu çıkacak, civciv mi çıkacak, bilemiyorlardı.
* * *
AB’nin en yetkili kurum ve ağızları önceki gün açıklama yaptılar:
"Türkiye, Kıbrıs konusundaki taahhütlerine bağlı kalmaz, limanlarını ve havaalanlarını Rum gemilerine ve uçaklarına açmazsa ve ayrıca reformları hızlandırmazsa, müzakere süreci askıya alınabilir. Türk hükümetini bu konuda uyardık."
Aynı sözleri bugünden başlayarak dönem başkanlığını alan Finlandiya’nın Dışişleri Bakanı da söyledi.
Sopayı bu kez aba altından değil, açıktan gösterdiler.
Başımıza gelecekleri düşünmeden, sadece ve sadece Türk milletini AB masallarıyla uyutmaya kalkışanların, AB kapılarında yalvarıp yakaranların, onların kapılarında emir kulu gibi bekleşenlerin sonu işte budur.
Ahhh, neydi o parlak nutuklar attıkları günler!.. Kızılay’da kürsüler kurulmuştu, Ankara’ya AB bayrakları çekilmişti! Neydi o günler!
Ahhh, ahhh!..
Yazının Devamını Oku 30 Haziran 2006
EVET, her ortamda konuşuyor ve kendince açıklıyor!.. Ve sürekli olarak aynı sözleri söylüyor: "Kimin cumhurbaşkanı olacağını şimdiden tartışmayalım. Bunu tartışmak şu anda görevde olan Cumhurbaşkanı’na saygısızlıktır."
Olayı açıkça saptırıyor. Kimin cumhurbaşkanı olacağını tartışmak Sezer’e saygısızlık değildir. Niçin olsun ki?
Sezer görevini onuru ve saygınlığıyla, büyük başarıyla sürdürüyor. Cumhuriyet rejimine sahip çıkıyor. Süresinin ne zaman biteceği belli.
Tartışılan konu Sezer değil, onun yerine kimin geleceği. Konunun Sezer’le uzaktan yakından ilgisi yok. Herkesin kafasındaki kuşku ve soru çok açık ve net:
"Sezer’in yerine Recep Tayyip gelirse ne olacak?"
Düğüm burada. Aynı kuşkuyu kendisi de taşıyor ve her gün yeni bir söylem getiriyor. Şimdi yenisini getirdi:
"İlle de ben olmayabilirim! Benim dışımda biri niye olmasın ki!"
Oysa gönlünde yatan aslan, Çankaya.
Ancak Meclis’teki AKP çoğunluğuna kendisini ya da benzeri birini seçtirdiği takdirde Türkiye’nin nasıl gerileceğini, ülkemizin başına neler geleceğini, neler yaşayacağımızı ve o sorunların üstesinden gelmenin mümkün olmayacağını, o hepimizden iyi biliyor.
Bir şeyi çok iyi bilelim. Kendisiyle birlikte bazı partili yandaşlarının da gönlünde Çankaya aslanı yatıyor!
TBMM Başkanı ve büyük devlet adamı Bülent Arınç, Dışişleri Bakanı Abdullah Gül ve daha niceleri "keşke aradan ben sıyrılıp oraya seçilsem" hesabı içindeler.
Atalarımız ne güzel söylemiş. "İnsan hayal ettiği müddetçe yaşar."
Çankaya hayali hepsinin kafasında fazlasıyla var da, şu anda açığa vurmaları mümkün olmuyor.
EL KADI VE ZAPSU OLAYI
Devletin Mali Suçları Araştırma Kurulu (MASAK) ve Maliye Başmüfettişleri bir olayı inceleyip gündeme getirdi. Raporlarda karanlık ilişkiler ortaya çıktı. Raporlarda Yasin El Kadı isimli teröristin, Başbakan danışmanı Cüneyd Zapsu’nun isimleri geçiyor.
Burada önce bir teşekkür görevimi yerine getirmek istiyorum. Sedat Ergin yönetimindeki Milliyet Gazetesi ve gazetenin deneyimli muhabiri Nedim Şener bu olayın üzerine çok iyi gittiler. İşin hemen her boyutunu belgelerle yayınladılar.
Dün TBMM’de CHP Grup Başkanvekili Haluk Koç, milletvekilleri Kemal Kılıçdaroğlu ve Atilla Kart basın toplantısı düzenleyip yine belgeleri konuşturdular, sorular sordular, Adalet Bakanı’nın savcıları göreve çağırmasını istediler. Bugünkü gazetelerde bu haberi büyük olasılıkla iç sayfalarda ve sadece birkaç cümle ile okumanız mümkün olur!
Sevgili okuyucularım, bu işin altında önemli şeyler var. Devletin kurulları ve müfettişleri kara para raporu hazırlıyor, çok önemli suçlamalar getiriyor ve İstanbul’da bir savcı, hiç kimsenin ifadesini almaya, bilgisine başvurmaya bile gerek görmeden "takipsizlik" kararı verip dosyayı kapatıyor.
Dosyada çok önemli kişilerin isimleri geçiyor. CHP bu dosyanın yeniden açılmasını istiyor.
Hükümet (!) demiyorum, bir devlet böylesine önemli dosyalarda nasıl böyle duyarsız kalabilir?
İşin dahası var. Başbakan danışmanı kimliğiyle Başbakan adına dünyanın dört bucağını dolaşan, ABD yönetimiyle bile bire bir görüşmeler yapan Cüneyd Zapsu gerçekten danışman mıdır? Başbakanlık "kadromuzda böyle bir personel yoktur" diye açıklama yaptı. O halde Zapsu’nun yurtdışı gezilerinde harcamaları kim karşılıyordu?
Kendisi cepten mi ödüyordu, yoksa devletten mi alıyordu? Resmi danışman değilse devlet ona hangi sıfatıyla para veriyordu?
Bu dosyadan ilginç olaylar fışkırıyor. Devlet nerede? Yargı nerede? Takipsizlik kararı nerede? Niçin tık yok? Dosya deşildiğinde ne çıkacağı yoksa biliniyor mu?
* * *
Emin Çölaşan’ın notu: Dün Ulusal Kanal Genel Müdürü Turan Özlü’den aldığım faksı özetliyorum: "Bugünkü yazınıza konu olan Nurettin Veren bir yılı aşkın süredir Ulusal Kanal’da her hafta cumartesi saat 20’de program yapmaktadır. Yazınızda aktardığınız konular haftalardır Ulusal Kanal’da işlenmektedir.
Yazınızda ulusal çizgide yayın yapan Kanal Türk, Başkent TV (BTV), Avrasya (ART) sıralanıyor ama Ulusal Kanal anılmıyor. Değerlendirmenize sunarız."
Yazının Devamını Oku