18 Temmuz 2006
"YARIN yapılacak Bakanlar Kurulu toplantısı çok şeylere gebe olabilir!"... Yani başbakan pazar günü partisinin bir il kongresinde konuştuğunda, dün yapılan Bakanlar Kurulu toplantısından söz ediyordu. Duyunca "ha şöyle, ağzına sağlık, demek bir şeyler olacak" dedik. Fakat dağ fare doğurdu. Dün toplantı bitene kadar sabırla bekledik, sonucu öğrendik. Hiçbir şey çıkmadı.
Ülkemiz Güneydoğu’da birbiri ardına şehitler veriyor. Yollarda mayınlar patlıyor, askeri araçlar havaya uçuyor, çatışmalar çıkıyor, karakollarımız basılıyor, araçlar taranıyor, asker ve polislerimiz şehit düşüyor.
Ana baba kuzularını her gün toprağa veriyoruz. Bundan sonra da vereceğiz. Türkiye’nin dört bir yanında her gün şehit cenazeleri kaldırılıyor. Buna hiçbir ülke dayanmaz.
Ama üzerine ölü toprağı serpilmiş bir topluma sahibiz. Atılan nutuklar, "kanları yerde kalmayacak" edebiyatı dışında yapılan hiçbir şey yok. Bundan sonra da olmayacak.
Kendi toprağımızdaki terör örgütü ortalığa kök saldı, onunla başedemiyoruz.
Örgütün ana üssü Kuzey Irak hemen yanı başımızda. Ordumuz oraya giremiyor... Çünkü Kuzey Irak’ta kurulan Kürt devleti ABD’nin koruması altında. Biz ise onların piyonu durumundayız. "Gir" derlerse belki gireriz ama hep "giremezsin" diyorlar.
Dün aynı şeyi bir kez daha yaşadık.
ABD ve onun güdümündeki kukla Irak devletinin Ankara’daki büyükelçileri Dışişleri Bakanlığı’na çağrıldı. Sonuç ne? Sıfıra sıfır, elde var sıfır! Bir kez daha nasihat aldık.
***
Ne zaman ki AB’nin ocağına düştük, işte o zamandan sonra terörle mücadele zayıfladı. Piyasaya AB’nin baskısı ve emirleriyle "demokrasi, insan hakları, terörist hakları" gibi kavramlar sürüldü ve bunlar hep teröristlerin lehine kullanıldı.
Bizim can veren, sakat kalan askerimiz ve polisimiz için bu kavramlar hiç yoktu!
Terörle mücadele eden güvenlik güçlerinin pek çok yetkisi, AB’nin baskısı doğrultusunda AKP iktidarınca çıkarılan yasalarla ellerinden alındı. Güvenlik güçleri cascavlak ortada bırakıldı.
Sonuç ortada!
Her gün şehit cenazeleri.
1984 yılından bu yana PKK teröründe tam 6 bin subay, astsubay, uzman çavuş, er ve polisimizi, köy korucularını toprağa verdik. Binlercesi sakat kaldı. Eli kolu, ayağı bacağı koptu, gözleri kör oldu, tekerlekli sandalyede yaşamaya mahkum kaldı.
Ordumuz eskiden -gerektiğinde- Kuzey Irak’a girer, operasyon ve temizlik harekatı yapardı. Şimdi o bölge "dost ve müttefik ABD"nin denetiminde. İşi bıraktık! Sadece izlemekle, seyretmekle -ve acı çekmekle- yetiniyoruz.
Önemli olan, şehitlerimizi gömüyoruz ya! Daha da nicelerini gömeceğiz. Yeter ki ABD ve AB’yi küstürmeyelim, karşımıza almayalım! (Dün iki şehit daha verdik.)
Bütün bunlar olurken hükümet nerede? Başbakan nerede?
AKP’nin il ve ilçe kongrelerinde!
Dün yine şehit cenazeleri kalkıyordu. Başbakan neredeydi?
Üzücü bir kazada vefat eden AKP’li Merzifon belediye başkanının cenazesinde!
***
Evet, "çok önemli şeylere gebe olan" Bakanlar Kurulu toplantısı dün yapıldı. Büyük bir heyecan ve merakla toplantının sonunu bekledik.
Çok önemli kararlar alınacaktı, çünkü Tayyip Bey öyle söylemişti.
Akşam saat 16.30’da yapılan açıklama tam bir hayal kırıklığı oldu.
Bakanlar Kurulu toplantısında terörle mücadele konuları gözden geçirilmiş, hükümetin bu konudaki kararlılığı vurgulanmış, terörle mücadele birinci öncelikmiş, Kuzey Irak bataklığı için ABD ve Irak hükümetinden (PKK’ya karşı) ricada bulunulmuş!
Vallahi helal olsun!
Pazar günü "önemli kararlara gebelik" kavramı ortaya atılmıştı ve sonucunu dün hep birlikte, merakla izledik.
Cenin ölü doğdu!
Biz bu kafayla gidersek daha çoook şehitler vereceğiz... Çünkü ülkemizin ve ana baba kuzularımızın kaderi ABD, Kuzey Irak’ta kurulan Kürt devleti ve kukla Irak hükümetlerinin elinde.
Bir askeri kaçırıldığı için bölgeyi kan gölüne çeviren İsrail’in, koskoca Türkiye Cumhuriyeti olarak değil yüzde biri, değil binde biri, milyonda biri kadar bile olamadık, olamıyoruz.
Yazık bize, yazıklar olsun bizi yönetenlere.
Yazının Devamını Oku 16 Temmuz 2006
SEVGİLİ okuyucularım, hepimiz bu ülkenin insanlarıyız ve aynı geminin içinde yaşıyoruz. Gemi batarsa hepimiz batacağız, çıkarsa hepimiz çıkacağız. Ama gelin görün ki, hep büyük çoğunluk batıyor, küçük bir azınlık ise çıkıyor, yükselmeyi başarıyor. Kim o küçük azınlık?
İktidar yandaşları. Atamalarda, ihalelerde, kamu alımlarında hep onlar var. Devletin ve belediyelerin parası onlara pompalanıyor. Büyük çoğunluk ise kesilen ilaç ve tedavi parasının peşinde koşturuluyor. Bu sadece bir tek örnek.
Öbür tarafta ülkemizin nasıl yönetildiğini hayretle, ibretle ve dehşetle izliyoruz. İnsanlar mutlu değil. Hiç kimse geleceğe güvenle bakmıyor. Haksızlık, hukuksuzluk, yolsuzluk, kapkaç, gasp, hırsızlık diz boyu.
Türkiye Cumhuriyeti çelişkilerle, tuhaf açıklamalarla, gizlenen gerçeklerle, insanlar kandırılarak yönetiliyor.
Memur, işçi, emekli, esnaf, çiftçi, öğrenci, herkes mutsuz. İşsizlik dayanılmaz boyutlarda. Kitleler geçinemiyor, ayın sonunu getiremiyor. Bu koşullarda IMF, 380 milyonluk asgari ücreti yüksek bulup azaltılmasını istiyor.
Tek parti iktidarı çözülmüş, ülkeyi yönetemiyor. Elinde sadece yüzde 34 oyla ele geçirdikleri yüzde 66’lık Meclis çoğunluğu -AKP milletvekilleri- var!
Kaldır deyince ellerini kaldırıyorlar, indir deyince indiriyorlar ve Meclis’ten yasalar otomatiğe bağlanmış bir biçimde geçiveriyor. Ama bu yetmiyor.
Ülkemizde her gün kara mizah olayları yaşıyoruz. Gülmek mi gerekir yoksa ağlamak mı, bilemiyoruz.
* * *
Bu ülkede her gün birkaç şehidimizi toprağa verirken hükümetten tık yok. Aynı hükümet kendi terör sorununa çözüm bulamaz ve ayrıca aramazken, sınırlarımız dışındaki olaylar karşısında maşallah pek duyarlı!
ABD-İran, İsrail-Filistin arasında arabuluculuk yapmaya soyunuyor. Gerçi sonuç sıfır ama iç kamuoyu bu masallarla uyutulmak isteniyor. Aynı hükümet PKK terörü konusunda suskun. Şehit cenazelerinden adeta bıkmış usanmış durumda.
Suriye’ye başbakan danışmanı gönderiyorlar. Bu şahsın orada HAMAS örgütünün başıyla gizlice görüştüğü basına yansıyor. Dışişleri Bakanı, Başbakanlık sözcüsü ve danışmanın kendisi bu haberleri tek tek yalanlıyor. Hemen ardından Başbakan çıkıp "Evet görüştü" diyor!
Hem birbirlerini yalanlıyorlar, hem de birileri bize yalan söylüyor.
Terör örgütlerine para sağlayan Yasin El Kadı isimli şahıs Birleşmiş Milletler tarafından kara listeye alınmış. Dolayısıyla bundan önceki hükümet de kendisini kara listeye almış ve ismi Resmi Gazete’de yayınlanmış. Türkiye’de Başbakan’ın danışmanı Cüneyd Zapsu ile ortaklık etmiş olan bu şahıs için Başbakan televizyonda konuşuyor:
"Ben kendisini çok iyi tanırım. İyi adamdır. Hayırseverdir. Yasin Bey’e kefilim."
İki gün sonra emniyet sözcüsü açıklama yapıyor, bu adamın Türkiye’ye girmesinin yasak olduğunu bildiriyor.
Başbakan kime kefil oluyor?... Ve hangi gerekçeyle oluyor?
* * *
Meclis Başkanı Moskova’da gazetecilere "Ölü Lenin’i görmek çok güzel" diyor. Yaptığı gafın farkına sonra varıyor ve çevresindeki Türk gazetecilere rica ediyor: "Aman bu sözümü duymamış olun!"
Türkiye’de telefonlar dinleniyor. İşin komik ve acı boyutu: Türk Telekom adına da "Biz dinlemedik" açıklaması yapılıyor. Bu sözleri söyleyen kim? Bu kurumun yönetim kurulu başkanı Paul Doany! Bir yabancı uyruklu. Bu kurum basit bir işlem yaptığı anda Türkiye’deki bütün sabit telefonları dinleme gücüne sahip. Genelkurmay ve devlet telefonları dahil!.. Ve elde ettiği bilgileri başkalarına iletme gücüne de sahip!
Size olayları çok özetle aktarıyorum, çok genel bir çerçeve çiziyorum.
Ülkemizin getirildiği şu duruma bir bakın.
Eğitim sistemi tümüyle çökmüş. Özellikle liseler devre dışı kalmış, dershaneler öne çıkmış. Eğitimde, sağlıkta büyük rant dönüyor. Parası olan iyi eğitim alıyor, parası olmayan ya sürünüyor, ya da tarikatların kucağına düşüyor. OKS sınavında tam 46 bin öğrenci sıfır çekiyor.
Kanlı Danıştay baskınını askerlere ihale etmeye kalkışan hükümet yetkilileri, savcılık iddianamesi sonrasında suspus oturuyor. Din ticareti ve din sömürüsü olanca hızıyla sürüyor. Devleti ele geçirdiler, milletin fabrikalarını, limanlarını, tesislerini günü kurtarmak için kelepir sattılar.
Çok genel hatlarla ülkemizde ’manzara-i umumiye’ (genel görünüm) dün, 2006 yılının 15 Temmuz günü çok özetle böyleydi!
Bugün belki değişir!!!
Yazının Devamını Oku 15 Temmuz 2006
KOSKOCA bir ülke düşünün ki, insanlar dinlenme korkusu içinde. Hepimizin beyninin içinde bu endişe var. "Telefonum dinleniyor mu?" Siz istediğiniz kadar yasal önlem alın, istediğiniz güvenceyi verin, her kesimden milyonlarca insan bu kuşku içerisinde yaşıyor.
"Efendim, telefon dinlemek için mahkeme kararı gerekir!"
Bu söze inanan var mı? Günlük yaşantımızdan biliyorum. Birileri arıyor, "Şimdi telefonda söyleyin" diyorum ve hep aynı yanıtı alıyorum: "Telefonda olmaz, yüz yüze konuşalım. Telefonlar tekin değil."
İletişim sektörünün çoğunu, başta Telekom olmak üzere yabancılara sattık. Bu yabancıların katılımı olmadan telefon dinlemek mümkün değil.
Dinlenmemiz yabancıların elinde! Dolayısıyla devletin gizli bilgileri, her şeyi de onlarda. İstedikleri her telefonu, devlet dahil, mahkeme kararına falan gerek kalmadan dinlemeleri mümkün.
Birkaç milyar dolar için bu riske girmeye değer miydi acaba?
* * *
Son olarak Harp Okulu Komutanı Tümgeneral Reha Taşkesen’in telefonları dinlendi. Bu kesin.
Acaba dinlenmesi için mahkeme kararı alınmış mıydı? Kim izin verdi? Hangi makam, neresi dinledi veya dinletti?
Genelkurmay Başkanlığı’nın birkaç gün önceki bildirisinde "Bizim telefon dinleme olanağımız yok" denildi. İşin içindekiler olduğunu söylüyor.
Dün Emniyet Genel Müdürlüğü ve ayrıca MİT tarafından yapılan açıklamada "Taşkesen Paşa’yı biz dinlemedik" denildi.
Şimdi iş daha da karmaşık boyutlara ulaşmış oluyor. Devletin bir generalinin yaptığı konuşmalar dinlenmiş.
Bu konuda mahkeme kararı var mı, yok mu? Mahkeme kararıyla mı dinlenmiş, yoksa birileri işgüzarlık mı yapmış?
Bu soruların yanıtı bilinmiyor. Bunlara ilgili makamlar tarafından yanıt verilmesi gerekmez mi?
Türkiye’de insanlar her konuda güvenini yitiriyor. Bir ülkede olacak en kötü şey budur. Telefon konuşması yapan belki yüz binlerce, belki milyonlarca masum insan dinlenme endişesi içinde. Bu korku, kuşku, beyinlere yerleşmiş durumda.
Gazeteci, siyasetçi, işadamı, asker, sivil, bütün kesimlerden hemen herkes!
Kime güveneceğiz? Bu korkuyu üzerimizden nasıl atacağız? Generallerin bile dinlendiği ve dinleyenin belli olmadığı, gizlendiği bir ortamda derdimizi kime, hangi sorumsuzlara nasıl anlatacağız?
DANIŞTAY BASKINI
Kanlı Danıştay baskınının içyüzü yargı belgeleriyle ortaya çıktı. Elimde Ankara Cumhuriyet Başsavcılığı tarafından hazırlanan 2006/48 sayılı iddianame var. Belgenin 6. sayfasında saldırgan Alparslan Arslan’ın savcılık ifadesinden bir bölümü aynen veriyorum:
"Türban kararı nedeniyle mahkeme başkanını vurmaya karar verdim. Odaya girdiğimde Allahüekber diye tekbir getirdim. Ayrıca (kaçarken) polisle boğuştuğum sırada da tekbir getirmiş olabilirim..."
İddianame sayfa 11:
"...(Olay sonrasında kaçarken) Çıkış kapısına yaklaşan Alparslan’ın polisler tarafından yakalandığı, polislerden kurtulmak amacıyla silahı ile bir el ateş ettiği, güvenlik odasına alındığı sırada tekbir getirerek ’Osmanlı torunuyum, Allah’ın askerleriyiz’ şeklinde bağırdığı..."
Bunları baskın sırasında orada bulunan en az 30 Danıştay çalışanı zaten duymuştu. Bu sözleri baskın sonrasında gazetecilere açıklayan Danıştay mensuplarına dinci basında nasıl hakaretler yağdırdılar, nasıl ipe sapa gelmez iftiralar attılar, onları yalancılık ve tahrikçilikle suçladılar. İşte, gerçekler şimdi yargı belgelerinde. Bakalım bundan sonra ne diyecekler!
* * *
Bir de o utanç günü sonrasında iktidar mensuplarının sözlerini, hadiseyi askerlere ihale etme çabalarını bir anımsayalım:
Recep Tayyip Erdoğan: "Bu iş başörtüsüyle ilişkili değil. Susurluk, Küre, Sauna bağlantıları var! Saldırı iktidarımıza yöneliktir."
Mehmet Ali Şahin: "Saldırıda gladyo türü bir yapılanma var. Sürprizlere hazır olun!" (Hazır olduk ama bir şey çıkmadı!)
Bülent Arınç: "Saldırıdan siyasi rant devşirmeyin."
Cemil Çiçek: "Olayın türbanla bağlantısı tespit edilmedi."
Bu kadronun ne kadar "ileri görüşlü" olduğu, ya da olayı nasıl "çarpıtmaya kalkıştığı" şimdi ortaya çıkıyor.
Meral Tamer dün Milliyet’teki yazısında bunlar için soruyordu:
"Gözümüzün içine baka baka ne senaryolar yazmışlardı. Şimdi özür dileyecekler mi?"
Onlar kiiim, özür dilemek kim!
Yazının Devamını Oku 14 Temmuz 2006
HARP Okulu dev bir askeri üniversite. Burada 3.600 öğrenci eğitiliyor. İçlerinde yaklaşık
50 bayan öğrenci var.
Ayrıca
bin dolaylarında asker ve sivil personel burada görev yapıyor.
Harp Okulu Komutanı Tümgeneral
Reha Taşkesen birkaç gün önce görevinden istifa etti. Bu olay nasıl gelişti? Neler oldu?
Her şey imzasız ihbar mektupları ile başladı
Şimdi bu süreci size
"birinci elden" ve
"en yetkili ağızdan" anlatacağım.
Genelkurmay Başkanlığı’na
Taşkesen’le ilgili imzasız ihbar mektupları geliyordu:
"Okulda bira içmeyi serbest bıraktı. Kız ve erkek öğrenciler el ele tutuşuyor. Yakında hamile kalanlar olacak." Bu imzasız mektuplar üstleri tarafından resmi yazı ekinde
Taşkesen’e gönderiliyordu.
Taşkesen bunları
"birinci ele" şöyle aktardı:
"Benim askerlik anlayışım farklıydı. 21. yüzyılda görev yapacak Atatürkçü, çağdaş subaylar yetiştiriyordum. Rahat bir eğitimden yanayım. Askerlikte sopalı sisteme karşıyım. Askerlik anlayışım karşılıklı sevgi ve saygıya dayanır. Hiçbir personelimle sorunum olmadı. İmzasız ihbarların tümü yalandı."
Fakir çocuklar mum ışığında yemek yiyordu
"Okulda bira içilmesi söz konusu değil. Ancak Demirtepe semtindeki lokalimizde içki var. Orası beş yıldızlı restorana dönüştü. Çoğu fakir ailelerin çocuğu olan öğrenciler gelir, mum ışığında aileleri veya kız-erkek arkadaşlarıyla ucuz ve kaliteli yemek yer.
Ben oraya piyano da koydurdum. Amaç onların sosyal ve çağdaş kişiliğini geliştirmektir. Okula içkili gelinmez. Okulda el ele tutuşulmaz. Bunlar kesinlikle yasaktır. Harp Okulu Komutanlığı’na Orgeneral Büyükanıt tarafından geçen yıl getirilmiştim. Tahmin ediyorum ki, "birileri" benim bu uygulamalarımdan rahatsız oldu. Uzaktan bakınca, benim yaptıklarım ve askerlik anlayışım onları rahatsız etmiş olabilir. Böyle bir algılamam var çünkü yaptığım uygulamalar birilerini rahatsız ediyordu."
Görevden alınma olayında
tarikatların rolü olmuş mudur?
"Ülkemizin en büyük sorunu köktendincilik ve bölücülüktür. Harp Okulu’nda bu konuda bazı duyumlarım oldu. Bu kesimlere karşı sözlü emirler verdim. Rahatsız oldukları kesindir. İmzasız ihbar mektuplarıyla tedirgin ediyorlardı. Üstlerim bu konuda bir araştırma yaptırsaydı, hepsinin asılsız olduğu ortaya çıkacaktı. Yaptırmadılar."
Bazı hanımlarla özel konuşmalar yaptığım doğru
Peki olay nereye doğru sürükleniyordu?
Taşkesen bunları da
"birinci ele" şöyle anlatıyordu:
"Çevrem çok geniş. Yazar, gazeteci, siyasetçi, asker, sivil, kadın, erkek, çok geniş çevrem var. Kendi özel telefonumla herkesle her şeyi konuşurum. Makam telefonum özel görüşmelere kapalıdır. Dinleniyorum diye özel telefonumdan konuşma yapmaktan vazgeçmedim.
Bazı hanımlarla da özel konuşmalar yapmışımdır. Tamamen özel yaşamdır. Basında yer alan bayan Harp Okulu öğrencisi tamamen yalan. Böyle bir şey kesinlikle yok."
Taşkesen dinlendiğini biliyor muydu?
"İlk ağıza" şöyle anlatmıştı:
"Bu yılın başlarında, telefonlarımın dinlendiğini çok güvenilir bir kaynaktan öğrendim.
Samsun’dan aldığım telefon hemen dinlemeye alınmış
Göreve başladıktan hemen sonra beni izleme ve dinleme kararı alınmış. Kimin dinlediğini veya dinlettiğini bilmiyorum. Birinin dinlenmesi için mahkeme kararı gerekir. Olup olmadığını da bilmiyorum ama olmadığını sanıyorum.
Ülkemizde telefon dinlemeyi Genelkurmay, MİT, Jandarma ve Emniyet yapabilir. Dinlemeyi Genelkurmay mı yaptı veya istedi, yoksa başkaları mı dinleyip Genelkurmay’a iletti? Bunları da bilmiyorum.
Samsun’dan başkasının adına bir cep telefonu almıştım. O numarayı da en kısa zamanda öğrenip dinlemeye almışlar. Bu işin arkasında bir yabancı devlet desteği olup olmadığını da doğrusu merak ediyorum."
Geçen çarşamba günü Kara Kuvvetleri’ne çağrıldım
Önceki gün bu konuda yayınlanan Genelkurmay bildirisinde Genelkurmay’ın dinleme yapma olanağı olmadığı belirtilmişti.
Taşkesen tam tersini söylüyor.
Olay daha sonra nasıl gelişti, neler oldu?
"Şunu gördüm ki, saçma sapan imzasız ihbar mektupları gönderen kişilerle dinleme yapan ve yaptıranlar, aynı kesimdi. Bu iş birlikte yapılıyordu ve olay saptırıldı."
Harp Okulu Komutanı Tümgeneral
Reha Taşkesen geçtiğimiz çarşamba günü Kara Kuvvetleri Komutanlığı Kurmay Başkanı Orgeneral
Ergin Saygun tarafından makamına çağrıldı.
Saygun’un masasında
Taşkesen’in bazı bayanlarla yaptığı ve dinlenmiş olan telefon konuşmalarının kağıda dökülmüş bant çözümleri vardı. Perşembe günü bir kez daha konuştular ve
Taşkesen istifasını vermek zorunda kaldı.
Basına bazı bilgiler yansıdı ama bu konuşmaların hangi bayan veya bayanlarla yapıldığı, neler konuşulduğu bilinmiyor. Anladığım kadarıyla emekli Tümgeneral
Reha Taşkesen de bu tür konuşmalar olduğunu güvendiği kişilere doğruluyor, ancak konunun ayrıntılarına girilmesini istemiyor.
Özel konuşmalarımın kayıtları önüme kondu
"Bunlar benim çok özel konuşmalarımdı. Özel hayatıma girilmişti. Saygun Paşa onları bana okuttu. Oraya çağrıldığım zaman zaten bazı tatsız gelişmeler olacağını hissediyordum. Askerlikten istifamı orada verdim. Benim yadırgadığım konu şudur: TSK bu olayı sadece bir bayan ilişkisiyle sınırlayıp basit bir düzeye indirerek gündeme getirdi. Hukuk dışı dinleme olayına TSK dahil hiç kimse dikkat etmedi.
SORUYORUM: YAPILAN DİNLEME HUKUKA UYGUN MU
Genelkurmay bildirisinde ’özel hayatın dokunulmazlığı var’ deniliyor ama benim özel hayatıma yasadışı yollarla girildi, özel hayatımın dokunulmazlığı yok edildi. Ben bu yaşananları kişisel bir olay olarak görmüyorum. Yapılan dinlemeler hukuka uygun mudur? Bu soruyu soruyorum."
İmzasız ihbar mektuplarıyla başlayan, telefon dinlemeleri ve istifa ile sonuçlanan karmaşık bir olayın perde arkası çok özetle böyle. İşin içinde bir tezgah, komplo, başka hesaplar, ya da bu olayın Yüksek Askeri Şûra toplantısından hemen önce gündeme getirilmesinin bir anlamı var mı? Şu anda bilemiyoruz. Başka bir bilgiye de sahip değiliz.
Yazının Devamını Oku 13 Temmuz 2006
BİLİYORSUNUZ, ülkemizin iç ve dış siyaseti ABD ve AB, ekonomisi ise IMF’nin elinde. Emirler, direktifler oradan gelir. Onların istemediği hiçbir şeyi yapamayız. Örneğin son olarak alınan ve gerçek bir rezalete dönüşen "sağlıkta tasarruf" önlemleri de IMF’nin direktifleri doğrultusunda alındı. IMF şimdi başka bir konuda daha bastırıyor:
"Asgari ücret çok yüksek. Bunu azaltın."
Yüksek dedikleri asgari ücret ayda net 380 milyon lira. Karşılığı dünkü kurla 243 dolar! Türkiye’de milyonlarca insan bu parayla besleniyor (!), kira ödüyor, yol parası veriyor, aile geçindiriyor! Bir mucize! Türkiye’de dört kişilik bir ailenin açlık sınırını aşması için ayda bir milyar lira geliri olması gerekiyor. Sonuç ortada. Kitleler sürünüyor. Buna karşın yine milyonlarca kişiden oluşan bir işsizler ordusu, bir iş sahibi olabilmek için bu komik asgari ücrete bile razı.
Ayda 243 dolar!.. Ve bu rakam IMF’ye göre yüksek... Ve azaltılmasını istiyor.
Dahası var. IMF aynı zamanda kıdem tazminatlarını da çok yüksek bulduğunu, bunun da azaltılması gerektiğini resmen açıklıyor. Kamuya veya özel sektöre yıllarca hizmet veren, şu veya bu nedenle işinden ayrıldığı zaman alacağı kıdem tazminatı tek güvencesi olan yine milyonlarca insanımıza sergilenen en büyük saygısızlık.
Bu konuda şu anda bir gelişme yok. Sonucunu hep birlikte göreceğiz.
Ancaaak, insanlarımıza -alay edercesine- yapılan bu saygısızlığa daha nice yıllar tanık olacağız.
GÖRÜŞMÜŞSE GÖRÜŞÜVERMİŞ YANİ!
Başbakan’ın Ahmet Davutoğlu isimli danışmanı geçen hafta Suriye’ye gitti ve Devlet Başkanı Esad’la görüştü. Bu görüşmenin başlangıcında Şam Büyükelçimiz de devleti temsilen bulundu. Büyükelçimiz daha sonra Davutoğlu’nun kaş göz işaretleriyle görüşmeden çıkarıldı. Bu gezi sırasında yabancı ajanslar önemli bir haber geçti: "Davutoğlu daha sonra Şam’da bulunan HAMAS lideri Halid Meşal’la bir araya geldi."
Biliyorsunuz, HAMAS dünyada bir terör örgütü olarak kabul ediliyor.
Bu ajans haberleri sonrasında Ankara telaşlandı. HAMAS görüşmesi bütün dünyada aleyhimize kullanılacaktı. Bizimkiler bunun üzerine o klasik numaraya bir kez daha yattılar. İlk yalanlama danışmanın kendisi tarafından yapıldı: "Bu haberin gerçekle ilgisi yoktur ve tamamen yalandır."
Hemen ardından Başbakanlık sözcüsü Akif Beki yalanladı: "Davutoğlu sadece Esad’la görüşmüştür."
Aynı doğrultuda bir yalanlama da Dışişleri Bakanı Abdullah Gül’den geldi:
"Hayır, HAMAS örgütüyle hiçbir görüşme yapılmadı."
Çok güzel, demek ki danışman bey Şam’da HAMAS lideriyle gizlice buluşmamış, konuşmamıştı. Yabancı ajanslar tarafından geçilen haberler yalandı!
Fakat önceki gün NTV ekranına çıkan Recep Tayyip Erdoğan birdenbire itirafta bulunmasın mı!
"Evet, Davutoğlu Şam’da HAMAS örgütü lideri Meşal’le görüştü!"
Aaaa, vallahi şaşırıp kaldık! Danışmanın kendisi, Başbakanlık sözcüsü ve Dışişleri Bakanı tarafından birbiri ardına yapılan yalanlamalar (!) boşa gitmişti. (Acaba kimden neyi, niçin gizlemeye kalkışmışlardı?)
Devletin yaptığı yalanlamaları Tayyip Bey devlet adına yalanladı! Nasıl yönetildiğimizi gördük, bir yaşımıza daha girdik!
KADI’NIN KEFİLİ!
Başbakan aynı ekran konuşmasında Birleşmiş Milletler Örgütü terör listesinde ismi olan, Cüneyd Zapsu’nun eski ortağı Yasin El Kadı’yı savunuyor, onun yakın bir arkadaşı, hayırsever olduğunu ve kendisine kefil olduğunu söylüyordu. CHP milletvekilleri Haluk Koç, Kemal Kılıçdaroğlu ve Atilla Kart dün Meclis’te basın toplantısı yapıp gerçekleri bir kez daha dile getirdiler.
"Kadı’nın adı 30 Aralık 2001 tarihli Resmi Gazete’de, Bakanlar Kurulu tarafından açıklanan uluslararası teröristler listesinin 39. sırasında yer aldı. BM kararı uyarınca Türkiye’deki bütün parasına ve mal varlığına el konuldu."
Yasin El Kadı, AKP iktidarı döneminde korundu ve kollandı. Düzenlenen devlet raporları hasıraltı edildi. Savcılık, hiçbir devlet kurumunun görüşlerine başvurmadan takipsizlik kararı verdi.
Olayların nasıl ve hangi baskılarla geliştiğini Tayyip Bey’in sözlerinden sonra, şimdi çok daha iyi görüyoruz.
Emin Çölaşan’ın notu: Rusya’ya resmi gezi yapan TBMM Başkanı Bülent Arınç, Lenin’in mezarı önünde inanılmaz bir gaf yaptı: "Lenin’i ölü görmek çok güzel." Sonra pişman oldu ve oradaki gazetecilere "Umarım Türkiye’deki gazeteciler gibi değilsinizdir, bu sözümü büyütmezsiniz" dedi. Ben ısrarla yazarım, kendisi "büyük devlet ve hükümet adamı"dır.
Ağzından çıkanı kulağı duyar!
Yazının Devamını Oku 12 Temmuz 2006
ATAMIZ Osmanlı döneminde anamızı ağlatan kapitülasyon rezaletinden burada sık sık söz ederim. Osmanlı sınırları içerisinde yaşayan veya yaşamayan azınlıklara ve yabancı uyruklulara çok sayıda ayrıcalık sağlanmıştı.
Örneğin Türkiye’de suç işleyen bir yabancı ille de kendi ülkesinin büyükelçiliğine ya da konsolosluğuna teslim edilir, yargılamasını uyruğunda bulunduğu ülke yapardı.
Yabancıların ayrı postaneleri vardı. Posta hizmetini onlar yürütürdü.
Yabancılardan vergi alınmazdı.
Limanlarımız arasında yabancı bayraklı gemiler yük ve yolcu taşırdı.
Bütün bu süreç içerisinde hiçbiri Osmanlı kanunlarına tabi değildi. Sorunlarını kendi diplomatik temsilcilikleriyle çözerlerdi.
Yabancıların gümrüklerde temsilcileri vardı. Gelen giden malları, eşyaları onlar denetlerdi.
Gümrükler bile bizim elimizde değildi.
Ne zaman ki Cumhuriyet yönetimi geldi, kaldırılması Lozan anlaşmasıyla kabul edilen bu kapitülasyon rezaletinin bütün hükümleri tek tek yırtılarak çöp tenekesine atıldı.
Üzerimize yüzyıllar boyu yapışıp bizi iliğimize kadar sömüren bu kenelerden, sülüklerden artık kurtulmuştuk.
* * *
Şimdi elimde bir belge var. Dış Ticaret Müsteşarlığı İhracat Genel Müdürlüğü’nün tüm ilgili firma ve kuruluşlara gönderdiği 6 Temmuz 2006 tarih ve 4291 sayılı yazısı. Bu yazıyı özetliyorum.
ABD hükümeti 11 Eylül olayı sonrasında dünyanın çeşitli limanlarında ABD’ye konteynerlerle gidecek malları denetlemeye başlamış. Bu amaçla ülkemizde de geçtiğimiz haziran ayında ABD’li yetkililerin katılımıyla toplantı yapılmış ve İzmir limanı incelenmiş. ABD bu amaçla bir proje hazırlamış.
Devletin yazısında daha sonra şöyle deniliyor:
"Proje kapsamındaki limanların bulunduğu şehirlerde ABD gümrüklerinden az sayıda kişiden oluşan ekip konuşlanmakta ve bu görevliler (Amerikalı gümrükçüler) denetimlere gözlemci olarak katılmaktadır...
Konteyner güvenliği projesinin İzmir limanında başlatılması için ABD makamlarıyla temaslar devam etmektedir. Bu amaçla iki ülke arasında bir anlaşma imzalanması planlanmaktadır. Anlaşma ABD gümrük uzmanlarının Türkiye’deki faaliyetlerinin çerçevesini belirleyecektir... Anlaşma TBMM’nin onayına sunulacak ve onay süreci sonrasında yürürlüğe girecektir..."
* * *
Uluslararası ilişkilerde "karşılıklı olma" ilkesi vardır. Bunun Arapça deyimi "mütekabiliyet"tir. Bizim limanlarımızda ABD’li gümrükçüler resmen çalışacaksa, karşılığında bizim devlet görevlilerimizin de onların denetimindeki belli yerlerde çalışabilmesi gerekir.
Örneğin ABD denetimindeki Kuzey Irak’ta, PKK’ya karşı.
Öyle ya, Kuzey Irak tümüyle ABD denetiminde. PKK orada palazlanıyor, büyüyor. Tamamen ABD’nin koruması ve kanatları altında.
Sonra biz Türkiye’de her gün şehit cenazeleri kaldırıyoruz.
Amerikalı gümrükçüler İzmir limanında görev alacak (sonra aynı uygulama öteki limanlarımızda başlayacak) ve ABD’ye gönderilecek konteynerlerin denetimini yapacakmış. Bu konuda iki ülke arasında anlaşma imzalanacakmış.
Sorması ayıptır ama, biz Kuzey Irak konusunda ne yapacağız? Ya da İzmir limanı karşılığında ABD bize Kuzey Irak’ta hangi kolaylığı sağlayacak? Ne verecek?
Hiçbir şey!
* * *
Amerikalı, kendi ülkesine İzmir limanından gönderilecek konteynerler içerisinde patlayıcı ve saire olabilir diye kendi gümrükçülerini görevlendiriyor. Amacı kendi insanına zarar gelmesin.
Yahu Allah rızası için, biz Kuzey Irak’ta Amerikalının koruyup kolladığı PKK konusunda ne yapıyoruz?
Askerlerimizin başına çuval geçirip ülkemizi rezil edenin de onlar olduğunu henüz unutmadık.
Türkiye Cumhuriyeti, eğer gerekiyorsa ABD’li gümrükçülerin limanlarımızda görev yapmasına -insancıl amaçla- izin verir.
Ama karşılığını almak koşuluyla.
İstemeyi, almayı bilmeyen, sadece veren bir ülke olduk. Bu iş karşılıksız, tek taraflı olursa, onun sadece bir tek adı olur:
Kapitülasyon!
Tarihin karanlığına gömülen o pisliği yeniden hortlatmaya da hiç kimsenin gücü yetmez.
Yazının Devamını Oku 11 Temmuz 2006
FINDIK Karadeniz’in çayla birlikte bir numaralı ürünü. Aile bireyleri dahil en az beş milyon kişi, ekmek parasını fındıktan sağlıyor. Fındık öyle bir ağaç ki, bir yıl boyunca bir bebek gibi özenli bakım istiyor. Fındık üreticisi geçen yıldan beri parasını alamadı. Dünya fiyatları sürekli düşüyor, üreticinin ve dolayısıyla fındık ihracatında dünyada bir numara olan ülkemizin zararı giderek artıyor. Feryatlar yükseliyor.
Üreticiler, fındık fiyatlarıyla oynayıp kendi çıkarı doğrultusunda düşürdüğü iddiasıyla, Başbakan’ın danışmanı ve sağ kolu, fındık tüccarı Cüneyd Zapsu’yu suçluyor.
Üreticinin kuruluşu olan Fiskobirlik tıkanmış durumda. Fiskobirlik yönetimini AKP ele geçiremedi. Zaten fındık alanı olan Trabzon-Giresun-Ordu şeridinde pek çok kurumu ve fındıkla ilgili olan ve olmayan sivil toplum örgütlerini de AKP ele geçirmeyi başaramadı. Örneğin Trabzon’da belediye CHP’li, Ordu’da DSP’li, sadece Giresun’da AKP’li.
Başbakan önceki gün Ordu’da fındık üreticileri tarafından protesto edildi, yuhalandı. Bankalar, iddiaya göre hükümetin baskısı nedeniyle Fiskobirlik’e kredi vermiyor, önünü açmıyordu. Beyefendinin kürsüden verdiği yanıt ilginçti! Fiskobirlik’i suçluyor, hükümetin bu konuda yapacağı hiçbir şey olmadığını söylüyor ve şöyle diyordu:
"Gidip İş Bankası’ndan kredi alsınlar. Ne de olsa CHP, İş Bankası’nın ortağı."
Devlet ciddiyetine bakın! Fiskobirlik kendilerinden değil diye, beş milyon kişiyi karşısına alıyor ve onlarla adeta alay ediyordu. Hatta "Bizden olmayanları seçerseniz başınıza bunlar gelir" demeye getiriyor, aba altından sopa gösteriyordu.
Fiskobirlik AKP’nin elinde olsaydı yine aynı şeyi mi yapacaktı?
Biz geçmiş hükümetlere galiba haksızlık etmişiz. Bu olaylar örneğin Demirel, Ecevit, Çiller, Yılmaz hükümetleri döneminde olsaydı, inanın Türkiye’de kıyamet kopardı. Anımsayın, adamın biri Başbakanlık binasından çıkarken Ecevit’in yakınında bir yazar kasa fırlatmış, bu konu medyamızda günlerce manşetlerden inmemişti. (O şahıs sonra AKP’ye transfer oldu!)
Ordu’da olanları pazar akşamı televizyon haberlerinden izliyordum. Bir veya ikisi dışında, hemen hiçbiri bu protestoları veremedi. Haberi özünden saptırdılar.
Belli ki tek parti iktidarından korkuyor, çekiniyorlardı.
Aynı haber dün çoğu gazetede ya hiç yoktu, ya da iç sayfalarda ufacık verilmişti...
Çünkü devir değişmişti! Ama unutmayalım, bu devir de yakında değişecek.
ERKEN TOPLANACAKMIŞ!
Büyük devlet adamı, ABD Dışişleri Bakanı’na bile "Kondi" diye hitap ettiğini açıklayan, onun da kendisine "Abdullah" dediğini gururla anlatan Dışişleri Bakanı Bay Gül yeni bir açıklama yaptı!
"Ekim ayında AB’nin Türkiye raporu yayınlanacak. AB’ye söz verdiğimiz bazı yasalar var. Onları ekim ayından önce çıkarmak gerekiyor. Normalde 1 Ekim’de açılacak olan Meclis’i biz daha önceden toplantıya çağırıp bu yasaları çıkarabiliriz. Yasalar 1 Ekim sonrasına kalırsa gecikmiş oluruz."
İnanmıyorum! Bu alanda çok şey yaşadık ama yine de inanmıyorum.
Bu Meclis kimin? Bu Meclis’i kim yönetiyor, kim yönlendiriyor?
Türkiye Cumhuriyeti’nin anayasa ve yasaları ile çıkarları mı, yoksa AB’nin kuralları ve emirleri mi? Türkiye bağımsız bir ülke mi, değil mi?
Bugüne kadar AB emir verdi, bizimkiler yaptı. Sonra yaptıklarının bir bölümü ters tepti. Örneğin terör arttı. Güvenlik güçleri çaresizdi. Yeni yasa getirmek zorunda kaldılar.
AB karşımızda, doymak bilmeyen bir canavar. İstedikçe istiyor, biz fazlasıyla veriyoruz. Beş dakkada Beşiktaş yöntemiyle, onları hoşnut kılacak yasalar çıkarıyoruz.
Atamız Osmanlı, o soysuz kapitülasyon döneminde -yüzyıllar boyunca-Avrupa’dan çok çekti. Bizi iliğimize kadar sömürdüler. Sonra Cumhuriyet yönetimi kuruldu, kişilikli bir devlet oluştu. Artık kapitülasyonlar yok!.. Ama kağıt üzerinde yok! AKP döneminde kapitülasyon sürecinin en babasını yaşıyoruz.
AB emrediyor, AKP yapıyor.
Osmanlı’nın en zayıf olduğu son döneminde bile "Meclis-i Mebusan" Avrupa’nın emriyle hiç toplanmadı. Şimdi TBMM erken toplantıya çağrılacak, yeni AB yasaları onların takvimine yetişsin diye acele çıkarılacakmış.
Ne diyelim, başımız önümüzde, bu aşağılayıcı ve teslimiyetçi AB sürecini utanarak ve yüzümüz kızararak izliyoruz.
Yazının Devamını Oku 9 Temmuz 2006
NURTOPU gibi bir oğlumuz daha olmak üzere! Dün Ankara’da kamuoyuna açıklandı. Yeni bir "Kürt partisi" kurulacak ve adı da belki "Hür Kürtler" olacak. Başına da eski siyasetçilerden, geçmişte bakanlık bile yapmış olan Şerafettin Elçi geçecek. Hür Kürtler adına başkan Şerafettin Elçi, dün basın toplantısı düzenledi. Okuduğu yazılı metinden özetliyorum:
"Kürt sorunu çözülmelidir. Bize göre en makul çözüm formülü federatif sistemdir. Federal sistemde iktidarın kullanımı tek merkezli değil, çok merkezlidir. İktidarın kullanımı birden fazla merkeze dağıtılmıştır."
Yani Güneydoğu, İstanbul gibi yörelerde bağımsız Kürt yönetimleri oluşacak. Kendi harcamalarını yapacak, eğitimde, içişlerinde özgür olacak! Beyefendi AB’ye sığınarak devam ediyor:
"Türkiye, bütün AB ilkelerini kabul etmiştir. Şiddete başvurmamak ve destek vermemek koşuluyla, ayrılıkçı görüşleri savunmak bile (AB ilkeleri doğrultusunda) parti kapama nedeni olamaz. Irak’ta federal bir Irak Cumhuriyeti kurulmuştur. (Ne durumda olduğunu bildiğimiz kukla devleti bize örnek olarak göstermeye kalkışıyor!) Kutsal devlet adeta Türklerin dini olmuştur. Federal sistemin önündeki en büyük engel bu zihniyettir. Bu zihniyet yenilmeye mahkûmdur. Ancak bunun için çok çaba ve zaman gerekir."
Niyetleri şimdiden belli. Konuşmasında daha sonra "tarihi gerçekleri" anlatıyor da, tümüyle saptırıyor:
"Kürtler, kurulacak yeni devletin kendilerinin de devleti olacağı, devletin ortağı olacakları vaat ve umuduyla Kurtuluş Savaşı’na katıldılar."
Devletin bütün belgeleri ortada. Bu konuda hiç kimseye bir vaatte asla bulunulmadı. Eğer varsa, Elçi bu belgeleri açıklamakla yükümlüdür.
* * *
Sonra PKK’yı eleştiriyor: "Kürt halkının kurtuluş umudu olan PKK ve emrindeki örgütler, tam bir umutsuzluk kaynağı olmuştur. Günümüzde terörist örgüt damgasını yiyen bir hareketin (Kürtçülük konusunda) başarılı olma şansı sıfırdır."
Yani "biz işimizi silahla değil başka yöntemlerle çözeriz, bu yolda AB’yi arkamıza alırız ve daha kolay başarırız" demeye getiriyor. Sonra devam ediyor:
"Şoven Türk milliyetçiliğine dayalı, köhnemiş, süresini tamamlamış, tekilci devlet düzenine karşıyız. Elbette her devletin bir ordusu vardır. Ancak ordunun devleti olamaz!"
Hele bu son cümle muhteşem. Tarihlere geçer! Sonra taşı gediğine koyuyor:
"Biz AB kriterlerini benimsiyoruz. Türkiye’nin AB’ye girmesini destekliyoruz."
İşte bu kadar! Bunlar da aynen PKK gibi AB’ye sığınıyor.
Hepsini AB kurtaracak, arkalarında AB olacak.
Düne kadar PKK’ya destek veren AB, bu durumda ne yapacak? Desteğini PKK ile Hür Kürtler arasında mı bölecek, ya da onlardan birini mi kullanacak?
Sevgili okuyucularım, hadiseyi net olarak görüyorsunuz. Türkiye’yi hem silahla bölmeye kalkışanların, hem de federasyon isteyenlerin arkasında AB var.
* * *
İş artık o boyuta vardı ki, Recep Tayyip Erdoğan’ın bile tepesini attırmaya başladılar! Beyefendi önceki gün Başbakanlık Konutu’nda Ankara’daki AB büyükelçilerine bir yemek verdi. AB dönem başkanı Finlandiya’nın Ankara büyükelçisi, yaptığı konuşmada bir kez daha Kıbrıs konusunda uyarılarını bildirdi. Bizimkilerden ses yok!
Bayan büyükelçi daha sonra kapitülasyon artığı sözlerini söyledi:
"Şemdinli davasını AB olarak yakından takip ediyoruz."
Bunun üzerine Erdoğan söz alıp şöyle dedi:
"Ama biz (Türkiye olarak) hiç kimsenin iç hukukuna müdahale etmiyoruz. Bunu doğru da bulmuyoruz."
Oradaki büyükelçilerden biri şöyle diyebilirdi:
"Sıkıysa müdahale edin. Bu süreçte biz sizin değil, siz bizim emrimizdesiniz."
İyi ki demedi. Belki dedi de bizim haberimiz olmadı.
Ne günlere kaldığımızı görüyor musunuz sevgili okuyucularım.
Biz bunları burada yıllardır yazıyoruz. Olacakları haber veriyoruz ve her şey aynen gerçekleşiyor.
Bizi yönetenlerin jetonu ise şimdi, yavaş yavaş düşmeye başlıyor.
Yazının Devamını Oku