27 Temmuz 2006
GEÇTİĞİMİZ pazartesi günü Dışişleri Bakanlığı önünde bir cenaze töreni vardı. Türkiye’nin Bratislava Büyükelçisi Suna Ilıcak vefat etmişti. Bakan Abdullah Gül ortalıkta yoktu. Gazeteciler bu durumu merak edip araştırmaya başladılar. Acaba Abdullah Bey neredeydi? Bu sorunun yanıtını hiç kimse bilmiyordu. Ortalıkta dolaşan bir tek söylenti vardı:
İstanbul’a bir toplantı için gitmişti!
Ne toplantısı, belli değildi. Salı günü gerçekler ortaya çıkmaya başladı. Gül, İstanbul’da değildi. Peki neredeydi? Herhalde yer yarılıp içine girmemişti. Merak bu ya, gazetecilerin araştırması sürüyordu.
Özel Kalem, korumalar, kendisinin resmi konutu, yakın çevresindeki diplomatlardan sorulara bir açıklama gelmiyordu.
Çoğunluk bilmiyor, bilenler ise korkuyor ve söylemiyordu.
Sonra gerçek ortaya çıktı.
Bakan Bey, Antalya’da tatil yapıyordu. Bu nedenle, zahmete girip büyükelçisinin cenaze törenine katılmamıştı.
İyi de, tatil yapmak herkesin hakkı.
Tatil yaptığını niçin gizliyordu? Ortada bir ayıp mı vardı?
Olmadığına göre, acaba görevini gölge Dışişleri Bakanı Cüneyd Zapsu’ya mı devredip gitmişti?
Abdullah Gül şimdi Roma’da toplanan Lübnan konferansına katılıyor. Türkiye bu konferansa çağrılmamıştı. Bakanımız son anda ABD Dışişleri Bakanı Rice ile bir telefon konuşması yaptı ve "Bizi çağırmadığınıza çok üzüldük" dedi. Rica edip ağırlığını koydu! Sonra çağrıldık!
Şimdi mutlaka iki mutluluğu birden yaşıyor! Hem gizlice tatil yapıp dinlendi, hem de toplantıya katılmayı başardı.
Ne güzel! Daha nice hayırlı başarılar!
SELÇUK PARSADAN
İlginç bir insandı. "Ben dolandırıcıyım, işim budur ama fakir fukaraya, zavallılara dokunmam" diyebilen biriydi. Bu ismi 1996 yılında gündeme getirip Türkiye’ye tanıtmıştım. Parsadan, Tansu Çiller başbakanlık koltuğunda otururken -1995 seçimleri öncesinde- kendisini emekli bir orgeneralin ismiyle aramış ve "İstanbul’da DYP’ye oy toplayacağız" diyerek örtülü ödenekten tam 5.5 milyar Törkiş lirayı iki taksitte götürmüştü. (O tarihteki kurla yaklaşık 100 bin dolar.)
İsmini 1996 yılında bir gün ilk kez telefonda duyduğum Selçuk Parsadan, beni gazeteden aramıştı. Uzun hikáyelerden sonra bu olayı aynen yazdım. Ortalık birbirine girdi. Çiller doğrulamak zorunda kaldı. Devletin güvenliği ve gizli istihbarat kaynakları için (makbuz, fatura, fiş, belge olmadan) harcanabilen -ancak hemen her iktidar döneminde farklı amaçla- kullanılan örtülü ödenek parası, ilk kez bir dolandırıcıya kaptırılmıştı!
(Bu olayın bütün ayrıntısını ve perde arkasını "Şu Benim Gazetecilik. Yaşadıklarım" isimli kitabımda anlattım.)
Selçuk daha sonra bana aynen şöyle dedi: "Parayı başbakandan iki taksitte aldım. Daha çok verecekti ama seçim öncesinde örtülü ödenek parası bitmişti. Sağolsun, o kadar verebildi. Sonra (100 bin doları) güle güle harcadık. Ben aynı zamanda kumarbazım. Tansu’nun örtülü ödenek parasını kumarda yedim."
***
Selçuk Parsadan bu olaydan yargılandı ve 6 yıl hapis cezası aldı. Afyon Cezaevi’nde yatarken oda arkadaşı -Özdemir Sabancı’nın katili Mustafa Duyar- tabancayla öldürüldü. Parsadan ağır yaralandı. Uzun yıllar sonra tahliye edildi. Bir gün gazeteye ziyaretime geldi. Hayatını anlatan bir kitap yazmıştı. Kitabı satıp biraz para kazanmaya çalışıyordu. "Benim işim dolandırıcılıktır, kitap geliri bana çerez olur" diyordu.
Sonra Uğur Dündar’ın yanından bir kez daha aradı. En son geçen yıl aradığında, "Çok ağır hastayım ama hiç kimse yardım eli uzatmıyor" diye yakınıyordu.
Dün gazetelerden, öldüğünü öğrendim.
Çok ilginç adamdı. Dev gibi, eski basketbolcu, kafası çok iyi çalışan, ağzı laf yapan biriydi. Düzgün işlere girse mutlaka çok başarılı olurdu.
Burada işin "Türkiye’ye özgü" yanı şudur:
Parsadan örtülü ödenek parasını dolandırdığı için yargılanıp hapis yattı. Ama devletin örtülü ödenek parasını dolandırıcıya kaptıran sorumsuzlardan asla hesap sorulmadı!
Yazının Devamını Oku 26 Temmuz 2006
ELİMDE Ankara Ticaret Odası tarafından hazırlanmış bilgisayar verileri var. Ortaya korkunç bir gerçek çıkıyor. AKP hükümeti, altın yumurtlayan tavuk Türk Telekom’u -günü kurtarmak için- yabancılara satıvermişti. Kaça satıverdi? 6.5 milyar dolara.
Oysa Türk Telekom sadece 1999-2005 yılları arasında 11 milyar 457 milyon dolar kár elde etmişti. Sadece 2005 yılı kárı 3 milyar 268 milyon dolardı.
Yapılan satış sözleşmesine göre, artık yabancıların elinde olan Telekom geçen yıl hükümete 1 milyar 310 milyon dolar taksit ödedi. Yıllık kazancının yaklaşık üçte biri!
Taksitli borcu 2010 yılında bitecek ve yine aynı anlaşmaya göre her yıl yapılacak ödemelerle bu rakam -dikkat ediniz, faizi dahil- 7 milyar 665 milyon dolar olacak! Demek ki bu kuruluş sadece 2005 yılı içerisinde toplam borcunun yarısından biraz daha az bir kár elde etmiş oldu.
Telekom’un devlete hiçbir zararı yoktu. Her şeyi ile tıkır tıkır çalışan bir kuruluştu. Çok büyük paralar kazanıyordu. Ayrıca kritik bir kuruluştu. Örneğin sabit telefonların dinlenmesi Telekom aracılığı ile yapılıyor. Telekom yetkilileri santral binalarında birkaç basit işlem yapmadıkça, sabit telefonları dinlemek mümkün olmuyor.
Şimdi dinleme işi ve yetkisi de yabancıların elindeki Telekom’da! İster belli yerlerden direktif gelsin, ister gelmesin, arzu ettikleri her sabit telefonu yabancılar dinleyebilir. Devletin en kritik telefonları dahil!
* * *
AKP iktidarı döneminde inanılmaz bir süreç yaşadık ve yaşıyoruz. Devletin ve milletin en kárlı kuruluşları yabancılara ve partili yandaşlara -çoğu ölmüş eşek fiyatına- satıldı.
İl düzeyinde satılan fabrika, tesis, kesimhane gibi kuruluşların üretimi, alanlar tarafından sona erdirildi. İnsanlar işsiz kaldı. Şimdi o yerleri alanlar, imar planlarını AKP’li belediyeler aracılığı ile değiştiriyor. O işletmelerin yerine apartmanlar, iş merkezleri yapıldı ve yapılıyor.
En büyük rant bu alanda dönüyor.
Ankara’nın göbeğindeki Et Balık tesisleri bunun somut örneği. Tesisler kapatıldı, oraya iş merkezi dikildi. Fabrikalarımız, rafinerilerimiz, limanlarımız, bankalarımız, elektrik üretim merkezlerimiz, en kritik tesislerimiz şimdi ya yabancıların, ya da partili yandaşların eline geçti.
Ne uğruna? AKP’nin günü kurtarması uğruna.
Bunların hiçbiri zarar etmiyordu.
Yukarıda verdiğim Türk Telekom örneğine iyi bakınız. Yabancılar öylesine kelepir bir alım yaptı ki, şaşmamak mümkün değil.
Böyle bir "devlet kuşu" bir daha kimsenin başına konmaz. Onlar güle güle kullansın, biz de üzerine bir bardak soğuk su içelim.
TGRT SATIŞI
Enver Ören’in İhlas Holding’ine ait olan TGRT, l5l trilyon liraya yabancılara satıldı. İhlas Holding on binlerce insanımıza yıllardan beri borçlu. Paralarını ödemiyor, kapılarında süründürüyor, onların ah’ını, bedduasını alıyor.
Enver Bey lütfen insaf etsin de, cebine girecek şu para ile çoğu fakir fukara olan o vatandaşlarımıza borcunu ödeyiversin.
TÜRKÇE!
Elimde bir davetiye. İstanbul’da AKP’li Bahçelievler Belediyesi’nin başkan yardımcısı Hikmet Tekiroğlu’nun çocuğu birkaç gün sonra evlenecek. Onların evlilik davetiyesi. Nikah İstanbul Büyükşehir Belediyesi Florya sosyal tesislerinde kıyılacak. Gününü vermiyorum, ayrıca evlenecek olan çocukların isimlerini de değiştiriyorum.
Davetiye şöyle:
"Ayşe ile Mehmet. Muhterem Efendim. Kerimemiz Ayşe Hanımefendi ile Mahdumumuz Mehmet Efendi’nin nikah cemiyetlerine teşrif buyurmanızı ve vucudiyenizle meclisimizi şereflendirmenizi reca eder ve te’yidi ihtiram ederiz. Hikmet Tekiroğlu..."
Bu davetiye herhangi bir sıradan vatandaşın değil. Bu ifadeler İstanbul’da büyük bir belediyenin başkan yardımcısına ait. Belli ki çocuğunun nikah davetiyesini fırsat bilmiş, kendince bir gösteri yapıyor. "İşte biz buyuz" diyor.
Türkçesi Türkçe değil.
Arapçası belki Arapçadır, onu bilemem!
Gönderen okuyucum soruyor:
"Bunlar bu ifadeleri Cumhuriyet’e inat diye mi kullanıyor?"
Onu da bilemem!
Yazının Devamını Oku 25 Temmuz 2006
KUKLA Irak devletinin başındaki Talabani baklayı ağzından çıkardı: "Türkiye, Kuzey Irak’a giremez. Girmesine izin vermeyiz..." Bir o eksikti, o da konuştu. Giremeyeceğimizi biz de biliyoruz. Herhangi bir mucize olursa belki göstermelik bir operasyon düzenlenir, hepsi o kadar.
Ancaaak, Talabani ve Barzani gibilerin bu laflarını biz hep yiyip yutacağız. Atalarımız ne güzel söylemişler:
"Kurt kocayınca kuzuların maskarası olur!"
Şu düştüğümüz durumlara bir bakın sevgili okuyucularım! Her gün şehit veren, şehit cenazesi kaldıran Türkiye Cumhuriyeti, Talabani ve Barzani gibi birkaç dandik adamın bu laflarına muhatap oluyor ve hiçbir şey yapamıyor, tepki veremiyor. Eli kolu bağlı oturuyor.
Daha da acısı, ABD’nin kucağında oturan, ülkesinin hiçbir yerinde sözü geçmeyen kukla Irak yönetiminin Ankara’daki büyükelçisinden medet umuyoruz.
Bağdat büyükelçiliğimize 200 metre uzaklıkta adamlar Abdullah Öcalan kültür merkezi açmışlar, orada PKK bayrakları çekmişler. Biz o kukla devleti adam yerine koyup protesto notası veriyoruz.
Dahası var. Ankara’daki ABD büyükelçisini çağırıp ricada, istirhamda bulunuyoruz. Büyükelçi burada diplomat değil, kapitülasyon komiseri olarak görev yapıyor. Bizim Dışişleri Bakanlığı’nı değil, Türk medyasını muhatap alıp sürekli bir biçimde gazetecilere açıklama yapıyor. Bizim hükümetten tık yok. Sinmişiz, ezilip büzülmüşüz, Kuzey Irak Kürt devleti bile bize posta koyuyor. Rahmetli Osman Bölükbaşı şöyle derdi:
Ne günlere kaldık ey gazi hünkár/ Katır defterdar oldu, eşek mühürdar!
HAYATIMIZ DERSHANE
Bir ülkede öğrenciler üniversiteye nasıl girer? Liseyi bitirir ve öyle girer. Dünyanın her ülkesinde durum budur. Öğrencileri lisede eğitirsiniz, sonra onlar lise eğitimiyle üniversiteye girer. Gerekirse takviye olarak dershaneye gider.
Bizde ise durum çok farklı. Lise öğreniminin hiçbir anlamı, esprisi kalmadı. Dershaneye gitmediğiniz sürece üniversiteye giremezsiniz.
En geç ikinci sınıfta dershaneye kayıt yaptıracaksınız. Sömürü çarkı bu andan itibaren başlayacak. Gittiğiniz dershaneye her ay avuç dolusu para ödeyeceksiniz. Öğrenci çalışkan ise onu birileri keşfedecek. Dershanelerin çoğu tarikatların elinde. Dershaneler okullarda ava çıkacak. İzlenen, kafası çalışan başarılı öğrenciye el atılacak, para alınmayacak. Bedava yurt, hatta burs sağlanacak. Bu amaçla ailelerle pazarlık yapılacak.
Fakir aile çocuğu ve başarılı değilseniz dershaneye ya hiç gitmeyeceksiniz, ya da "koruyucu meleklere" sığınmak zorunda kalacaksınız.
Özellikle lise son sınıfa geldiğinizde, okutulan dersler sırtınıza ve kafanıza angarya olarak binecek... Çünkü üniversite sınavına sizi liseler değil, dershaneler hazırlıyor olacak.
Bu durumda özellikle ikinci yarıda okula gitmemek için her türlü çabayı -ailelerinizle birlikte- harcayacaksınız. Örneğin, hastanelerden düzmece rapor alacaksınız. Bu amaçla torpil arayacaksınız. Sizi daha ömrünüzün başında bu yollara itecekler, "Türkiye’de bu işler böyle yürür" diye öğretmiş olacaklar.
Günün birinde sınava gireceksiniz. Kazandınız, hatta dereceye girdiniz. Kutlarız! Bu kez dershanelerin ilan furyası başlayacak.
"Falanca filanca bizim öğrencimizdi, ilk 100’e girdi, şu üniversiteyi kazandı... 630 öğrencimiz istedikleri okulları kazandılar..."
Fotoğraflarınızı bu ilanlarda kullanacaklar, size paralar, ödüller, hatta otomobil verecekler. Sömürü çarkı, kazanç furyası, eğitim rezaleti!..
Özellikle büyük kentlerin dört bir yanı dershane binalarıyla dolu. Milyonlarca öğrenci üniversiteye adım atabilmek için dershanelere gidiyor. Bu sektörde katrilyonlar dönüyor.
Dershane furyası, ilköğretim 7. sınıfta iyi bir liseye gidebilmek için başlıyor. Sonrasında liseler yok! Lise eğitimi bir kenara itilmiş. Dershaneye gitmeyen, bu amaçla çuval dolusu para ödeme lüksüne sahip olmayan hiçbir ailenin çocuğunun, hiçbir öğrencinin iyi bir yeri kazanması -mucize olmadıkça- mümkün değil.
Dahası da var! Üniversite bitirip doktor oldunuz. Tıp fakültesi eğitimi hiç önemli değil! İhtisas (TUS) sınavı için haydi yine dershaneye! Memur olacaksınız. KPSS için yine dershaneye! Açık öğretim için öyle.
Hayatımız dershane! Her yerde, her konuda dershane.
Allah rızası için söyleyin, böyle sapkın eğitim sistemi olur mu?
Oluyorsa, benzeri dünyanın hangi ülkesinde var?
Yazının Devamını Oku 23 Temmuz 2006
GÖREV gereği her gün bütün gazeteleri okumak zorundayım. Vatan’ın birkaç gün önce gündeme taşıdığı futbolda şike olayına Hürriyet’in spor muhabiri Mehmet Arslan cuma günkü belgeli haberiyle katıldı. Futbolumuzda şike var. Büyük paralar ve ahlaksızlık dönüyor ama kimsenin kılı kıpırdamıyor... Çünkü devrede milletvekilleri, belediye başkanları, büyük işadamları var.
Her konuda yolsuzluk, vurgun, şike, danışıklı dövüş!..
Dünkü Sabah Gazetesi’nin manşeti: "İstanbul’da AKP’li Maltepe Belediyesi, beldenin en değerli yerindeki 12 dönümlük 50 yıllık yeşil alana bir anda imar izni vermiş. Bunun üzerine bu araziyi belediye başkanının kardeşleri alıvermiş! 2 trilyonluk arsanın bedeli, imar izni verilince bir anda 20 trilyona çıkıvermiş. AKP’li belediye başkanının danışmanı, bu haberi yazan Sevilay Yükselir arkadaşımıza, ’Başkanın kardeşlerinin para kazanmaya hakkı yok mu’ demiş."
Elbette var. Helal olsun! Biraderler de kazansın.
Dünkü Vatan’ın manşeti. Haberi Veli Toprak yazmış: "Bacanak yolu. Ankara Büyükşehir Belediyesi, Ankara’da 7 kavşağın ihalesini Kemal Unakıtan’ın bacanağının firması Biat İnşaat’a verdi. Patron Şerif Enis, Unakıtan’ın bacanağı çıktı. Verilen işin bedeli 32 trilyon!"
Paranın adı batsın. Belediyeye parayı veren Unakıtan. Bacanak mı değil mi tam ortaya çıkmadı ama parayı alan eş dost. Elbette verecekler. Başkasına verecek değiller ya, niye vermesinler ki!
* * *
Dünkü Hürriyet’te, Tercüman’da ve öteki gazetelerde Van’dan gelen bir haber vardı. Milliliği kalmayan "Eğitim" Bakanı Hüseyin Çelik, Van milletvekili. Öğretmenevinde, üniversite mezunu işsiz gençler Çelik’ten öğretmen olma hakkı istiyor. Aralarında tartışma çıkıyor. Gençler soruyor: "Gidip İran’da mı öğretmenlik yapalım?"
Beyefendi’nin orada bulunan biraderi yanıt veriyor: "Git nerede yaparsan yap. İsterseniz cehennemin dibine gidin. Ağzını burnunu kırarım."
(Bu ifade Başbakan’ın Mersin’de çiftçiye söylediği "al ananı da git" lafına tesadüfen çok benziyor!)
Bakan Bey’in biraderi Ramazan Çelik, gençlere küfrediyor. Tartışma büyüyor.
"Biz hakkımızı arıyoruz" diyen gençlere Bakan Bey yanıt veriyor: "Hakkını git, nerede ararsan ara."
Sonra polisler, gençleri gözaltına alıp götürüyor! Bu kadar basit!
* * *
Ekonomi konularında özellikle uzman olan ANKA Ajansı’nın dün geçen haberi: "Sokaktaki işsizlik yüzde 18.3, işsiz sayısı 4 milyon 979 bin. Gerçek işsiz sayıları böyle. Devletin açıkladığı işsizlik rakamları gerçeği yansıtmıyor. Devlet işsiz sayısını 2 milyon 436 bin, işsizlerin oranını yüzde 10 olarak gösteriyor. Gerçek işsizlik bir yıl içerisinde yüzde 1.1 artış gösterdi."
Yapay cennetin gerçek yüzünü ANKA’nın bu haberi gösteriyor.
* * *
İstanbul’dan eczacı Hüsnü Akıncı’nın mektubunu özetliyorum:
"Devlet, ilaç parası alacaklarımızı zamanında ödeyemiyor. Ocak 2006’dan Mayıs 2006’ya kadar bloke edilen ve son kontrolden sonra ödeneceği bildirilen 52 milyar lira alacağım var.
4 milyar liralık vergi borcumu bu yüzden bir gün geç ödediğim için 2 milyar ceza yedim ve ödemek zorunda kaldım. SSK bana ödemeyi bir gün önce yapsaydı bu ceza ortaya çıkmayacaktı.
Bloke edilen 52 milyarlık alacağım zamanında ödenseydi, ecza deposuna ödeme yapamadığım için 1.8 milyar lira gecikme faizi ödemeyecektim."
Vatandaş Hüsnü Akıncı, bu durumu Recep Tayyip Bey’e de mektupla bildirmiş. Şöyle diyor:
"Üzülerek ifade edeyim ki, halk kitleleri mutsuz ve ümitsizdir. Sadece rant gelirlerini paylaşanlar mutludur. Üreten, çalışan, alın teri döken kitleler perişandır. Modeliniz bu büyük kesimi dışlamıştır.
İlaç bedellerini zamanında alamadığımı size çeşitli zamanlarda yazdım. Bu hiç ödememe veya geç ödemelerin bana verdiği zararı size arz ediyorum... Geç ödemeler nedeniyle daima bankalara borçlanıyorum. Bu durum herkes için geçerlidir ve sadece bankaların işine yarıyor. Ekonomistlerinizin sizi bilgilendirip bilgilendirmediği merak konusudur.
Eczanemde dokuz kişi çalışmaktadır. Hakedişlerimin zamanında ödenmesi konusunda gereğinin yapılmasını emirlerinize arz ederim."
İşte size sıradan bir vatandaşın yakınmaları. Ama öbür yanda bütçe fazla veriyor!!! Ama hükümet vatandaşla değil, eşe dosta verilen ihalelerle, yandaşlara açılan rant kapılarıyla ilgileniyor.
Yazının Devamını Oku 22 Temmuz 2006
BAŞBAKAN’ın Ahmet Davutoğlu isimli danışmanı Şam’a gitti. Devlet Başkanı Esad’la görüşürken Şam büyükelçimizi kaş göz işaretleriyle dışarı çıkardı. Demek ki orada devletten gizli konuşacağı bazı şeyler vardı. Sonra aynı şahıs Şam’da HAMAS örgütünün lideriyle buluştu. Olay açığa çıkınca bu görüşmeyi Dışişleri Bakanı Abdullah Gül, Başbakanlık sözcüsü ve danışmanın kendisi yalanladılar. "Böyle bir görüşme olmamıştır" dediler. Aradan birkaç gün geçti ve Başbakan Erdoğan televizyonda ağzından kaçırdı... "Bu görüşme oldu."
Bu nasıl devlet düzenidir? Bu nasıl devlet anlayışıdır? Hangisine güvenelim?
Aynı Başbakan’ın Cüneyd Zapsu isimli bir başka danışmanı önceki gün Ankara’da ABD, İngiltere ve Almanya büyükelçileri ve İsrail müsteşarıyla, dün Finlandiya büyükelçisiyle bire bir görüştü.
Ne konuştular? Cüneyd Zapsu isimli fındık tüccarı, Türkiye Cumhuriyeti adına onlara ne dedi? Onlar ne söyledi? Ne gibi işler bağlandı?
Bu konu Kıbrıs’ta bulunan Recep Bey’e gazeteciler tarafından sorulduğunda "Haberim yok" dedi. Dışişleri Bakanlığı Sözcüsü Namık Tan dün, "Bakanlık olarak bizim de haberimiz yok, basından öğrendik" dedi.
Taşı gediğine koyan (!) ise dün namaz çıkışında Abdullah Gül oldu. Gazeteciler kendisine bu konuyu sorunca devlet adamlığına yakışan (!) bir tepki verdi:
"Boşverin bu işleri!"
Çaresizdi. Daha ne desin! Yahu bu nasıl devlet düzenidir, nasıl devlet anlayışıdır? Devletin dış politikasını fındık tüccarı mı, yoksa Dışişleri Bakanlığı mı yönetmektedir?
Adam en kritik günlerde gidip Ankara’daki büyükelçilerle konuşuyor. Kimin adına konuşuyor? Pazarlık mı yapıyor? Bir şeyler mi öneriyor? Yetkisini hangi makamdan alıyor? Devletten neyi gizliyor? Belli değil!
Dışişleri Bakanlığı makamında oturan büyük devlet adamı Abdullah Gül, bunları nasıl sineye çekiyor? Nasıl içine sindiriyor?
***
Fındık tüccarı ve Başbakan Danışmanı Cüneyd Zapsu bir süre önce ABD’ye gitmişti. Orada ABD’li yetkililerle yaptığı görüşmelerde Recep Bey için söylediği sözler çok ilginçti:
"Bu adamı süpürüp lağıma atmayın, kullanın!"
Bu şahıs gerçekten de başbakan danışmanı mıydı? CHP milletvekilleri kendisi hakkında önerge verip bu soruyu sordular. Başbakanlık tarafından önergeye verilen yazılı yanıt ilginçti:
"Başbakanlık’ta Cüneyd Zapsu isimli bir personel yoktur."
Demek ki devletin dış politikasını dışarıdan yönetip yönlendiriyor!
Peki ama devlette resmi görevi olmayan bir şahıs, yurtdışı gezilerinde devletten para, harcırah alıyor mu?
Bu soruyu bundan önceki bir yazımda da sormuştum ama yanıt gelmedi.
Bir kez daha soruyorum. Lütfen ses versinler.
***
Şimdi birkaç hafta önceye dönelim. Başbakan Berlin’de Büyükelçimiz Mehmet Ali İrtemçelik’i herkesin önünde nasıl azarlamıştı! İrtemçelik orada devleti temsil eden diplomattı. Yüzlerce vatandaşımızın önünde fırça yedi.
Böyle şeyler devlet terbiyesinde, devlet geleneğinde yoktur. Daha doğrusu bunların zamanına kadar yoktu.
Şimdi eski köye yeni ádetler getiriyorlar.
Pek çok ülkede yapılan bire bir resmi görüşmelerde büyükelçilerimiz içeri alınmıyor.
Devlet, içeride tercüman aracılığıyla neler konuşulduğundan habersiz. Tercümanlığı da genelde AKP milletvekili olan biri yapıyor. Bu görüşmelerde resmi tutanak tutulmuyor, hiçbir şey kayda ve devlet arşivine geçirilmiyor.
İşin ilginç yanı, Dışişleri Bakanlığı’nın bir tek üst düzey, deneyimli diplomatı bu olanları eleştirip tavır koyamıyor... Çünkü herkes iyi bir dış göreve atanma umudunu koruyor!
***
Dış politikası böyle yönetilen hiçbir ülkenin dışarıda saygınlığı olamaz. Biz Türkiye olarak şimdi bunu her gün yaşıyoruz. İşte yanıbaşımızdaki Kuzey Irak’ta olanlar. Elimiz kolumuz bağlı, ABD ve kukla Irak hükümetinden icazet almaya çalışıyorlar.
Kıbrıs olayı tıkanmış, iç kamuoyunun gözünü boyamak için AB’ye posta koyar gibi davranıyorlar.
Devletin diplomatları, büyükelçileri devre dışı. Bazısı görüşmelerden çıkarılıyor, bazısı azar işitiyor! Devletin işlevini Ankara’da sorumsuz fındık tüccarları yerine getiriyor!
Dış politika göçmüş, iflas etmiş. Devlet her gün onulmaz yaralar alıyor, içeride ve dışarıda saygınlığını yitiriyormuş, kimin umurunda!
Valla en doğrusunu dün Abdullah Gül söyledi! "Boşverin bu işleri."
Yazının Devamını Oku 21 Temmuz 2006
TÜRK ordusu Kuzey Irak’a girip PKK’ya ders verecek mi? Günlerden beri bu konuyu tartışıyoruz. Bundan tam 32 yıl önce Kıbrıs’a çıktığımızda daha mı güçlüydük? Hayır. Daha mı çok paramız vardı? Hayır!
Jetlerimizin benzinini Libya vermişti. Yeterince çıkarma gemimiz yoktu. Ordumuz haberleşme konusunda yetersizdi. Bu nedenle, savaş gemilerimizle haberleşemeyen uçaklarımız yanlışlıkla Kocatepe muhribimizi batırdı. Uçaklarımız tarafından saldırıya uğrayan Adatepe ve Mareşal Çakmak muhriplerimiz ağır yaralandı.
Ama o koşullarda bile -dünyayı karşımıza almayı göğüsleyip- Kıbrıs’a çıktık... Çünkü ülkemizin onurunu koruyan bir Ecevit hükümeti vardı.
Bir de günümüze bakalım. Her gün şehit cenazesi kaldırıyoruz, Güneydoğu’da kan gövdeyi götürüyor ve buna rağmen pislik yuvası Kuzey Irak’a giremiyoruz.
Çünkü ABD izin vermiyor, hükümet bizi uyutuyor. Bu nasıl iştir?
***
Konunun başka bir boyutu daha var. O boyut nedense hiç gündeme gelmiyor.
Bütçe ve para hesabı!
Bütçemiz IMF’nin emrinde, IMF ise ABD’nin! Bütçenin her kuruşunu IMF denetliyor. Harcama yaptırmıyor. Dengeler tutsun diye yeni yatırımlara izin vermiyor. Devlet bütçesinde fazladan beş kuruş yok.
İşin içyüzü: Ankara’da bizim hükümet kara kara düşünüyor...
"Yahu Kuzey Irak’a girmesine girelim de, bütçenin durumu ne olur? Öyle bir operasyon için katrilyonlar gerekir. Yeniden savaş bütçesi yapmak gerekir. Biz bu parayı bulamayız. Bütçe altüst olur. IMF karşı çıkar, yardımı keser. Ayrıca borsaya ve bizim tahvillere, bonolara dışarıdan gelen kara para dahil bütün paralar geri çekilir ve biz batarız.
Bunun da ötesinde faizler yükselir, enflasyon zıplar.
ABD bu operasyona karşı. Irak’a girersek ABD ile aramız tamamen bozulur. Böyle bir operasyona AB de karşı çıkar, hapı yutarız."
Bir yanda ülkemizin onuru ve güvenliği, öbür yanda Ankara’da yapılan para hesapları. Para ve bütçe hesapları! Tam anlaşılır Türkçesiyle iş şuraya geliyor:
"Boşverin, bu koşullar altında Kuzey Irak’a girip maceraya atılmanın hiçbir anlamı yok."
Bundan 32 yıl önce de aynı şeyleri düşünüyor olsaydık, Kıbrıs’a çıkmayacaktık. Türkiye nerelerden nerelere geldi!
***
İşin başka bir boyutu daha var. Biraz da ona bakalım. Kuzey Irak’taki PKK kampları ABD ve orada kurulan Kürt devletinin koruması altında. Her ne kadar bizimkiler Ankara’daki gariban Irak büyükelçisini çağırıp rica minnet ediyorlarsa da, iş tamamen farklı. Kukla Irak devletinin sözü sadece Kuzey Irak’ta değil, kendi egemenliğindeki Orta ve Güney Irak’ta bile geçmiyor. O yüzden oralarda her gün en az 50 kişi öldürülüyor ve kan gövdeyi götürüyor.
Biz şimdi Kuzey Irak’a girsek!.. PKK’ya karşı operasyon düzenlesek!..
Zannediyor musunuz ki, o kamplarda herhangi birini bulup zarar verebiliriz! Asker değilim, işin uzmanı değilim ama hiç kuşkum yok, o kamplar şu anda geçici olarak boşaltıldı. Terörist takımı başka bölgelere tüydü.
Böyle bol şamatayla, iç siyasete dönük nutuklarla operasyon yapılmaz. Bir mucize olur da yapılırsa, ya göstermelik ve göz boyamaya yönelik olur, ya da hiçbir sonuç alınmaz.
***
Yok efendim bizimkiler ABD büyükelçisine demişler ki!.. Ayrıca Irak büyükelçisini çağırıp uyarmışlar!.. Uluslararası hukuktan kaynaklanan haklarımızı kullanacakmışız!.. Bu konuda kararı ABD elçisi değil biz verirmişiz!.. Hükümet gereken yerlere gereken emri zaten vermişmiş!.. Şehitlerimizin intikamı alınacakmış falan filan!..
Bizim karnımız bu masallara tok.
Ne acıdır, İsrail-Filistin, ABD-İran arasında arabuluculuk yapmaya soyunan, o alanda bile "Siz kendi işinize bakın" diye nasihat alan AKP hükümeti, kendi ülkemizin baş belasının üzerine gidemiyor.
Bırakın iç ve dış siyaset sorunlarını, ABD ve AB korkusunu bir yana, devreye bu kez IMF, bütçe ve para endişesi giriyor!
Acı gerçek: Hükümet, operasyonun ekonomiye zarar vermesinden korkuyor. Bir tarafta ülkenin onuru ve şehitler... Öbür tarafta para, bütçe, IMF, ABD, AB!.. Kırk katır mı, kırk satır mı!..
O nedenle sevgili okuyucularım, ben şimdi sizlere buradan açıkça sesleniyorum:
"Kuzey Irak’a operasyon falan beklemeyin. 1974 yılında değiliz! Kabahat askerde değil. Asker ancak hükümetten emir alırsa Irak’a girer. Eğer bir şey yapılacak olursa -bütçe olanakları nedeniyle- zaten çok kısa sürecek ve elimiz boş döneceğiz. O da tümüyle Türk milletinin gözünü boyamaya yönelik olacak."
Yazının Devamını Oku 20 Temmuz 2006
SEVGİLİ okuyucularım, Ortadoğu’da adına İsrail denilen bir ülke var. Bir tarafı Akdeniz, üç tarafı Arap ülkeleriyle çevrili. Komşuları Suriye, Mısır, Lübnan, Ürdün, Filistin.
Komşularının komşuları ise Suriye, Irak, İran, Suudi Arabistan ve saire.
Görünüşte bunların hepsi amansız İsrail düşmanı.
Bu küçük ülkenin yüzölçümü 21 bin kilometrekare. Yani Türkiye’nin yaklaşık yüzde 3’ü!
Peki nüfusu kaç? Yaklaşık yedi milyon.
Buna karşın İsrail’e düşman olan, ya da olduğu varsayılan ülkelerin nüfusları yaklaşık şöyle:
Filistin 7 milyon, Ürdün 6 milyon, Lübnan 4 milyon, Mısır 73 milyon, Suriye 19 milyon, Suudi Arabistan 26 milyon, Irak 27 milyon, İran 72 milyon.
Bunların toplamı 200 milyonu geçiyor.
İsrail’in sınır komşuları ve onların birkaç yüz kilometre ötedeki komşuları arasında "dost" olduğu bir tek ülke bile yok. (Parantez: ABD’nin uydusu olan Suudi Arabistan gibileri de dost olmayan ülke olarak hesaplıyorum.)
***
Sonuçta karşımızda küçücük bir ülke var. Nüfusu sadece yedi milyon!
İyi de, işte burada benim kafam karışmaya başlıyor. Bu küçük ülke nasıl oluyor da böylesine "düşman" ülkelerle her zaman başediyor ve onlara boyun eğdiriyor.
Nasıl oluyor da her istediğini yapıyor, yaptırıyor?
Tamam, arkasında inanılmaz bir ABD desteği var. Bunu biliyoruz. Ya ötesi?
Niçin o Arap ülkeleri ve İran bir şey yapamıyor?
Nutuk onlarda, palavra onlarda, keseriz biçeriz, yok ederiz edebiyatı da onlarda. Her biri İsrail’in en büyük düşmanı!
Ama İsrail harekete geçtiğinde hiçbirinden tık yok.
Şimdi Lübnan’da olanları, Filistin’de yapılanları izliyoruz.
Geçmişte Suriye, Mısır gibi ülkeleri perişan ettiler. Araplar çölde kaçacak delik aradılar ve sıvıştılar.
Oysa bunlar tankları, topları, uçakları, helikopterleri, orduları, askerleri ile aynı anda ve örgütlü bir biçimde harekete geçseler, normalde İsrail’i bir kaşık suda boğmaları gerekmez miydi?
Bırakın orduları bir yana, bunların sivilleri ellerine kazma kürek alıp İsrail’in üzerine yürüseler!..
Bir yanda 7 milyonluk, küçücük bir ülke... Ve karşısında İsrail düşmanı olduğunu iddia eden en az 200 milyonluk bir Arap-İran dünyası.
Sonuç ortada.
***
Hadise işte burada ortaya çıkıyor. Bizim din kardeşleri her konuda olduğu gibi burada da birbirleriyle anlaşamıyor. Kimi ABD’nin kucağında oturup emirleri oradan alıyor. Kimi başka hesaplar yapıyor.
İran’daki molla rejimi kendi halkını uyutmanın peşinde.
Öte yanda ise İsrail bomba gibi örgütlenmiş bir ülke. Teknolojisi gelişmiş. Dünyanın en güçlü istihbarat örgütüne sahip. Bizim din kardeşlerinin nefes alışını bile izliyor, gerekeni anında yapıyor. Üç yanı düşmanlarla çevrili bir İsrail’le hiçbiri başedemiyor.
İsrail’in, İslam dünyasından on binlerce paralı ajanı olduğu söyleniyor. Bunların arasında ülkelerini yönetenler bile var. Bir sürü ülkenin en gizli bilgileri bile -para ve çıkar karşılığında- İsrail’e oluk gibi akıyor.
Suriye devlet başkanı Hafız Esat’ın ölümcül hasta olduğunu önce İsrail açıklamıştı. Nasıl mı? Girdiği tuvaletten idrar ve gayta örneklerini çalıp tahlil ederek, Suriyeli doktorların raporlarını satın alarak!
Sevelim sevmeyelim, beğenelim beğenmeyelim, İsrail gerçeği bu.
Demek ki bu işler nüfus çokluğu, kelle sayısı ve nutuk atıp palavra sıkmakla olmuyor.
İşin içine "örgütlenme" girince her şey değişiyor.
Başıbozuk, örgütsüz, birbirine düşman İslam dünyası bu küçük ülkenin oyuncağı olmuş, karşısında eli kolu bağlı oturuyor.
Yaaa, işte böyle muhterem İran, Suriye, Mısır, Ürdün ve saire yöneticileri!..
Ve Türkiye’de bu gerçekleri bir türlü görmek istemeyen bizimkiler!..
Elin oğlu bir askeri kaçırıldı diye bölgesini kan gölüne döndürdü. Bırakın askerimizin kaçırılmasını, biz her gün şehit cenazesi kaldırıyoruz, üstelik Kuzey Irak’a girebilmek için ABD’den icazet bekliyoruz.
Hem de "Kararı ABD elçisi değil, biz veririz" diye havalar atarak, Türk milletini kızdırarak ve dünyayı güldürerek!
Yazının Devamını Oku 19 Temmuz 2006
TABLO net bir biçimde ortaya çıktı. Her gün 50 şehit verelim, karakollarımız basılsın, insanlarımız kaçırılsın, hiç fark etmez. Kuzey Irak’a karşı askeri bir operasyon yapmamız, oradaki PKK üslerini temizlememiz mümkün değil. Niçin?.. Çünkü ABD istemiyor. Kuzey Irak’ta kurulan ve PKK’yı ABD ile birlikte koruyan Kürt devleti doğal olarak istemiyor.
Bizim hükümet bu doğrultudaki yanıtları önceki gün aldı. Ankara’daki ABD büyükelçisi hükümetinin tavrını somut bir biçimde ortaya koydu:
"Kuzey Irak’a girmenizi hoş karşılamayız."
Bu diplomatik dilin Türkçe’ye çevirisi ise aynen şöyle:
"Girmenize izin vermeyiz. Ordunuz, ekonominiz, her şeyiniz bize bağımlı."
Adam haklı. İşin dahası da var. Böyle bir operasyon düzenlemenin maliyeti de çok yüksek. Bir kalemde trilyonlarca lira para harcamak zorunda kalırız. Devletin bütçesi ve harcamaları bize değil, IMF’ye bağlı. Kuzey Irak operasyonu için yapılacak bu harcamalara, bütçe dengesi bozuluyor diye IMF karşı çıkar. Bize verdiği desteği geri çeker.
Sonracığıma borsa düşer, döviz yükselir, fiyatlar artar.
Allah korusun, biz bu durumda ne yaparız? Kime sığınırız, kimden yardım bekleriz?
Her şey zaten bıçak sırtında. Enflasyon, döviz, borsa, bütçe, her şey!
Bir de düşünün ki, bizim hükümet TSK’ya emir vermiş... "Girin arkadaşlar Kuzey Irak’a..."
Ve emme basma tulumba çalışmaya başlamış, bizim dövizler ve yeni Törkiş liralar savaş makinesi tarafından emilmeye başlanmış... Ve IMF anında su koyvermiş, "hop dedik" demiş! ABD resti çekmiş. AB insan haklarından, özgürlüklerden, terörist haklarından dem vurmaya başlamış.
Elin oğluna bizim şehitlerimizden, uğradığımız belalardan ne? Onlar kendi dümenine bakar, kendi çıkarını korur.
Türkiye’yi sıkıştırmışlar köşeye, ekonomisini, askeriyesini, bütçesini, iç ve dış siyasetini almışlar ellerine, hiç bırakırlar mı?
***
Allah korusun, Allah korusun! Bu işler il kongresinde nutuk atmaya, Kürt kökenli vatandaşlarımıza çağrıda bulunmaya benzemez ki!
Bay Başbakan pazar günü Ağrı il kongresinde dedi ki: "Yarın Ankara’da yapacağımız Bakanlar Kurulu toplantısı önemli kararlara gebedir." Çok doğru söyledi! Bakanlar Kurulu toplantısından "çok önemli" kararlar çıktı!
Toplantı sonrasında Adalet Bakanı tarafından yapılan açıklama müthişti!
"ABD ve Irak hükümetine çağrıda bulunuyoruz. Bu fitneyi (PKK’yı) Kuzey Irak’tan çıkarın. Yoksa uluslararası hukuktan kaynaklanan haklarımızı sonuna kadar kullanırız."
Aynı gün Ankara’daki ABD ve Irak büyükelçilikleri çağrıldı. Kulaklarına fısıldadık ve kamuoyuna açıkladık:
"Yeter ama, sabrımız taşıyor."
Yahu bu ABD kuklası Irak devletinin merhemi olsa kendi başına sürer, kendi ülkesine egemen olur. Kuzey Irak’taki Kürt devletine zaten sözü geçmediği gibi, güneyde bile geçmiyor. Orada her gün kan gövdeyi götürüyor. Siz kimden ne yardımı istiyorsunuz muhteremler?
***
Bir ülke bağımsızlığını yitirince, ulusal onurunu yabancılara çiğnetince, içeride ve dışarıda egemenliğini başkalarına devredince, vatanın milletin malını mülkünü yabancılara peşkeş çekmeye başlayınca, sonu işte budur.
O ülkeyi yönetenler sık sık görkemli isimleri olan kurul toplantıları yaparlar. Nutuk atarlar. Ahaliye çağrıda bulunurlar. Bildiri yayınlarlar. Tepki duyan milyonlarca vatandaşın ağzına bir parmak bal çalıp uyutmaya, göz boyamaya yeltenirler.
Hepsi budur! Şimdi bu süreci izliyoruz!
Sonuç sıfırdır.
Bu hadiseyi günlerdir yaşıyoruz. Hepimiz içindeyiz, rezalete, acizliğe birebir tanık oluyoruz.
O halde böyle beklemekten, yabancılardan medet ummaktan başka çaremiz yok! Onların iznine ve insafına tabiyiz. Elimiz kolumuz bağlı, kurbanlık koyun gibiyiz.
Ülkeyi yöneten aymazlar bundan sonraki şehit cenazelerinde yine nutuk atarlar, "sabrımız taştı" derler, sonra ABD ve AB kapılarında operasyon izni için bekleşirler ve her seferinde böyle nasihat alırlar.
Sorun değil! Nasılsa askerimiz çok. Daha nice şehit cenazesi kaldırırız.
Ölen ölür, kalan sağlar bizimdir!
Yazının Devamını Oku