5 Ağustos 2006
ERCAN Çitlioğlu’nu herhalde ekranlardan ve yazılarından tanırsınız. Terör konusunda uzmandır. Terörle ilgili sivil kurumlarda görev yapar, üniversitede Stratejik Araştırmalar Merkezi başkanıdır. Terörle ilgili kitapları vardır. Çitlioğlu ayrıca, Büyükanıt Paşa’ya yakınlığıyla bilinir.
Bundan birkaç ay önce İsrail Başbakanı Şaron hastalanıp komaya girmişti. Bu aşamada Çitlioğlu, Ankara’daki bir İsrailli diplomata geçmiş olsun dileklerini iletti.
Sonrası ilginç. Sürekli olarak Büyükanıt aleyhine yayın yapan ve onun "Yahudi (!)" olduğunu iddia eden internet sitelerinden birinde birkaç gün önce şöyle bir haber yayınlandı: "Büyükanıt’ın yakını Çitlioğlu da İsrail ve MOSSAD’la yakın ilişki içinde. O kadar ki, Şaron’un hastalanması üzerine Ankara’da İsrail Büyükelçiliği’ne gidip geçmiş olsun dileklerini iletti ve Şaron için duacı olduğunu söyledi."
Şimdi olayı Ercan Çitlioğlu’ndan dinleyelim:
"Bu sitede yazılan konuşma aynen doğrudur. Gerçekten de İsrailli diplomata kelimesi kelimesine böyle dedim. Fakat ben İsrail Büyükelçiliği’ne gitmedim. Bu konuşma telefonda oldu. Siteyi kullananlar elbette ki ’telefonları dinleniyordu ve bize bu bilgi, dinleyenler tarafından aktarıldı’ diyemezdi. İşlenen suçu gizlemek için telefon konuşması yerine benim büyükelçiliğe gittiğimi yazıyorlar."
Bu telefonları -yasaları çiğneyerek- kim dinliyor? Burada dinlenen İsrail Büyükelçiliği mi, yoksa Ercan Çitlioğlu mu? Hangi taraf dinlenirken o "geçmiş olsun" konuşmasına ulaşıldı?
Diyelim ki birinden biri, ya da ikisi de dinleniyordu.
O halde bu konuşma başkalarına, özellikle Yaşar Büyükanıt Paşa aleyhine yayın yapan siteye kimler, devletin hangi kuruluşu tarafından sızdırıldı? Emniyet mi, başkaları mı?
Kişilerin haberleşme özgürlüğü nasıl böyle pervasızca çiğneniyor? Bireysel hak ve özgürlüklere bu utanmazca saldırı nasıl yapılıyor? Devlet görevi nasıl böyle kötüye kullanılıyor? Bu suçları işleyenlere karşı kim ne yapıyor?
Unutmayın, Türkiye’de -yukarıda verdiğim örnekte olduğu gibi- pek çok telefon birilerinin işine gelen biçimde yasadışı dinleniyor. Bir telefonun dinlenmesi için mahkeme kararı gerekli. Hani yukarıda anlattığım olayda mahkeme kararı? Yok!
İşin daha da kötüsü, dinlenen konuşmalar, dinleyen devlet kurumu tarafından belli kimseler yıpratılsın diye sorumsuz yerlere, internet sitelerine, bazen de basına sızdırılıyor.
Dün bu konuyu Çitlioğlu’na sordum: "Senin konuşmalarını kim dinledi, kim sızdırdı?" Yanıtı ilginçti: "MİT ve Jandarma olmadığı kesin. Geriye herhalde Emniyet kalıyor!"
Şimdi AKP hükümetine çağrıda bulunuyorum: "Emir verin, ilgili makamlar Ercan Çitlioğlu’nu derhal çağırıp ifadesine başvursunlar. Bu rezaletin üzerine gidilsin ve sorumlular bulunsun."
Bir gelişme olursa buradan size iletirim ama olacağını hiç sanmıyorum.
MAAŞ ALIYORLAR MI?
Dünkü Hürriyet’teki haberi herhalde okudunuz. Şu anda PKK’nın başında olan Zübeyir Aydar şöyle diyor: "Kuzey Irak’ta Kandil Dağı’ndayız ve teslim olmayız. Türk ordusu bize karşı harekát başlatırsa karşı koyarız. Kürt meselesi çözülmedikçe hiçbir şeyi kabul etmeyeceğiz ve teslim olmayacağız."
Sevgili okuyucularım, bu Zübeyir Aydar kim? Eski DEP milletvekili. Aynen Sırrı Sakık, Leyla Zana, Orhan Doğan, Hatip Dicle ve ötekiler gibi.
Bunlar gerek özel yaşamlarında ve gerekse TBMM çatısı altında PKK’ya çalıştılar. Milletvekillikleri düşürüldü, yargılandılar ve hapis yattılar.
Şimdi burada TBMM Başkanı’na soruyorum:
Bu şahıslar, PKK’nın başındaki Zübeyir Aydar dahil, devletten eski milletvekili maaşı alıyorlar mı? Alıyorlarsa ne kadar?
Son soru: "Alıyorlarsa, bu nasıl iştir?"
(Aramızda kalmak kaydıyla kulağınıza fısıldamak istiyorum: Alıyorlar, hem de birkaç milyar! Dünyanın hiçbir ülkesinde böyle bir şey olamaz.)
* * *
Kısa not. Okuyucum Celal Altıntop yazıyor: "Hukuk rezaletini yazınızdan öğrendik. Devlet kapkaççıya, gaspçıya, tecavüzcüye, hırsıza, namussuza beleş avukat sağlıyormuş. Hepsi de beleş avukat istiyor ve avukat olmayınca tutuklama yapılamıyormuş. Trilyonlarca lira para devletten çıkıyormuş. Üstelik para olmadığı için ödemeler durdurulmuş. Desenize, bizim vergiler okullara, hastanelere değil, suç işleyenlere gidiyor. Parasını bulmadan kanun çıkaran hükümetin yapacağı işte budur."
Yazının Devamını Oku 4 Ağustos 2006
DÜN "sağlık rezaletini" belgelerle kanıtlamıştım, Sağlık Bakanı’ndan tık yok! Bugün size hukuk rezaletini belgeliyorum. Önce bir yazı. Gönderen Ankara 10. Ağır Ceza Mahkemesi. Özetliyorum:
"Cumhuriyet Başsavcılığı’na, Ankara. Adam öldürmeye iştirak suçundan hakkında yakalama kararı çıkarılan sanık U.T. mevcutlu olarak mahkememizde hazır edilmiş ise de, Ankara Barosu Başkanlığı tarafından müdafii (avukatı) tayin edilememiş olması ve müdafii olmadan sanığın savunması alınamayacağı sebebiyle, bu hususta mahkememizce düzenlenen tutanak ve sanık U.T. hakkında çıkarılan yakalama kararı yazımız ekinde iade edilmiştir. 2 Ağustos 2006."
Yasa uyarınca bu sanığın derhal tahliye edilmesi gerekiyordu. Hem de göz göre göre! Fakat başka bir suçtan hükümlü olduğu anlaşılınca, o sayede tutuklandı. Peki bu olay nedir? Şimdi ona bakalım.
AKP iktidarı tarafından çıkarılan Ceza Muhakemesi Kanunu (madde 150) uyarınca, yakalanan şüpheli veya sanık avukatı olmadığını, ya da avukat tutacak durumu olmadığını belirtirse, Baro kendisini savunacak avukat göndermek zorunda. Sanık 18 yaşından küçükse, istek olmasa bile savcılık veya mahkeme avukat istemek zorunda.
Bu durumlarda avukat ücretini barolar ödüyor. Barolara da bu parayı devlet ödüyor. (Eğer öderse!) Mekanizma şöyle çalışıyor. Devlet bu parayı Türkiye Barolar Birliği’ne ödüyor, onlar da her ilin barosuna, alacakları oranda paylaştırıyor. Barolar da görev verdikleri avukatlara ödeme yapıyor.
Bir de şimdiki duruma bakalım. Maliye Bakanlığı bu ödemeleri "Param yok, kusura bakmayın" bahanesiyle ödemiyor. Bu durumda Türkiye Barolar Birliği, barolara ödeme yapamıyor. Barolar da, ücretini ödemekle yükümlü oldukları avukatlara borçlu kalıyor ve avukat göndermiyor.
Adliyelerde şimdi tam bir kargaşa yaşanıyor. Baro tarafından görevlendirilen avukatlar olmayınca sanıklar serbest bırakılmaya başlanıyor... Çünkü yasa uyarınca avukatları olması zorunlu.
Hákimler ve savcılar şaşırmış durumda. Ne yapacaklarını bilemiyorlar. Niçin?..
Çünkü avukat olmadan yapılan bütün tutuklama işlemleri tümüyle yasadışı ve geçersiz. Hákim ve savcılar ya hukuka aykırı iş yapıp tutuklayacak, ya da barodan avukat isteyen en ağır suçluları bile -avukat olmayınca- serbest bırakacak.
* * *
Barolar para alamıyor. Dolayısıyla avukatlara ödeme yapamıyor. Sonuçta avukatlar para alamayınca görev kabul etmiyor. Ankara Barosu karar aldı, devletten para gelene kadar avukat göndermeyi durdurdu. Dünkü tarih itibarıyla sadece Ankara Barosu’nun devletten net alacağı 2 trilyon 200 milyar lira.
Şimdi Ankara Cumhuriyet Savcılığı, Baro hakkında soruşturma başlattı. "Niçin avukat göndermiyorsun?..." Baro diyecek ki "devlet versin avukatların parasını, göndereyim". Başka çare var mı? Burada iktidarın yeni bir oyunu devreye giriyor. Önümüzdeki ekim ayında Ankara Barosu’nun genel kurulu var. İktidar, kendisinden yana olmayan Baro yönetimini bu yolla devirmeyi planlıyor. Aynen öteki sivil toplum kuruluşlarında, örneğin Fiskobirlik’te oynanan oyun gibi.
Hukuk camiası birbirine düştü. Hiç kimse ne yapılacağını bilmiyor.
* * *
Şimdi size elimdeki resmi rakamları açıklıyorum. Lütfen sıkı durun! 1 Haziran 2006 günü itibarıyla hükümetin barolara toplam borcu 67 trilyon 460 milyar lira.
Feryatlar artıp işler durunca, adliyeler karışınca, temmuz sonu itibarıyla bütçeden 20 trilyon para gönderildi. Borç 47 trilyona indi! Ancak sorun çözülmedi.
Şimdi rezaletin kaynağına inelim.
Bir hükümet düşünün. AB istedi diye yasalar çıkarıyor. Sanık isterse, kendisine yargılandığı ilin barosu tarafından ücretsiz avukat verilmesi hükme bağlanıyor. Parayı devlet ödeyecek. Güzel.
Uygulama başlayınca görülüyor ki, devlet bütçesinde bu iş için para yoktur! Para yetmiyor! Maliye Barolar Birliği’ne, Barolar Birliği barolara, onlar da avukatlara ödeme yapamıyor. Bazı barolar bu durumda ücretsiz avukat uygulamasını durdurunca, bu kez savcılıklar soruşturma açıyor.
Hükümet, AB istedi diye Meclis’ten beş dakkada Beşiktaş yöntemiyle yasalar çıkarıyor. İsteyen herkese barolar tarafından ücretsiz avukat verilmesi öngörülüyor. Avukat parasını devlet ödeyecek!.. Fakat devletin parası yok.
Yasayı kendileri çıkarıyor, kargaşayı kendileri yaratıyor. Para bulamayacaksan, bu yasayı niçin çıkarıyorsun?
Hákimler, savcılar, Türkiye Barolar Birliği, barolar ve avukatlar şaşkın, hiç kimse ne olacağını, ne yapılacağını bilmiyor... Çünkü devlet parasız. Devlet uçan kuşa borçlu. Adalet çuvallıyor.
Hukuk rezaleti!
Yazının Devamını Oku 3 Ağustos 2006
PROJENİN adı: İstanbul Gaziosmanpaşa 300 yataklı devlet hastanesi inşaatı. İhalesi 2000 yılında yapılmış. Bitiş tarihi
2002! İstanbul’un en kalabalık semtlerinden birinde inşaat başlamış, sonra durmuş. Ne olduğunu hiç kimse bilmiyor. Vatandaş
Mehmet Özyurt konunun üzerine gitmiş, ilgili makamlara başvuruda bulunmuş,
Recep Tayyip Bey’e bile mektuplar yazmış. Elimde iki belge var.
İlki
1 Temmuz 2005 tarihli.
İstanbul Valiliği, vatandaşın dilekçesine yanıt veriyor:
"Anılan inşaat müfettişler tarafından incelenmiş, yapımcı firmaya fazla ödeme yapıldığı anlaşılmış, firmayla idare arasında anlaşmazlık çıkmış ve konu yargıya intikal etmiştir."
İkinci yazı ilkinden yaklaşık 45 gün sonra yazılmış.
16 Ağustos 2005 tarihli. Vatandaşın dilekçesine bu kez
Sağlık Bakanlığı yanıt veriyor. Altında
"bakan adına" atılan kapı gibi bir imza!
"Hastane 2006 yılında tamamlanacaktır. Tamamlanması için gerekli ödenek 16 trilyon liradır. Yüklenici firma 10 gün içerisinde inşaata başlayacaktır. İnşaatın 2007 yılında tamamlanması planlanmaktadır."
(İlk cümlede bitiş yılı 2006, son cümlede 2007! Ciddiyete bakın!)
Görüyorsunuz,
"tek parti iktidarında" ilgili kuruluşların birbirinden haberi yok! 45 gün arayla vatandaş
Mehmet Özyurt’a çelişkili yanıtlar veriyorlar.
Devlet hastanesi inşaatı şimdi olduğu gibi duruyor. Kabasının bir bölümü çıkmış, çürüyor. Bir tek çivi bile çakılmıyor. Niçin?.. Çünkü devletin parası yok. Ya borç takıyor, ya da harcama yapmıyor. IMF yatırımların ve harcamaların kesilmesini istedi, bizimkiler vur deyince öldürdü.
Tam bir sağlık skandalı.
SAĞLIK REZALETİ-2Elimde yine
devletin bir belgesi var. Okuyorum, utanıyorum, yüzüm kızarıyor.
Kamu İhale Bülteni. Tarihi
31 Temmuz 2006.
İlanı biraz kısaltarak veriyorum:
"İhale iptal ilanı. İzmir Dr. Behçet Uz Çocuk Hastalıkları ve Cerrahisi Eğitim ve Araştırma Hastanesi. İhale kayıt numarası: 2006/58999. İhale konusu: Ameliyathane cihazı alımı. İhale ilanının yayınlandığı Kamu İhale Bülteni tarihi: 30 Mayıs 2006. Alınacak malzeme cinsi: 6 adet anestezi cihazı. 6 adet ameliyathane masası. 4 adet ameliyat lambası. 2 adet kamera bağlantılı ameliyat lambası."
Buraya kadarını okudunuz. Şimdi
devletin 31 temmuz 2006 tarihli İhale Bülteni’nde
çıkan
ihale iptal ilanının son cümlesini hep birlikte okuyalım:
"İptal nedeni: Kurumumuzun (hastanenin)
içinde bulunduğu ekonomik ve mali durum nedeniyle ve nakit (para)
yetersizliği sebebi ile ihale iptal edilmiştir."
İşte size bir
utanç belgesi daha. Çatısı altında her gün nice ameliyatlar yapılan, bebekleri ve çocukları emanet ettiğimiz, devletin
500 yataklı koskoca çocuk cerrahi hastanesi parasızlık nedeniyle ameliyathane malzemesi alamıyor, ihaleyi bile iptal etmek zorunda kalıyor.
Bugün verdiğim bu iki örnek, Türkiye’nin ne duruma getirildiğinin kanıtıdır. Bunların ikisini de size
devlet belgelerinden, (ilkini fotoğrafıyla) ilettim.
Milletin sağlığı ile böyle alay edilmez. Dünyanın hiçbir ülkesinde hastaneler bu duruma düşürülmez. İnsanların sağlığı, ilacı, tedavisi, hastanesi üzerinde -tasarruf yapıyoruz palavrasıyla- böyle para oyunları oynanmaz.
Bizi masallarla, ninnilerle, nutuklarla uyutmaya kalkışan AKP hükümeti utansın yahu! Sağlık Bakanı olan kişi buyursun, yanıt versin.
Ayıptır, yazıktır, günahtır.Yazının Devamını Oku 2 Ağustos 2006
KARA Kuvvetleri Komutanı Orgeneral Yaşar Büyükanıt, Genelkurmay Başkanı olmasın diye, akla hayale gelmeyecek tezgáhlar kuruldu. Önünü kesmek için büyük çaba harcandı. İsmini Şemdinli iddianamesinde kullandılar, suçlamaya kalkıştılar. İddianameyi hazırlayan savcı, meslekten atıldı. Danıştay baskını sonrasında hadiseyi yine Büyükanıt’a yönlendirmeye çalıştılar.
İş bununla da bitmedi. Bazı internet sitelerinde Büyükanıt hakkında utanç verici yayınlar yapıldı.
Türkiye’de milyonlarca cep telefonuna aynı doğrultuda mesajlar çekildi:
Büyükanıt Yahudi’dir!
Büyükanıt yolsuzluk yapmıştır!
Büyükanıt’ın batık bankalarda bir trilyon parası vardı, TMSF’ye baskı yapıp parayı kurtardı.
Bunlar, belli çevrelerin belli kişilere çamur atmak için kullandığı kirli yöntemlerdir.
Burada açıkça soruyorum:
Büyükanıt Genelkurmay Başkanı olmasın diye çaba harcayanlar kimlerdi? Bu kirli kulisleri sürdürenler hangi partiye yakındı? AKP’ye mi!
Bir soru daha soruyorum:
Devletin bütün olanakları AKP iktidarının elinde. Büyükanıt hakkında bu iğrenç yayınları yapan internet sitelerini kimlerin yönlendirdiğini ortaya çıkardılar mı?
Cep telefonlarına geçilen milyonlarca mesajın nerelerden ve kimler tarafından çekildiğini araştırdılar mı?
Yanıtı yine ben vereyim:
Hayır!
Peki niçin araştırılmadı?
Ben bilemem!
* * *
TSK rahatsızdı. Rahatsızlık giderek büyüyordu. Geçen hafta Harp Akademileri Komutanlığı’nda yapılan törende Orgeneral Büyükanıt’a, salondaki yüzlerce subay büyük tezahürat yaptı. Ayakta alkışlar dakikalarca sürdü.
Bir yerlere mesaj veriliyordu!
Başbakan, TBMM Başkanı ve ötekiler de bu olayı gördüler ve mutlaka ders çıkardılar.
Pazartesi sabahı yine milyonlarca cep telefonuna karanlık çevreler tarafından mesajlar geçildi. İş kötüye gidiyordu. Aynı gün öğle saatlerinde Bakanlar Kurulu toplantısı başladı.
Hemen ardından Büyükanıt’ın kararnamesi -sanki orada imzalanmış gibi- Cumhurbaşkanlığı’na gönderildi.
Oysa Bakanlar Kurulu toplantısına katılan bakanlar, olanı biteni bilmiyordu! Büyükanıt kararnamesinden haberleri yoktu.
Önceden imzaladıkları boş kararnamelerden birinin üzeri doldurulmuş ve Çankaya’ya gönderilmişti.
Biliyorsunuz, Recep Tayyip Bey’in bazı uygulamaları var! Bakan yaptıklarından, ilk iş olarak boş káğıda imza alıyor. Bu, istifa dilekçesi! Gerektiği anda bu dilekçeyi işleme koyuyor ve bazı hükümet üyeleri, "istifa ettiklerini" haber bültenlerinden öğrenmek zorunda kalıyor!
Yani "boş kararnameler" ve "peşin alınan istifa dilekçeleri" devlet yaşamında önemli bir yer tutuyor!
Sonuç: Orgeneral Yaşar Büyükanıt’a karşı kurulan tezgáh, komplo, kirli oyunlar, adına ne derseniz deyin, çöktü.
Türkiye’nin büyük bir gerilime sürüklendiğini gören Başbakan, çareyi -bütün geleneklerin dışına çıkarak- bu kararnameyi bir an önce Cumhurbaşkanı’nın onayına sunmakta buldu.
Daha önce de yazılarımda belirtmiştim. Bu kirli oyunu oynayanların, oynatanların, oynayanlara göz yuman ve yol verenlerin başka çaresi yoktu. Büyükanıt safdışı bırakıldığı takdirde Türkiye’de kıyamet kopacaktı. Bunu göze alamadılar.
Denediler ama başaramadılar.
Gönlümüz artık rahat... Çünkü Orgeneral Büyükanıt, Genelkurmay Başkanlığı makamını dolduracak, yüreklerdeki ve beyinlerdeki özlemleri giderecek.
BAŞBAKANLIK AÇIKLAMASI
"Sayın Emin Çölaşan, 1 Ağustos tarihli yazınızda Cüneyd Zapsu’nun seyahatlerinde devletten harcırah ya da herhangi bir başka isim altında para alıp almadığına ilişkin sorunuz yer almıştır. Cüneyd Zapsu, Başbakanlık personeli değildir. Yurtiçinde veya dışında yapmış olduğu seyahatler nedeniyle adı geçen kişiye harcırah ya da herhangi bir başka isim altında para ödemesi yapılmamıştır."
Yazının Devamını Oku 1 Ağustos 2006
DÜNYANIN en tepkisiz, en duyarsız toplumlarından biriyiz. Üzerimize ölü toprağı serpilmiş. Örgütlenme sıfır! Kendi nasırımıza basıldığında sadece bireysel tepki veriyoruz. Bizi yönetenler bu durumu iyi biliyorlar ve üzerimizde istedikleri oyunu oynuyorlar. Kafalarında hep aynı kavram var ve bunu kendi aralarında bile açıkça söylüyorlar:
"Boşver, birkaç gün ağlaşırlar, bağırırlar, yazarlar, sonra unuturlar."
Zaman onları haklı çıkardı! Toplumsal tepkisizlik ve duyarsızlık sayesinde işleri hep tıkırında gitti. Milleti uyuttular. Ama dev artık uyanıyor. Uyanmaktan başka çaresi de yok.
Ordu’da pazar günü yapılan fındık mitingine 80 bin kişi katıldı. Başbakan istifaya çağrıldı, hükümet ve Cüneyd Zapsu isimli şahıs protesto edildi. İnsanlar bu sömürü ve partizanlık düzeninde kızgın ve kırgındı.
Dün Ankara’da Manisa’nın Develi Köyü çiftçileri TBMM’ye yürüyüp hükümetin çiftçilere çektirdiği işkenceyi protesto etti. Kavun, karpuz, üzüm, domates, patlıcan, ne varsa yollara döktüler, slogan attılar.
Dev, derin uykudan yavaş yavaş uyanıyor. Önümüzdeki aylarda sokaklar ısınacak gibi görünüyor.
Bu iktidar döneminde tanık olduğumuz rezaletler başka bir hükümet döneminde olsaydı, inanın kıyamet kopardı.
Geçen hükümet döneminde adamın biri, Başbakanlık önünde bir yazar kasayı yere atıp kırmıştı. Anımsayın, olay günlerce birinci haber olmuştu. Sonra o şahıs AKP’ye geçti!
Son birkaç yıl içerisinde yaşadıklarımızı bazen düşünüyorum, acaba biz geçmişte olanları eleştirirken çok mu abarttık? Türkiye’yi yönetenlere çok mu haksızlık ettik?
BİR YANIT GELSE!!!
Bu bölüme bir soru ile başlıyorum... Ve bu soruyu bugün üçüncü kez soruyorum. Başbakan’ın Cüneyd Zapsu isimli danışmanı sağda solda görüşmeler yapıyor, gölge Dışişleri Bakanı kimliğiyle ortalıkta geziyor. Türkiye’de yabancı büyükelçilerle, yurtdışında ise gittiği ülkelerin yetkilileriyle masaya oturuyor, görüşmeler yapıyor. Dahası, dünya piyasasında fındık fiyatlarını bizim çiftçimiz aleyhine ayarlıyor.
Bundan bir süre önce bu şahısla ilgili olarak CHP milletvekilleri bir soru önergesi verdiler ve kendisinin Başbakanlık’ta kadrosu olup olmadığını sordular. Başbakanlık tarafından verilen yazılı ve resmi yanıtta, "Böyle bir personelimiz yoktur" denildi.
Şimdi aynı soruyu burada üçüncü kez soruyorum:
"Bu şahsın devlette bir görevi olmadığı ortaya çıktı. Peki, yurtdışında yaptığı görüşmelere giderken devletten harcırah, ya da herhangi bir başka isim altında para alıyor muydu?"
Soru bu kadar basit. Bu soruya ya Başbakanlık, ya da Cüneyd Zapsu bir yanıt veremez mi?
Lütfen, bir yanıt bekliyorum. Geldiği anda burada sizlere duyuracağım.
EMİN ÇÖLAŞAN’IN RİCASI
Sevgili okuyucularım, şimdi sizden bir ricam olacak. Yazacaklarımı lütfen anlayışla karşılayın. Şu anda yaz mevsimindeyiz. Siyaset durgun. Gündemin ölü olması gerekir ama tam tersine!
Sizlerden her gün ortalama 200 adet somut e-posta mesajı, yaklaşık 30 adet faks alıyorum. Yoğun günlerde toplam sayının 500’e çıktığı oluyor. Her gün yüzlerce sayfalık kitap okumuş gibi oluyorum; çünkü her birini baştan sona okuyorum. Onlardan çok güzel yazı konuları da çıkıyor.
E-posta adresim ve faks numaram yazımın üst bölümünde her gün yer alıyor. Onları saklayıp gizleyenlerden değilim.
Bu yoğunluğa telefon trafiğini, gelen gideni, yazı yazmak için yapılan ön hazırlıkları, gazete ve ajansları izlemeyi de ekleyin. Ancak bazı okuyucularım, kendilerine yanıt vermediğim ve ilettikleri konuları yazmadığım için bana kırılıyor, gönül koyuyor, sitem ediyor, hatta kızıyor.
Lütfen benim yerime kendinizi koyun. Bunca mesajın her birine nasıl yanıt verebilirim, nasıl yazabilirim? Öyle bir şey yapmaya kalkışsam, bir bütün gün ve gazetenin sayfaları yetmez. Okuyorum ama ne yazık ki yanıt veremiyorum, hepsini yazamıyorum.
Açık söylemek gerekirse, telefon bildirenleri bazen arayabiliyorum. Bunları lütfen bilin.
Bir şey daha eklemek isterim. Pek çok okuyucum yolsuzluk, usulsüzlük, haksızlık ihbarında bulunuyor. Bunları yazarken lütfen belgelemeye çalışın. "Olay anlattığım gibidir, ötesini siz araştırıp bulun" demekle bu iş olmuyor.
Bu son bölümde durumumu size içtenlikle anlattım, lütfen anlayış gösterin.
Yazının Devamını Oku 30 Temmuz 2006
TELEVİZYONLARDA izlediğiniz canlı yayınların çoğu kez belli bir süresi vardır. Sürenin sonuna yaklaşıldığında, stüdyoda bulunan ve dışarıdaki yönetmenden kulaklıkla direktif alan kameramanlar sizi uyarmaya başlar. Örneğin, elleriyle "son beş dakika" işareti yaparlar. Sonra iki dakika gelir. Sürenin sonunda da elleriyle bitti işareti yaparlar. Siz de sonraki yayına saygısızlık olmasın, yayın akışı aksamasın diye son sözleri söyleyip programı bitirirsiniz.
Bunları niçin yazıyorum? Dünkü yazımda, perşembe gecesi Amasya’da okutulan ve TRT-1 ekranında canlı olarak yayınlanan mübarek Regaip Kandili mevlidinde olanları aktarmıştım.
Mevlidin son bölümünde Amasya Müftüsü dua okuyor. Duasında "Atatürk, silah arkadaşları ve şehitlerimiz" bölümünü atlıyor. TRT’den mevlit izleyenler bu duruma büyük tepki gösteriyor. Müftü Bey, "Canlı yayında heyecanlandım da o yüzden atlamışım" diyor!
Dün de yazmıştım, olur böyle vakalar! "Tamamen rastlantıdır" demiştim.
Öyle ya, tam iki sayfalık dua metninde sen sadece o bölümü canlı yayın heyecanıyla atlıyorsan, heyecan ve rastlantıdan başka ne olabilir!
* * *
Dünkü yazımdan sonra Diyanet İşleri Başkanlığı tarafından gönderilen faks şöyle:
"Başkanlık makamının onayı ile TRT ile işbirliği yapılarak Regaip Kandili’nde Amasya’da mevlit programı düzenlenmiştir. Programda mevlit duasının Amasya Müftüsü Selami Emen tarafından yapılması uygun görülmüş ve adı geçen müftümüz, mevlit programında yapacağı dua metnini Başkanlığımıza bir hafta önceden göndermiştir.
27 Temmuz 2006 Perşembe günü akşam namazını müteakip icra edilen ve TRT-1’den naklen yayınlanan programda, dua metni okunurken, yönetmenin (yani TRT görevlisinin) duayı bitirme ikazı üzerine müftü Selami Emen canlı yayın atmosferinin heyecanı ile önündeki dua metninden bazı bölümleri atlayarak hemen alelacele bitirmeye çalışmıştır.
Bu esnada Yüce Atatürk ve silah arkadaşları ile şehit ve gazilere dua etme bölümünü de o heyecan içinde herhangi bir kasıt olmadan atlamıştır.
Adı geçenin (yani müftünün) yapması gereken ve üzerinde mutabık kalınan dua metni ekte gönderilmiştir."
* * *
Şimdi burada devreye başka bir unsur giriyor. Bunun adına "özrü kabahatinden büyük" denir. Bir düşünün! Mevlit okunuyor, canlı yayınlanıyor... Ve TRT’nin yönetmeni, dua etmekte olan müftüye el kol işaretleriyle "kısa kes hoca" demeye başlıyor!..
Ve Diyanet’e göre hoca şaşırıyor, heyecanlanıyor, elindeki káğıttan ne okuduğunu bilemeyip bir tek cümleyi "rastlantı sonucu" ıskalıyor!
Nedir o cümle? Diyanet’in faksladığı iki sayfalık dua metninden aynen aktarıyorum:
"...Okunan Kuran-ı Kerim’i devletimizin kurucusu Ulu Önder Gazi Mustafa Kemal Atatürk’ün ve silah arkadaşlarının, aziz şehitlerimizin de ruhlarına hediye eyledik. Vasıl eyle Ya Rabbi..."
* * *
Sevgili okuyucularım, bu nasıl iştir. Kutsal bir gecede, canlı yayında mevlit okunuyor... Ve Diyanet’in iddiasına göre "TRT’nin camide yayını yöneten görevlisi", dua okuyan hocaya el kol hareketleriyle "kısa kes" işareti veriyor. Hoca heyecanlanıyor, telaşa kapılıyor ve okuduğunu şaşırıyor!
Bu durumda ne yapsın, kaderin garip bir cilvesiyle Atatürk, silah arkadaşları ve şehitler bölümünü okumadan geçiveriyor!
Şimdi Diyanet açıklamasının "doğru" olduğunu varsayarak soruyorum:
Bu nasıl iştir? Kutsal bir gecede milyonlarca mümine hitap eden bir dua okunurken, TRT’nin adamı, müftünün dikkatini el kol işaretleriyle dağıtıyor. Hocanın kısa kesmesini istiyor. Hoca o aşamada artık Allah’ı, okumakta olduğu duayı falan unutuyor ve kafası başka yerlere kayıyor. Telaşlanıyor, heyecanlanıyor. Gözü kulağı TRT yönetmeninde. Böyle mevlit olur mu? Allah’ın katına böyle yaklaşılır mı? Dinimize böyle saygısızlık yapılır mı?
Dün de yazmıştım, TRT Genel Müdürlüğü makamında vekáleten, Ali Güney isimli bir köy imamı oturuyor.
Dikkat ediniz, aradan günler geçti ve bu rezalet sonrasında hükümet borazanı TRT’den ve imam genel müdürden tık yok!
TRT’yi de allak bullak ettiler. Bu ders olsun, TRT bir daha canlı yayında mevlit yayınlamasın. Diyanet ve TRT madem beceremiyor, önceden banda alıp yayınlasınlar. Milyonlarca insanımıza bu rezaleti bir daha yaşatmasınlar.
Yazının Devamını Oku 29 Temmuz 2006
DÜN aldığım çok sayıda yazılı mesajdan ikisi. Okuyucum Erdem Başdaş yazıyor: "Perşembe gecesi Regaip Kandili münasebetiyle TRT-1’de yayınlanan mevlütün sonundaki dua bölümünde hocaefendi (Amasya müftüsü) Atatürk ve silah arkadaşlarından hiç söz etmedi. AKP’nin yayın organı haline getirilen TRT sonunda bunu da yaptı veya yaptırıldı. Helal olsun! Atatürk ve şehitlerimizden özür diliyorum. Onların adına utanıyorum."
Okuyucum Ersin Kazaz yazıyor: "Dün gece mübarek Regaip Kandili’nde TRT’de okunan mevlütü dinledim. Dua kısmına gelince, o beklediğim duanın (Mustafa Kemal Atatürk, silah arkadaşları ve şehitlerimiz için) bir türlü okunmadığına hayretler içerisinde ve büyük kızgınlıkla, milyonlarca insan gibi ben de tanık oldum. Amasya Müftüsü duayı kağıttan okuyordu. Bu işin birilerine yaranmak için yapıldığına inanıyorum. Özellikle kandil gecelerinde duanın bu kısmına önem veriyorum. Böyle büyük bir gafın TRT ekranında yapılmış olmasını kınıyorum. Çok da şaşırmamak lazım aslında!"
Bu skandal sonrasında TRT yönetiminden tık yok.
Oysa genel müdür vekili olan şahıs köy imamı kökenli. Bu işlerden iyi anlaması gerekir!
Amasya Müftüsü ise dün kendisini kurtaracak (!) açıklamayı yaptı: "Canlı yayında heyecanlandım. Kağıttan okuduğum duanın Atatürk bölümünü o yüzden atlamışım."
Çok doğru söylüyor! Sadece o bölümü unutması tamamen rastlantıdır, rastlantı! Tüh tüh tüh! Vah vah vah!
***
Başka bir konuya geçiyorum. Dün sağlık rezaletini, devletin Ankara’daki üniversite hastanelerine nasıl borç taktığını, bu koskoca hastaneleri nasıl işlemez duruma getirdiğini rakamlarla açıklamıştım.
Büyük bir devlet hastanesinin sorumlu yöneticisinden dün aldığım mesajı özetliyorum: "Sadece üniversite hastanelerinin değil, Sağlık Bakanlığı hastanelerinin de devletten inanılmaz boyutta alacakları var. Fakat bu hastanelerin başına getirilen kişilerin hemen hepsi, politik atamalarla geldiler. İktidarın seçmece adamları. O yüzden bu acı gerçeği itiraf edemezler, açıklayamazlar. Lütfen bütün hekimlerimiz, sağlık çalışanlarımız, hastalarımız ve halkımız adına ısrarla sorun. Devletin özeller dahil bütün hastanelere olan borçlarını açıklasınlar. Tabii ki yürekleri varsa."
THY
Bu kuruluş bir zamanlar ülkemizin gurur anıtı idi. Yurtdışında toplam 103 kente uçan THY, şimdi kimlerin eline kaldı! Bütün deneyimli kadrolar ve uzmanlar kovuldu, yerlerine parti yandaşları dolduruldu.
Uçuşlar aksıyor. İkram felaket. Bayan hostesler yerine artık erkek kabin görevlileri işe alınıyor. Yolculara servis erkekler tarafından yapılıyor. Bunlardan bazıları "içki haramdır" diye hem Türk, hem de yabancı yolculara içki servisi yapmayı reddediyor. İş o aşamaya geldi ki, Ulaştırma Bakanı bile içi sızlayarak (!) "Burası tasavvuf dergahı mı kardeşim" demek zorunda kaldı.
İyi de, içki vermeyi reddeden erkek personeli göreve kim başlattı? Biz mi, kendisi mi?
Birkaç gün önce bir uçuş daha anormal gecikmişti. Yolcular büyük tepki gösterdi. Uçak havalandıktan sonra kaptan pilot Seçkin Makal yolculara anons yaptı:
"Bu gecikmeler THY’nın yönetimsel hatalarından ve personelin eğitimsiz olmasından kaynaklanıyor. Sizlerden özür diliyorum."
Gerçekleri araştırıp düzeltmek yerine, yılların deneyimli kaptan pilotunu disiplin kuruluna sevk ettiler!
THY partizanlığın oyuncağı yapıldı. THY dökülüyor. THY dünyadaki saygınlığını yitirdi, her gün daha kötüye gidiyor.
KÜRDİSTAN TÜRKİYESİ
Sevgili okuyucularım, ABD ve İngiliz televizyonlarında günlerden beri bir reklam yayınlanıyor. Kuzey Irak’ta kurulan Kürt devletinin yaptırdığı reklam çekimleri. Kürdistan’ı tanıtıyor, yatırımcıların gelmesini istiyor falan filan. Bu reklamda çok ilginç bir görüntü var. "Kürdistan haritası."
Türkiye’nin Doğu ve Güneydoğu bölgeleri, ABD ve İngiltere’de yüz milyonlarca televizyon izleyicisine "Kürdistan" olarak gösteriliyor.
Türkiye Cumhuriyeti’ne karşı bu korkunç küstahlık ve terbiyesizlik sergilenirken başbakan nerede? Hükümet nerede? Niçin tepki vermiyorlar? Niçin ağızlarını açamıyorlar? ABD ve AB korkusu bu boyuta mı ulaştı?
Yoksa "Kürdistan maskarası" mı olmak üzereyiz!
Yazının Devamını Oku 28 Temmuz 2006
SEVGİLİ okuyucularım, bugün size Türkiye Cumhuriyeti’nin başkentinden, Ankara’nın göbeğinden bir sağlık rezaletini anlatacağım. Ankara’da dört büyük üniversitemizin büyük hastaneleri var. Bunlar sadece Ankara’nın değil, Türkiye’nin en seçkin sağlık kuruluşları arasında önemli yere sahip.
Hacettepe Üniversitesi: Toplam 1250 yatak.
Başkent Üniversitesi: Toplam 300 yatak.
Gazi Üniversitesi: Toplam 1000 yatak.
Ankara Üniversitesi: Toplam 2100 yatak.
Tabloyu görüyorsunuz, Ankara’daki üniversite hastanelerinde 5 bin’e yakın hasta yatağı var ve bunlar genelde yüzde yüz dolu.
Şimdi bir okuyucumdan dün aldığım e-posta mesajını size özetliyorum:
"Ankara Üniversitesi İbni Sina Hastanesi’nde çalışan sözleşmeli personelim. Hastanemiz Emekli Sandığı, Bağ-Kur, SSK ve devletin öteki ilgili kuruluşlarından para alamıyor. Bu yüzden mali kriz yaşıyor.
Yönetim şimdi -başka çare olmadığı için- sözleşmeli personelin bir bölümünü ücretsiz izne çıkarmak zorunda kaldı. Hükümet üniversitelere kızıyor, parasını hastanelerden kesiyor. İnsanların şifa bulmak için sığındığı, bilimsel araştırma yapan, doktor ve sağlık personeli yetiştiren bilim kurumları işte bu duruma düşürüldü.
Yaşananları size bildiriyorum. Lütfen bunları yazın ve bizleri bu duruma düşürenler biraz utanıp soruna çözüm bulsunlar."
* * *
Dün bu olayı araştırdım. Okuyucumun söylediği ne yazık ki doğru çıktı. Üniversite hastanelerine devlet para ödemiyordu. Bu yüzden iş, çalışanları ücretsiz izne çıkarmaya kadar varmıştı.
Hastanelerin parası yoktu. Onlar da ilaç ve malzeme aldıkları firmalara borç takıyordu. Emekli Sandığı parasızlıktan tıkanmıştı, hastanelere ödeme yapmıyordu.
Hacettepe hastaneleri Bağ-Kur mensuplarını, Ankara Tıp Fakültesi hastaneleri yeşil kart sahibi fakir fukarayı artık tedavi edemiyordu.
Şimdi size önceki gün itibarıyla bu hastanelerin devletten ne kadar alacağı olduğunu açıklıyorum:
Hacettepe: 62 trilyon.
Başkent: 63 trilyon.
Ankara Tıp: 66 trilyon.
Gazi Tıp: 41 trilyon.
Bunların toplamını siz hesaplayın!.. Ve bunların sadece Ankara’daki üniversite hastaneleri olduğunu unutmayın. Buna İstanbul, İzmir, Bursa, Adana, Erzurum, Konya, Trabzon, Sivas gibi nice kentlerimizdeki üniversite hastanelerini de eklemek gerekiyor. Ne yazık ki onların rakamlarını şu anda bilemiyorum.
Eğer o kuruluşların yetkilileri bana yazarsa, o rakamları da -arayanların isimleri bende kalmak koşuluyla- sizlere iletirim.
Türkiye’nin dört bir yanındaki hastanelerden feryatlar yükseliyor. Her biri parasızlıktan kıvranıyor. Sadece bazı hastaneler var ki, AKP kadroları oraları tamamen ele geçirdi, onlara paraları eksiksiz veriliyor. O hastanelerin isimlerini burada vermek istemiyorum.
Dün bir üniversite hastanesinin yetkilisiyle konuşuyorduk. Sözleri acıydı:
"1 Temmuz genelgesi sonrasında hastanemizin bir aylık zararı 1.5 trilyon. Bunun üstesinden gelmemiz mümkün değil. Karşımızda tek parti iktidarı var ama bu hükümetin Maliye Bakanlığı ile Sağlık Bakanlığı bir türlü anlaşamıyor. Arada biz eziliyoruz, hastalarımız, doktorlarımız, personelimiz eziliyor. Devletin kuruluşuyuz, uçan kuşa borçlu yaşıyoruz. İş bir yerde patlayacak da, ne zaman patlayacağını merakla bekliyoruz."
* * *
Hükümet sık sık açıklama yapıyor: "Ekonomik durum çok iyi. Bütçemiz fazla verdi!"
Hangi fazlayı verdi? Eğer verdiyse hastanelerin şu anlattığım durumu nedir? Niçin hastanelere borç takıyorsunuz? Niçin onları işlemez duruma getiriyorsunuz?
Karşımızda uçan kuşa borçlu bir devlet, iki yakası bir araya gelmeyen bir devlet bütçesi var. Buna karşın özellikle AKP’li belediyeler para içinde yüzüyor, keyfi harcamalarla har vurup harman savuruyor, eşi dostu ve partili yandaşları ihale ve alımlarla ve sorumsuzca zengin ediyor. Bu nasıl iştir?
Dün bir binbaşımız daha şehit düştü. Devlet bütçesini biz değil, IMF yapıyor. Harcamaları onlar denetliyor. İşte o yüzden Kuzey Irak operasyonu bile yapamıyoruz... Çünkü yaparsak "ek harcama gerekecek, bütçeye yük binecek, IMF desteğini çekip bizi azarlayacak!"
Hastanelere bile para bulamayan hükümet hangi parayla operasyon yapacak!
Bırakın sağlık rezaletini bir yana, ulusal güvenliğimiz bile IMF’nin vesairenin, elin yabancılarının insafına terk edilmiş durumda.
İşte biz bu durumlara düşürüldük sevgili okuyucularım.
Yazının Devamını Oku