Emin Çölaşan

Tatilin ardından

10 Eylül 2006
SEVGİLİ okuyucularım, yaklaşık üç hafta süren bir tatilin ardından yeniden merhaba! Sizleri özlemiştim. Sanırım sizler de öyle. Bazen bizim gazetenin İstanbul ve Ankara santrallarını aradığımda, santraldaki arkadaşlar hep aynı şeyi söylüyordu: "Emin Bey vallahi telefonlardan bunaldık, okuyucular sürekli olarak sizin ve Bekir Coşkun’un yazılara ne zaman başlayacağınızı soruyorlar..."

İşte başladım. Hem de iki gün öncesinden! Bugünkü yazı bir tatil yazısı oldu. Esas konulara salı günü girmeye başlarız.

Tatilin büyük bir bölümünü Bozcaada’da geçirdim. Bu şirin adayı size tavsiye ederim. Sessiz, sakin, güzel bir yer. Diskotek, gece kulübü, gürültü patırtı yok. Eğlence yeri değil. Çok güzel otelleri, motelleri, pansiyonları var. Bodrum ve Çeşme gibi yerlere rağbet eden yozlaşmış kesimler buraya gelmediklerinden, ada hiçbir özelliğini yitirmemiş. SİT alanı olduğu için betonlaşma yok.

Asayiş dört dörtlük. Hiçbir olay da yok.

Bozcaada, Türkiye’de köyü olmayan tek ilçe. Bağlarla dolu, şaraplarıyla ünlü şirin ve yozlaşmamış bir ada.

* * *

Şimdi size gözlerimle gördüğüm iki rezaletten söz edeyim. İzmir tarafından arabayla Bozcaada’nın iskelesi Geyikli’ye -feribota binmeye- gidiyoruz. Ezine öncesinde karayolunda sola doğru kocaman bir ok işareti... Üzerinde "Bozcaada" yazıyor. Yola girdik, sahile doğru gidiyoruz. Yeni açılmış fıstık gibi bir yol. Yaklaşık 15 kilometre gittik ve yol toprak yığınlarıyla bitti! Evet, bitti! Yola, üzerinden tankların bile geçemeyeceği metrelerce yükseklikte toprak yığmışlardı.

Sizi işaretle kapalı bir yola sokuyorlar, kilometrelerce gidiyorsunuz ve yol birdenbire bitiyor! Ortalıkta hiç kimse yok. Orada kalakaldık. Uzaklarda bir köylü vatandaşa sorduk, onun tarifiyle bazı köy yollarından dolanarak Geyikli (feribot iskelesi) yolunu bulabildik.

Karayolları tam bir sorumsuzluk örneği sergilemişti. Her gün yüzlerce arabayı (hem de anayoldan) işaretlerle buraya yönlendiriyordu.

* * *

İkinci rezalet...
İzmir’den gemiyle İstanbul’a geçiyorum. (Bu güzel yolculuğu İstanbul-İzmir arasında gidip gelen herkese tavsiye ederim.) Kaptanımız -profesyonel sanatçı- Atilla Günsür’ün yolculara verdiği güzel konser sonrasında...Gece saat 01.00 dolaylarında Çanakkale Boğazı’na gireceğiz.

Boğazın girişinde Şehitler Anıtı var. Geceleri ışıklandırılan dev bir anıt. Gece gündüz fark etmez, bu görkemli anıtı kilometreler öteden görürsünüz.

Uyumuyoruz ve Boğaz’a girmeyi bekliyoruz. Gemi personelinden duyduğumuz bir haber bütün yolcuları şaşkına çeviriyor:

"Biz buradan her gece geçiyoruz ama anıtın ışıkları yanmıyor. İnşallah sizin şansınıza bu gece yanmıştır..."

Hayır, hiçbir ışık yok!

Koskoca anıt karanlığa terk edilmiş. Hiçbir biçimde görmeniz mümkün değil.

Zaten anıtı çürümeye terk etmişler. Gündüzleri de tavanının çökme tehlikesi nedeniyle yanına yaklaşmak yasak.

Çanakkale Şehitler Anıtı kapalı!

Bu rezaletin hesabını kim verecektir?
Elbette ki devletin ve milletin parasını kendi çıkarları doğrultusunda har vurup harman savuran, devletin milletin malını mülkünü yabancılara ve kendi yandaşlarına peşkeş çeken bu iktidar değil!!!

Çanakkale Şehitler Anıtı orada kaderine terk edilmiş, gece karanlıklar içinde, gündüz kapalı... Kendi çıkarları olunca oluk gibi para harcamaktan kaçınmazlar, çıkarları olmayınca bu görkemli anıtı bile kaderine terk etmekten utanmazlar.

Ayıptır yahu, ayağımın tozuyla daha ilk yazıda bana bunları yazdıranlar utansın.

* * *

Sevgili okuyucularım, Ankara’ya döndüğümde binlerce e-posta mesajı, faks ve mektubu yine önümde buldum. Oysa son yazımda "Ben tatile çıkıyorum, lütfen mesaj göndermeyin, dönüşte bunları okuma olanağım olmayacak" demiştim.

Ayrıca masamda çok sayıda kitap birikmişti. Bana imzalı kitap gönderen herkese mutlaka telefon açıp bir teşekkür ederim. Şimdi bu mümkün olmayacak. Ankara’da olmadığım sürede bana imzalı kitaplarını gönderen Nuri Kayış, Mustafa Yıldırım, Muharrem Kubat, Alp Kandemir, Aydemir Ceylan, Erkin Koray, Sami Kocaoğlu, Ümit Özdağ, Okay Sütçüoğlu, Ümit Yaşar Işıkhan, Naci Ünver ve Kemal Arı’ya şimdi burada teşekkür ediyorum.

Evet, dükkánımız açılmıştır! Önümüzdeki salıdan başlayarak yeniden birlikte olacağız.
Yazının Devamını Oku

Tatil zamanı geldi!

22 Ağustos 2006
SEVGİLİ okuyucularım, yazımın başlığından, bu yazıyı niçin yazdığımı anladınız. Burada tam 11.5 aydan beri durmadan, aralıksız yazıyorum. Allah sağlık verdi, yazılarım bir gün olsun aksamadı.

Önümde her gün yüzlerce mektup, e-posta ve faks mesajları.

Sizlerden gelen dosyalar...

Hiç saymadım ama günde en az 50 telefon konuşması.

Arayanlar ve benim aradıklarım...

Buna bir de geleni gideni ekleyin.

Akşam iş bittiğinde inanın gözlerim kararıyor, pelteye dönmüş oluyorum.

Aslında bu yazıyı biraz da sizlerle dertleşmek için yazıyorum. Çoğunuz benim bir "ekibim" olduğunu zannediyorsunuz.

Hayır, bizim Leyla dışında bir tek yardımcım yok. Sağolsun, e-postaları o her gün saatler boyu káğıda çekip bana getirir, gelen giden ve telefon bağlantılarını ayarlar.

Bekir Coşkun’la ikimizin üzerindeki yükün önemli bir bölümünü Leyla taşır. Hepsi bu.

* * *

Size bir şey daha söyleyeceğim. Belki bana inanmayacaksınız, abarttığımı zannedeceksiniz.

Geçen yıl eylül ayından beri bir tek gün tatil yapmadım, ara vermedim.

Bu benim açımdan bir rekordur!.. Doğrusunu isterseniz böyle bir olayı hiç yaşamamıştım.

Zorlu bir yıl geçti. Hastalıklar, ölümler falan filan... Onlara girecek değilim.

Ama gerçekten çok yoruldum.

Şimdi bir süre tatil yapıp kafamı dinlendirmek istiyorum. Bir yıldan beri ekranlarda gördüğüm denizi çok özledim.

Üç hafta sonra -12 Eylül Salı günü- burada inşallah yine birlikte olacağız.

Şimdi sizlerden çok önemli bir isteğim var.

Şu dakikadan başlayarak bana lütfen mektup, faks, e-posta mesajı göndermeyin. Dönüşte binlercesi birikiyor ve onları okumam asla mümkün olmuyor.

Eğer gönderirseniz, emeğiniz, istekleriniz, zamanınız boşa gidecektir. Bunları size olan saygım nedeniyle yazıyorum.

Sizleri özleyeceğim. Belki siz de beni özlersiniz.

Hoşçakalın sevgili okuyucularım.
Yazının Devamını Oku

Fahrettin Paşa’nın hazinesi

21 Ağustos 2006
DÜNKÜ yazımda Medine kahramanı Fahrettin Paşa’dan, Paşa’nın Birinci Dünya Savaşı’nda İngiliz altınlarıyla satın alınıp ordumuzu Medine’de kuşatan ve arkadan vuran Araplardan kaçırdığı görkemli hazineden kısaca söz etmiştim. Fahrettin Paşa, dindaşlarına ihanet eden, Türk askerini çöllerde kesip donuna kadar yağmalayan Araplarla boğuşuyor. Medine’nin elden çıkacağını gören Paşa, Peygamberimizin bu kentteki mezarına Osmanlı padişahları tarafından gönderilen hediyeleri, bir muhafız kıtası eşliğinde ve mühürlü sandıklarla İstanbul’a gönderip ülkemize kazandırıyor. Allah rahmet eylesin, ne iyi yapıyor. Aksi takdirde bu değerli eşyalar, şimdi din bezirganı Suudi’lerin elinde olacaktı.

İşte bu yurtsever insanın o koşullarda ülkemize kazandırdığı hazinenin listesi:

- Hazreti Osman’ın ceylan derisine elyazmalı Kuran’ı.

- 5 adet eski elyazması Kuran ve 4 adet Kuran cüzleri.

- Değerli taşlarla bezenmiş, altın kaplamalı 5 adet Kuran kabı.

- Hilye-i Şerif (Peygamberimizin yazı ile yapılmış portresi). Gümüş çerçeveli, yeşil kadife üzerine pırlanta ve incilerle Peygamberimizin adı yazılı, gümüşten güneş resimli.

- Bir adet som altın üzerine pırlanta ile Kelime-i Şehadet yazılı levha.

- Pırlantalı, incili, mercanlı 7 adet tespih.

- Gümüş işlemeli 2 adet rahle.

- Sultan Abdülaziz’in pırlantalı ve altın işlemeli tuğrası.

- 4 adet sancak başı ve 3 adet değerli kılıç.

- Kevkeb-i Dürri adlı 4 parça büyük elmas. Altın üzerine oturtulmuş, çevresi elmas ve yakutlarla bezenmiş.

- 14 adet pırlanta ve zümrütlerle bezenmiş altın askı.

- Pırlanta, inci, yakut ve zümrütlerle bezenmiş 11 adet altın kandil askısı.

- Değerli taşlarla bezenmiş 1 adet altın kandil.

- 1 adet altın kahve askısı.

- Değerli taşlarla bezenmiş 7 adet altın şamdan. İkisi 1.55 metre boyunda ve 50 kilo ağırlığında. Her birinin üzerinde 2.680 pırlanta var.

- 1 adet altın makas.

- Değerli taşlarla bezenmiş 8 adet altın gülabdan (gülsuyu kabı) ve 12 adet altın buhurdan (tütsülük).

- Pırlanta, zümrüt, yakut ve incilerle bezenmiş 2 adet çelenk, 10 adet yıldız çiçek, bir yaprak. Hepsi altın.

- 1 adet pırlanta yüzük.

- Altın ve gümüş zincirler, altın mücevher kutuları ve çekmeceleri.

- 84 karat inci taneleri, 15 parça zümrüt, 27 parça yakut, 53 parça pırlanta ve elmas, 3 kilo 985 gram altın, 908 kilo gümüş.

- 49 parça şal ve sırma işlemeli perde.

- Medine’de Sultan Mahmut kütüphanesi ve diğerlerindeki değerli eserler.

Bu inanılmaz hazine şimdi Topkapı Sarayı’nda. Bir bölümü sergileniyor.

***

Birinci Dünya Savaşı yıllarında Türk askeri, İngilizlerle işbirliği yapan Araplar tarafından arkadan vuruldu. O savaşta Arap ihaneti unutulacak şey değildir. Ortadoğu’nun dört bir yanında, Filistin, Hicaz, Irak, Suriye cephelerinde bu ihanet olmuştur.

İngilizlerle savaşan on binlerce Türk askeri, satılmış Araplar tarafından öldürülmüş, cesetleri yağmalanmış, belki altın yutmuşlardır diye cesetlerin mideleri bile bıçakla deşilmiştir.

Naci Kaşif Kıcıman’ın Medine Müdafaası isimli eserini, 1976 yılında İslamcı bir yayınevi olan Sebil çıkarmış. Bakınız önsözünde İslamcı Sebil Yayınevi bile ne diyor:

"Rica: Sevgili okuyucu! Bütün İslam Alemini Türk’ün liderliği altında tek bir devlet olarak birleştirmek ve bu birliği devam ettirebilmek uğrunda dayanılmaz eza ve cefalara katlanan şehit ve gazilerimizin örnekleri arasında en talihsizleri, Medine savunucularıdır. Çünkü Peygamberimizin mübarek mezarını İngilizlerin aldatmasına kapılmış sözde Müslüman Arap reislerine (başkanlarına) karşı yetersiz yiyecek-içecek ve silah imkanlarıyla, amansız çöl sıcakları altında savunma mecburiyetinde kalmışlardır. Bu acı fakat şerefli savunmanın aziz şehit ve gazilerinin ruhlarını bir Fatiha ile hoş etmek, halen sağ bulunanları ise sağlık ve selamet dilekleriyle anmak, din ve vatan borcundur."

İçimizden bazıları o günleri ya hiç öğrenmemiş, ya da Arap ihanetini görmezden geliyorlar.

İstediklerini yapsınlar da, yakın tarihimizi cahilce göz ardı etmesinler. Bilmemek ayıp değil, biraz okuyup öğrensinler. Fahrettin Paşa gibi nice kahramanların ruhlarını sızlatmasınlar.
Yazının Devamını Oku

İşte gerçek Müslüman: Fahrettin Paşa

20 Ağustos 2006
SEVGİLİ okuyucularım, bugün size geçmişten bir olayı yıllar sonra ikinci kez anlatacağım. Yıl 1918. Birinci Dünya Savaşı’nı kaybetmek üzereyiz. Suriye, Irak, Filistin, Arabistan cephelerindeki ordularımız, İngilizler karşısında çökmek üzere. İngilizler, Arapları çil çil altınlarla satın almış. Araplar, Türk ordusunu, dindaşlarını arkadan ve kalleşçe vuruyor.

30 Ekim 1918. Bu cephelerde on binlerce şehit veren Osmanlı yenilmiş, Mondros Antlaşması’yla teslim olmuş.

Peygamberimizin Ravza-i Mutahhara adıyla bilinen mezarı, kutsal Medine kentinde. Komutanlığını Fahrettin Paşa’nın yaptığı Medine garnizonu, aylardan beri Arap ve İngilizler tarafından korkunç bir kuşatma altında. Açlık, susuzluk, silahsızlık, her şey felaket. Çaresiz kalan Fahrettin Paşa ordusuna emir yayınlıyor: "Evlatlarım, çekirgeleri tavada pişirip yiyin. Ben yiyorum, çok güzel oluyor."

Fahrettin Paşa, Arap ihanetini ve olacakları önceden görüyor, Medine’nin elden çıkacağını anlıyor. Peygamberimizin mezarına Osmanlı tarafından armağan edilen bütün değerli eşyaları (hazineyi) son trenlerden birine bir muhafız kıtası eşliğinde yükleyip İstanbul’a gönderiyor. İşte bazıları:

Hazreti Osman’ın ceylan derisine el yazmalı Kuran’ı, pırlanta ve incilerle Peygamberimizin adı yazılı levhalar, pırlantalı, incili ve amberli tespihler, Kevkebi Dürri adlı 4 parça büyük elmas, her biri 50 kiloluk altın şamdanlar ve daha niceleri.

Medine, demiryolunun son durağı. Demiryolu, cephelerdeki ordumuzun tek can damarı. Araplar bu hatta sürekli sabotaj düzenleyip asker, yiyecek içecek, cephane sevkini engelliyor. İngiliz altınları doğrusu çok işe yarıyor!

***

Mondros imzalanıyor, devlet teslim oluyor. Fakat o ne? Fahrettin Paşa Medine’de teslim olmayı reddediyor. Aylar boyu Arap-İngiliz kuşatmasına direniyor.

Haçlı-Müslüman işbirliği, Türk ordusuna karşı sürüp gidiyor.

İstanbul hükümeti, Adliye Nazırı (Adalet Bakanı) Haydar Molla’yı Medine’ye İngiliz zırhlısıyla gönderip, direnen Fahrettin Paşa’dan teslim olmasını istiyor. Paşa yine reddediyor. Verdiği yanıt hep aynı: "Ben Peygamberimizin mezarını bunlara bırakmam. Al bayrak burada dalgalanacak."

Dünya askerlik tarihinde böyle bir olay yaşanmadı. Devlet teslim olmuş, Fahrettin Paşa 3 ay daha Medine’de direniyor. İngilizler ve işbirlikçi Araplar, Medine’yi bir türlü ele geçiremiyor.

Ocak 1919. Sonunda olan oluyor. Bir sabah erken saatlerde Paşa, Peygamberimizin mezarında namaz kılarken, teslimden başka çıkar yol kalmadığını savunan bazı subaylar onun üzerine atılıp yaka paça yakalıyor.

Fahrettin Paşa, tabancasıyla kılıcını Peygamberimizin mezarına bırakıyor ve kuşatmacılara esir düşüyor.

Paşa bir süre Mısır’daki esir kamplarında kaldı. Sonra bütün yurtseverler gibi, İngilizler tarafından Malta Adası’na sürüldü. Esirliği boyunca çizmelerini ve üniformasını bir gün olsun üzerinden çıkarmadı.

2.5 yıl sonra serbest kalınca 1921 yılında İtalya-Almanya-Rusya-Batum-Kars yoluyla yurda girip vatan toprağını öptü ve Kazım Karabekir Paşa ordusuyla Batı cephesine gidip İstiklal Harbi’ne katıldı.

Ankara’da Mustafa Kemal Paşa, Fahrettin Paşa için "daha sağlığında adını tarihe altın harflerle yazdırmış kumandanımızdır" dedi.

Çöl kaplanı ve Medine kahramanı olarak bilinen, düşmanlarının bile hayranlıkla söz ettiği Fahrettin Paşa, 1922 yılında Mustafa Kemal Paşa tarafından Afganistan’a, Kábil Büyükelçisi olarak atandı. Afganistan o yıllarda da bizim için çok önemli. Yeni rejimi tanıyan birkaç ülkeden biriydi.

Fahrettin Paşa sonraki yıllarda "Türkkan" soyadını aldı. Hakkında yazılmış iki nefis kitap var. İkisinin de adı "Medine Müdafaası". Birinin yazarı Paşa’nın personel subayı Naci Kaşif Kıcıman, öteki ise Medine’de Kızılay görevlisi Feridun Kandemir. Her ikisi de Medine’de Paşa ile birlikte görev yapmışlar.

Aradan yıllar geçiyor, Kandemir bir gün Fahrettin Paşa’ya İstanbul’da sokakta rastlıyor ve kendisinden, anılarını yazmasını istiyor. Yanıtını kitaptan aynen aktarıyorum: "Evladım, herkes vatana karşı borçlu olduğu vazifeyi yapar ve orada iş biter."

Fahrettin Türkkan, 1948 yılında vefat etti. Ebedi uykusunu İstanbul’da, Rumelihisarı Mezarlığı’nda uyuyor.

Fahrettin Paşa olayı, dünyada eşi olmayan bir ibret belgesidir. İngilizlerle para uğruna işbirliği yapan dindaşımız Arapların ihanetine uğrayan, devlet teslim olduğu halde Peygamberimizin mezarını onlara kaptırmamak için kelle koltukta, aç susuz direnen gerçek bir Müslüman’ın öyküsüdür.

Ben bu kahramanlara büyük saygı duyuyorum. Bugün onlar sayesinde özgürüz. Allah hepsine rahmet eylesin, nur içinde yatsınlar. Gerçek dindar, gerçek Müslüman, işte onlardı. Onlar aynı zamanda yurtseverdi. Bir Fahrettin Paşa ve benzerlerine bakın, bir de Müslümanlık tüccarlığı yapan din bezirgánı sahtekárlara!

Acaba gerçek Müslüman hangileri?
Yazının Devamını Oku

Tekzip metni

19 Ağustos 2006
19.08.2005 tarihli Hürriyet Gazetesi nüshasının 5. sayfasında "Devletin okulu Fethullah Dershanesi’ne" başlıklı köşe yazısı gerçeğe aykırı olduğu gibi müvekkilimin kişilik haklarına da saldırı niteliğindedir. Zira;

Şirketimizin yazıda adı geçen şahıs ve kurumlarla hiçbir bağlantısı yoktur. Şirketimiz Yozgat ve ilçelerinde dershane, yurt ve etüt eğitim merkezleri işletmek suretiyle Yozgat’ın eğitim öğretim seviyesini yükseltmek için çaba sarf etmektedir. Bu tür bir kurumun takdir edileceği yerde ilgisi olmayan kişi ve kurumlarla bağdaştırılarak aşağılamaya çalışmak basın ahlakına yakışmayan davranışlardır.

Ayrıca adı geçen okulun sanki bedelsiz olarak şirketimize devredildiği öne sürülerek devletin saygın kurumlarını da sanki suç işlemiş gibi göstererek bu yönde kamuoyu oluşturmaya çalışmak basın ilke ve ahlakıyla bağdaşmamaktadır.

Adı geçen okul yazınızda belirtildiğinin aksine şirketimize bedelsiz devredilmemiş sadece bedelli ve süreli olarak ortak kullanıma açılmıştır. Okul 8 yıl sonra boşaltılıp kullanılır halde ve donatımı ile birlikte idareye devredilecektir. İma edildiği gibi devletimiz zarara uğratılmamış aksine şirketimiz ciddi maddi yükümlülük altına girmiştir.

Binanın her türlü elektrik, su ve benzeri giderleri ile kullanımdan doğacak bakım ve onarımı şirket tarafından yapılacaktır.

Süresi bitiminde binanın kullanılabilir halde teslim edilip edilmediği hususunda Milli Eğitim Müdürlüğü teknik elemanları rapor tanzim edecektir. Görülen eksiklikler şirket tarafından en geç 30 gün içerisinde tamamlanacaktır.

Şirket binayı protokolde belirtilen amaç dışında (eğitim hizmetleri) kullanmayacak, devredemeyecek, kiraya veremeyecektir.

Laboratuvarlar, kütüphane, konferans salonu vb. gibi ihtiyaç duyulan alanlar İmam Hatip Lisesi’yle ortak kullanılacaktır.

Açılacak üniversite hazırlık kursuna her yıl Sarıkaya İmam Hatip Lisesi öğrencilerinden en az 10 öğrenci ücretsiz alınacaktır, diğerlerine ise % 50 indirim yapılacaktır.

Basın Yasası, Basın Ahlak İlkeleri, MK, BK, AİHS’in ilgili maddelerine tamamen aykırı, "çamur at tutmazsa izi kalır" zihniyetiyle yapılan bu haksız yayınınızı şiddetle kınadığımızı belirtir, bu açıklamamızın aynı sayfada aynen ve yasal koşullara uygun olarak yayınlanmasını talep eder, aynı zamanda tüm yasal haklarımızı saklı tuttuğumuzu bilvekale bildiririm.

Keşideci Vekili:

Av. Ersoy ERDOĞMUŞ
Yazının Devamını Oku

Bir zamanlar denizlerde

18 Ağustos 2006
ELİMDE 1968 tarihli bir kitapçık. O yıllarda dış hatlarda ve limanlarımız arasında gemi işletmeciliği yapan devlet kuruluşu Denizcilik Bankası tarafından bastırılmış. Tanıtımında aynen şunları yazıyor: "Denizyolları. (Türk yolcu gemileri) 3 kıtaya, 5 denize, 4 dış hatta, 10 iç hatta, 16 dış limana, 50 iç limana yılda 1.015 muntazam sefer."

Düzenli dış hatlardan bazıları:

Brindizi, Venedik, Barcelona, Beyrut, Bingazi, Köstence, Marsilya, Napoli, Pire, Rodos, Trablus, Tunus, Kıbrıs...

Düzenli iç hat seferlerinden bazıları:

Karadeniz’de Abana, Akçakoca, Fatsa, İnebolu, Zonguldak, Samsun, Trabzon, Rize, Hopa....

Ayrıca Marmara denizindeki iskeleler...

Ege ve Akdeniz seferlerinde Türk yolcu gemileri İstanbul’dan kalkıp Bozcaada, Bodrum, İzmir, Kuşadası, Marmaris, Finike, Fethiye, Kaş, Alanya, Antalya, Mersin, taaa İskenderun’a gidiyor.

***

Kitapçıkta yer alan bilgilere göre Türkiye’nin yolcu gemisi filosu 1968 yılında 21 gemiden oluşuyordu:

İsimleri: Akdeniz, Ankara, Ayvalık, İskenderun, Ege, Kadeş, Samsun, Sus, Marakaz, Karadeniz, Kadeş, Etrüsk, Tırhan...

Akdeniz’in gülü
olarak bilinen Ankara gemisi dünyanın sayılı yolcu gemilerinden biriydi. Ötekilerin bazıları dışarıya, bazıları iç limanlarımız arasında gidip gelirdi. Ya şimdi?

Günümüzde gelinen nokta gerçekten yüz kızartıcı.

İç deniz Marmara, Gökçeada feribotu ve Bozcaada arabalı vapur seferi dışında, kendi limanlarımız arasında sefer yapan sadece bir tek yolcu gemimiz (feribotumuz) var!

En son Ankara feribotu vardı. Haftada bir Karadeniz-İstanbul-İzmir seferi yapardı. AKP hükümeti onu da seferden kaldırdı, sattı.

İki yıl öncesinde Türkiye’nin elinde sadece 3 adet gemi vardı:

180 yolcu kapasiteli Karadeniz yaz aylarında yurtdışı sefer yapıyordu. Ankara feribotu Çeşme-İtalya arasında çalışıyordu. Samsun feribotu kiraya verilmiş, Yunan adalarına çalışıyordu.

Bırakın geçmişteki yurtdışı seferlerini, Karadeniz, Ege ve Akdeniz iskelelerini bir yana, özellikle yaz aylarında binlerce insanı taşıyan İstanbul-İzmir seferini bile yok etmeyi başardılar! Neyse ki, özel sektöre satılan Samsun feribotu iki ay önce devreye girdi. Şu anda limanlarımız arasında (İstanbul-İzmir) çalışan tek gemi. İkincisi yok.

***


1968 yılında 21 yolcu gemisi ve feribotu olan Türkiye’den, 2006 yılında sadece bir adet yolcu gemisi-feribotu olan Türkiye’ye! Nereden nereye!

Peki şu andaki durum nedir?

Elimizde bir tek yolcu gemisi kalmadı! Gemiler ölmüş eşek fiyatına, özelleştirme kapsamında satıldı.

Osmanlı’nın çöküş döneminde bile limanları arasında Türk bayraklı gemiler çalışan bir ülkeden, günümüzde limanları arasında bir tek yolcu gemisi çalıştırabilen Türkiye’ye! Dış hat sıfır!

Karayolları lobisinin çıkarları uğruna demiryollarına ihanet edip üzerine bir kilometre eklemedik. Sonucu hep birlikte yaşıyoruz.

Başka lobilerin çıkarları uğruna gemilerimize ve denizlerimize de ihanet etmekten utanmadık. Ama sadece şu yazdığım konuda değil...

***

Örneğin Birinci Dünya Savaşı’na girmemize neden olan Alman zırhlısının adı Goben idi. Zamanın en büyük zırhlısı 1914 yılında İngiliz donanmasından kaçarken güya bize sığınıp Osmanlı gemisi oldu. Adını Yavuz koyduk. Bir süre sonra Alman mürettebatı tarafından Karadeniz’e (sadece Harbiye Nazırı Enver Paşa’nın emriyle) çıkıp Rus limanlarını bombaladı ve savaşa girmemize neden oldu.

Savaş bitti, Cumhuriyet döneminde de harp filomuzda Yavuz vardı.

Sonra yolcu gemilerimiz gibi onu da hurdacılara satıp jilet yapmaktan utanmadık. Yavuz artık yok.

Aynı dönemde Yunanlıların eşdeğerde Averof zırhlısı vardı. Averof bugün Atina’da kıyıya bağlanmış, aynen korunuyor ve bir deniz müzesi olarak hizmet veriyor.

Denizlerimize sadece yolcu gemilerini yok etmekle, Yavuz’u jilet yapmakla ihanet etmedik. Balıkçılarımız da aynı şeyi yaptı. Yüzlerce zararlı yöntemle denizlerimizin bereketini kuruttuk, balıkları yok ettik.

Denizlerimizi kirlettik ve kirletiyoruz. Sanayi atıklarını, lağımlarımızı o güzelim mavi sulara akıttık.

Karada durumumuz biliniyor! Onu hep yazıyoruz.

Denizlerde çöküşümüz de özetle böyle!
Yazının Devamını Oku

Asayiş berkemal!

17 Ağustos 2006
GEÇMİŞTE ne zaman vurdulu kırdılı bir olay olsa, silahlar konuşsa, cinayetler işlense, "Teksas gibi" derdik! O, filmlerde izlediğimiz kovboylardan kalan bir benzetme idi. Şimdi Türkiye’nin bu açıdan içler acısı durumuna bir bakalım. Gazetelerde ve televizyonlarda, sayfalarda ve ekranlarda her gün bıkmadan usanmadan aynı şeyleri okuyoruz ve izliyoruz.

Hırsızlık, gasp, kapkaç, yaralama, cinayet, maganda kurşunu, sahtecilik, ihaleye fesat karıştırma, yolsuzluk, kanlı ve kansız takipler, polisle vuruşma, linç girişimleri...

Ölüler, yaralılar...


Memlekette soyulmayan ev ve işyeri neredeyse kalmadı. Her cadde ve sokakta gasp, hırsızlık, soygun ve kapkaç... Yetkileri elinden alınan, pek çok suçluyu yakalaması mümkün olmayan güvenlik güçleri, zarar görenlere nasihat veriyor:

"Hırsıza, kapkaççıya, gaspçıya direnmeyin. Canınızı kurtarmaya bakın!"

Emniyet Genel Müdürlüğü Sözcüsü İsmail Çalışkan resmi rakamları açıkladı:

"Sadece polis sorumluluk bölgelerinde bu yılın ilk altı ayı içerisinde 425 bin suç işlendi... Türkiye’de yine polis bölgelerinde 587 bin adet ruhsatlı silah var."

Buna ruhsatsız silahları ekleyin. Herhalde sayı birkaç milyona ulaşır. Ayrıca Jandarma bölgelerini (kırsal kesimdeki suç ve silah sayısını da) ekleyin!

Türkiye toplamı olarak 2006 yılında karşımıza yaklaşık 2 milyon suç ve ahalinin üzerinde, evinde, işyerinde (ruhsatsızların sayısı bilinmeyen) birkaç milyon silah. Tüfek, tabanca, hatta Kalaşnikof!.. Buna sustalıları, bıçakları, döner bıçaklarını ve öteki kesici ve delici aletleri eklemeyi unutmayalım!

Devletin sözcüsü bundan birkaç ay önce de 2005 yılı suç rakamlarını açıklamış ve aynen şöyle demişti:

"2005 yılında, asayiş olaylarında 2004 yılına göre yüzde 38 artış oldu. Suç sayısı 487 bin. Mala karşı işlenen suçlarda yüzde 48, cana karşı işlenenlerde yüzde 25 artış var. Suçların yüzde 55’i aydınlandı, yüzde 45’i faili meçhul kaldı."

Sevgili okuyucularım, size devletin resmi rakamlarını veriyorum. Bunlar korkunç gerçekler. AKP iktidarının Türkiye’yi nereye getirdiğinin somut belgeleri.

***

Şimdi size Ankara Cumhuriyet Başsavcılığı’nın rakamlarını veriyorum. Bir kez daha ürpereceksiniz:

"Başsavcılığa 2005 yılına kadar yılda ortalama 125 bin şikáyet-ihbar dilekçesi geliyordu. Bu rakam 2005 yılında 168 bin oldu. 2006 yılında ise temmuz sonuna kadar (yedi aylık) 126 bine zıpladı. Yıl sonunda 230 bin olması bekleniyor.

Ankara Cumhuriyet Savcılığı’na her iş gününde yaklaşık 850 şikáyet dilekçesi geliyor.

Görüyorsunuz, devletin başkentinde bile herkes herkesi şikáyet ediyor. Savcılar iş yükünden bunalmış ve boğulmuş durumda. Dolayısıyla pek çok dilekçe yeterince incelenemiyor. İnsan gücü buna yetmiyor.

Mahkemeler derseniz, onlar da iş yükünden bunalmış durumda.

Ankara böyle de, İstanbul başta olmak üzere yüzlerce öteki adliyemiz farklı mı? Hayır. Belki daha bile kötü.

Bu durumda adalet ya yerini bulmuyor, ya da gecikiyor. İşte o aşamada devreye mafya, ya da linç girişimleri giriyor. Herkes kendi hakkını kendisi aramaya başlıyor. Suçlu yakalandığında cezayı ahali vermeye kalkışıyor.

***

Yukarıda size devletin resmi rakamlarını verdim. Suç sayısı anormal artıyor. Suçluların en az yarısı yakalanmıyor. Savcılıkların, mahkemelerin, polisin yükü dayanılmaz boyutta. İşte o zaman adalet yerini bulmuyor, toplumun yargıya ve güvenlik güçlerine olan güveni sarsılıyor.

Gidiş çok kötü.

Peki bu tablo karşımıza niçin çıkıyor? Bu tablonun AKP iktidarı döneminde oluşması rastlantı mı? Elbette değil...

Çünkü bunlar kendi yandaşları, rantiye kesimi ve büyük sermaye dışında bütün kesimleri mahvetti. İşsizlik korkunç boyutlara ulaştı. Verilen ücretler yetersiz kaldı. Milyonlarca insan açlığa, küçük düşürücü ve oy avcılığına yönelik yardım paketlerine mahkûm ve muhtaç edildi.

Suçların niçin böylesine hızla artış gösterdiğini hiç merak etmeyin! Bu ortamı yaratanlar yanıbaşınızda, kırmızı plakalı araçlarla gezen, maroken makam koltuklarında oturup oralardan ahkám kesenler...

Ve Türkiye’mizi bu acınacak duruma getirenler...
Yazının Devamını Oku

Seminer konuları

16 Ağustos 2006
ELİMDE bir belge. Balıkesir’in Mustafakemalpaşa İlçesi Milli Eğitim Müdürü Sadi Kurtulan, ilçe kaymakamlığına resmi bir yazı gönderiyor. İlçede "Eğitim-Bir-Sen’in eğitim seminerleri yapılacaktır, öğretmenevi toplantı salonunun kullanılması için izin verilmesi..."

Kaymakam Adem Saçan aynı gün olur veriyor.

Her çarşamba günü devam eden seminerlerin listesi de yazının ekinde yer alıyor. İşte konular:

İbadetlerde içtihat. İslam’da tasavvuf ve tarikatler. İslam’da faiz, kredi. Sigorta meselelerine bakış. İslam’ın ilme verdiği değer ve Müslümanların dünya ilmine katkıları. Çocuğa din eğitimi. Üstad Sezai Karakoç’un eserleri, fikirleri. Kuran-ı Kerim’de bilim ve teknikle ilgili ayetler ve düşündürdükleri. Liselerde din öğretimi ve uygulamada karşılaşılan sorunlar. İslam’da fıkıh mezhepleri. İlahi dinler, özellikleri, ritüelleri. Milli şairimiz Mehmet Akif Ersoy’un eserleri, fikirleri. İbadet ve dindeki emir ve yasakların hikmetleri. Elmalılı merhum Hamdi Yazır ve tefsiri."

Aynen böyle. Bunların dışında kalan sadece dört konu var. Ermeni meselesi, okuma alışkanlığı kazandırma, okul öncesi eğitim ve işitme engelliler okulları.

Bu dersleri verenlerin listesi de resmi yazının ekinde yer alıyor. Tamamı öğretmen ve çoğu Mustafakemalpaşa İlçesi’nde görevli.

Seminer konuları arasında Ermeni meselesi dışında bir tek yakın tarihimiz, Cumhuriyet, Atatürk, devrimler, ülke sorunu yok.

İlçenin Milli Eğitim Müdürü listeyi gönderiyor, kaymakam aynı gün olur veriyor ve öğretmenevi salonları açılıyor!.. Ve bu konular için öğretmenler kullanılıyor.

Burası İran değil, Afganistan değil, Suudi Arabistan değil.

Diyelim ki kaymakam bu yapılanı görmemiş, ya da görmezden gelmiş. Balıkesir Valisi ne yapmış? Acaba o da görmezden mi gelmiş?

Bunun adı Hüseyin Çelik önderliğinde eğitim kuşatması. Vah Türkiye Cumhuriyeti vah.

FAKAT O İŞSİZ DEĞİL!!!

Birileri güzelim ülkemizi buralara sürüklerken, milyonlarca insanımız işsizlikten kırılıyor. İstatistikler işsiz sayısının giderek arttığını gösteriyor. Bir genç kızdan aldığım faks mesajı hem "iş sahibi", hem de işsiz insanlarımızın dramını ve acısını yansıtıyor. Milyonlarca örnekten sadece biri:

"Yazılarınızı okuyorum. Benim de sizinle paylaşmak istediğim bazı acı gerçekler var. 2005 yılında Karadeniz Teknik Üniversitesi’nden mezun oldum.

Bir iş bulabilmek için İstanbul’da akrabalarımın yanına geldim. Ancak uzun aramalar sonrasında ne yazık ki, şu anda bir özel şirkette sekreterlik yapmaktayım.

Hatta daha açık söylemek gerekirse burada çay dağıtıyorum, yemek sonrasında bulaşıkları yıkıyorum. Ayrıca şirketin temizliğini yapıyorum.

İnanın çok gücüme gidiyor. Bunları yapmaktan utanmıyorum ama ben üniversiteyi bulaşık yıkamak için okumamıştım demekten kendimi alamıyorum. Çünkü bu işi yapmak için üniversite bitirmeye gerek yoktu.

Ben ve bütün arkadaşlarım boşuna okumuşuz. Ailelerimiz bizleri binbir masrafla, bir sürü zorluğa göğüs gerip okuttu.

Bu arada size elime geçen parayı da söylemek istiyorum. Asgari ücret. Ayda 400 milyon. İşe gidiş geliş yol paralarımı çıkınca ayda elime tam 210 milyon kalıyor. Bazen işsiz arkadaşlarımı gördükçe buna da şükür diyesim geliyor.

Dayım, amcam milletvekili değil ki beni iyi bir işe soksunlar. Annem SSK emeklisi, babam küçük memur.

Acaba iyi bir iş bulabilmek için bizlerin de türbana girip AKP’li olmamız mı gerekiyor?

Keşke bizi duyan birileri çıksa. Ne olur yardımcı olmaya çalışın. En azından bizim sesimiz de sizin sayenizde bir yerlere ulaşsın.

Lütfen ismim sadece sizde kalsın. Buradaki bulaşık yıkama işimden de olurum. Okuduğunuz için çok teşekkür ediyorum."

Dikkatinizi çekerim, bu mektubu yazan kişi işsiz değil! Devletin istatistiklerinde işsiz olarak değil, "çalışan" olarak görünüyor! Önüme her gün gelen böyle mesajları okudukça inanın, içim parçalanıyor. Bana bunları yazan genç kız zannediyor ki, bu konular yazıldığında birileri ilgilenir ve çözüm bulur! "Bizim sesimiz sizin sayenizde bir yerlere ulaşsın" diyor. Hiçbir yere ulaşmaz. Şunu hiç kimse unutmasın:

Türkiye’de "benim hırsızım iyidir, benim yandaşım, benim partilim ne yapsa yeridir, biz ancak kendi adamlarımıza iş veririz" dönemini yaşıyoruz.

Üniversite bitirenler dahil milyonlarca insanımız işsizlik yaşarken, sürünürken, kendi yandaşlarını nasıl ihya ettiklerini hep birlikte görüyoruz.

Utanıyoruz. Ne yazık ki elimizden başka bir şey gelmiyor.
Yazının Devamını Oku