Paylaş
Hayır tabii ki böyle başlamadı. Zaten geleceklerin ipuçları ne zamandır vardı ve o gün, uzun süredir yapılan hazırlıklardan sonra ana düğmeye basma günüydü sanki. Sonraki gelişmeler, bunun, son zamanların moda deyimiyle planlı bir algı operasyonu olduğunu gösterdi nitekim.
Ve biz birdenbire “eşitlik” kavramını sorgulamaya başladık. Anayasa’nın 10’uncu maddesi ve ilgili yasalar, imzalanan onca uluslararası sözleşme unutuluverdi ve “eşitlik” tukaka oldu birden. Eşitlik böyle “dar kavram”, “dayatılan yaklaşım” salvolarıyla hırpalanırken, yerine “adalet” gelip yerleşiverdi.
Sanki iki kavram birbirinin muadiliymiş, eşitlik diyenler adaletin karşısındaymış gibi…
KAFA KARIŞIKLIĞIYLA KAFA KARIŞTIRMA KARDEŞLİĞİ
Biraz da hem kafa karışıklığı, hem kafa karıştırma operasyonu gibi yürümeye başladı süreç; Erdoğan eşitliğin, “mağdur olanın mağdur eden seviyesine çıkartılması” olduğunu öne sürdü, yani kadın eşit olunca, eşit olduğu erkek mağdur oluyordu! Kadınların ihtiyacı olanı da bizden öğrenecek değildi; ona göre bu, eşitlikten ziyade eşdeğerlikti, adaletti. Doğum izni gibi bir uygulama yokmuş gibi, emziren kadının eline kazma kürek verdi, daha doğrusu verilemeyeceğini söyledi. İşte kadınlar bu yüzden erkeklerle eşit olamazdı.
Bir şey anladınız mı?
Siz anlamaya çalışadurun, mealen asıl söyleyeceği şuydu: Bugüne kadar bu konuda konuşup duran kadınları bir yana bırakın, bakın burada KADEM gibi doğru şeyler söyleyenler var, onları değil kızımı dinleyin!
Aynı toplantının gala yemeğinde de kızı Sümeyye Erdoğan, dinlenmesi gerekenleri sıraladı: Dünyanın yıllardır yapılan siyasal, sosyal ve bilimsel çalışmalarla vardığı en ileri nokta olan “toplumsal cinsiyet eşitliği” kavramının “dar” olduğunu, kendilerinin “adalet” gibi geniş kapsamlı ve sorunun temeline inen bir kavramla yürüyeceklerini söyledi. O da babası gibi eşitliğin karşısına adaleti koymuştu da eşitlik olmadan adalet olur muydu? Kadın örgütleri ve kadın konusunda çalışan akademisyenler, politikacılar, “Bu ne şimdi?” diye hep bir ağızdan karşı çıktılar elbette.
Ama heyhat, sonbahar yağmurları yağmaya, kader ağlarını örmeye devam ediyordu. Kadın alanında kendi sivil toplum örgütlerini yaratmaya çalışan muktedirler, bu kez kendi akademi dünyalarını oluşturmaya girişti. KADEM, mart ayında “ulusal hakemli” bir akademik kongre düzenleyecekti, “Toplumsal Cinsiyet Adaleti” başlıklı bu kongre için bildirileri bekliyordu. Çağrı metni de o “artık istenmeyen” kadın literatürüne savaş ilanı gibiydi: Sanki her köken ve kesimden, her sosyoekonomik düzeyden ve siyasi çizgiden oluşan bu hareketin bir “tek tip kadın” tarifi varmış gibi buna alternatif bir iş yapılacağının müjdesini veriyordu. Bu arada, çağrıdan “toplumsal cinsiyet meselesine eşitlik merkezli bakan” kadın hareketinin “egemen söylem”e sahip olduğunu da öğreniyorduk. Aa!
BENİM KIZIM BİNA OKUR, DEĞİŞTİRİR DEĞİŞTİRİR YİNE OKUR
Aslında bunun dışındaki pek çok cümle, bu kadın hareketinin bugüne kadar dile getirdiklerinin tekrarıydı ama tamamını değiştirememişlerdi henüz demek ki; zamanla o da olurdu! Şimdilik Toplumsal Cinsiyet’i al eşitliği bırak, yerine adaleti koy, sonra da alana dalıp, bir yüzyıldır orada olan diğer kadınları dirsek darbeleriyle itelemeye çalış… Aslında alan geniş, yapılacak o kadar şey var ki, siz de yapın, onlar da yapsın, kardeş kardeş çalışın değil mi? Yok.
Üstelik bir şey daha var; acaba bu “akademik” çalışmayı hazırlayanlar, sonuna eşitlik de getirseler, adalet de, “toplumsal cinsiyet”in uluslararası literatürde LGBTİ bireyleri de kapsadığının farkında mı? Ben istediğim kavramı, istediğim şekilde yeniden doldururum, diye bir şey var mı yani?
Bu sorular kafalarda dönüp dolaşırken, kaderin örgüsünde üçüncü sıraya geldik; Aile ve Sosyal Politikalar Bakanlığı, Türkiye’nin koşa koşa ilk imzacısı olduğu ve ev içi şiddetle ilgili çok ciddi düzenlemeler gerektiren İstanbul Sözleşmesi’nin izleme komitesi GREVIO’nun seçim hazırlıklarından kadın örgütlerini dışladı. Tapu müdürü gibi resmi evrak, imzalar, kodlar isteyerek başvuruları engelledi, 30’dan fazla kadın örgütü o gün Ankara’da kapılarına dayanınca içeri almak zorunda kaldı ama oylamaya sokmadı.
Sonuçta GREVIO süreci için seçilen üç örgüt; Cumhurbaşkanı’nın kızının kurduğu KADEM, Başbakan’ın eşinin yönetiminde olduğu KASAD ve açıklamaya muhtaç olmayan AKDER oldu. Kısaca, Hükümet-Der… Yani toplumsal cinsiyetin eşit olmayan adaletli günlerine bir adım daha attık.
BUNU KADEM’DEN YILLAR ÖNCE VATİKAN YAPTI
Peki gerçekten nereden çıkmıştı şimdi bu adalet? Üstelik kendisi, gayet pozitif, anlamlı, gerekli, hatta şart; kim karşı çıkabilir ki adalete ya da adalet demeye? Hem adalet, niye eşitliğin karşısında olsun, alternatif değiller ki… tersine birlikte daha da anlamlılar. Neden, giderek daha fazla alanda İslam’ı referans alan muhafazakarlar, eşitliği sevmiyor da adaleti tercih ediyor?
Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın birtakım cümleler kurması, kızı Sümeyye Erdoğan’ın da neredeyse bu cümleleri temellendirmek ve var olan kadın hareketini itibarsızlaştırıp yeni bir hareket oluşturmak için dernek kurması, “eşitlik de neymiş, adalet o adalet” pompalamaları, Türkiye’de yeni olabilir, ama dünyada değil.
Bunu KADEM’den yıllar önce Vatikan yapmıştı, daha doğrusu tüm Hıristiyan muhafazakarlar. (Bakın buradan da bir kardeşlik çıktı; Müslüman ve Hıristiyanların muhafazakarlık kardeşliği!) Bu tartışmalar başlar başlamaz, kadın konularında, özellikle Müslüman toplumlardaki kadın konularında deneyimli, Kadının İnsan Hakları/Yeni Çözümler Vakfı kurucularından Pınar İlkkaracan, bu filmin demode olduğunu söylemişti:
“1995 Pekin+1 Konfernansı’nda başını Vatikan'ın çektiği bazı aşırı sağ Katolik ve Müslüman ülkeler, gender equality/cinsiyet eşitliği yerine, gender equity/cinsiyet adaleti kavramını geçirmeye çalışmışlardı.”
Ne kadar tanıdık değil mi? Cumhurbaşkanı ve hiç had bildirmediği, hatta çok beğendiği KADEM yöneticileri bunu biliyorlarsa, başarılı olmadığını da biliyorlardır herhalde.
Adalet kavramını bütün dünyada muhafazakarlar kullanıyor, ama bizim anladığımız evrensel hukukun işlemesi, insan haklarının uygulanması gibi anlamlarda değil, daha ilahi bir anlam yükleyerek… Yola, kadınla erkeğin eşit olmadığı noktasından revan olunduğu, İslami olarak kadın ve erkek eşittir denemediği için… Aslında adalet derken biraz merhametli olmayı anlıyorlar. Kadın mümkünse evden çıkmasın, eş, anne, kardeş olsun, ama erkekler de onlara zulüm yapmasın. Bunu anlatırken en çok verilen örnek de şu: Bir erkek dört kadınla evlendi diyelim (!), onlar arasında bir adalet sağlamalı! Gördüğünüz gibi, hem eşitlik yok, hem de adaleti dağıtan da erkek! Zaten Cumhurbaşkanı çok açık söylüyor: “kadın kadınla, erkek erkekle eşit olur!”
Ah, adalet gibi, söylendiğinde insanın içini neredeyse eşitlikten bile daha çok ferahlatan kelime… Aç artık şu gözlerini, bir de öyle deneyelim, belki görünce daha iyi olur.
DİNDAR KADINLAR DA ÖZGÜRLÜKLERİNİN AZALMASINI İSTEMEZ
Konuyu biraz daha derinleştirmek için, başörtülü bir kadına, ilahiyatçı yazar Hidayet Şefkatli Tuksal’a soruyorum. Öncelikle İslam’da kadın ve erkeğin, rolleri/hakları açısından farklı olduğunu, eşitliğin dini açıdan temellendirilemediğini söylüyor. Kendisi de dindar bir feminist olan Tuksal, “eşitlikçililik” iddiasının feminizm içinde de tartışıldığını, eşitliğin her zaman adaleti sağlamadığını düşünüyor, Türkiye’de çok farklı kimliklerle yaşayan kadınların hepsine tek bir reçete üretilemeyeceği görüşünde. Hatta kadın hareketi içindeki kimi kadınların, bu reçete üzerinden bir tür iktidar ürettiğini de ileri sürüyor.
Ancak, Cumhurbaşkanı ve KADEM’in hamlesinin tam karşısında duruyor; eşitlik için büyük mücadele veren kadın hareketini harcamak amacıyla yapıldığını söylüyor. Eşitliğin üstünü çizip yerine adaleti koymanın, “kadın ve erkek rolleri geleneksel çizgide kalsın, hiyerarşi devam etsin ama zulüm doğurmasın” anlamına geldiğini belirtiyor. Bu, Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın meşhur KADEM konuşmasında aynen var; “Kadın cinayetleri işleniyor. İnançlı bir insan böyle bir şeye girişebilir mi! Bizim dinimizde kadına şiddet uygulayamazsın.” E uyguluyor? Sadece Müslümanlar değil, tüm dinlere inananlar, zenginler, fakirler, siyahlar, beyazlar, hepsi… “Soru sormak lazım” diyor Tuksal,
“Bu adalet kavramı nasıl tecelli edecek? Eşitlik üzerinden haklarımızın nasıl belirlendiğini biliyoruz, ama adalet üzerinden sosyal siyasal ekonomik haklarımızı nasıl temellendireceksiniz?”
İyi bir soru. Soruyoruz.
Tuksal’a göre de şu an yapılan, bugüne kadar çok kazanım sağlamış kadın hareketini itibarsızlaştırarak “yeni bir kadın hareketi yaratma” çabası. Ancak “Boş bir çaba bu. Ayrıca söylemden çok pratiğe bakmak lazım, KADEM yöneticilerinin geleneksel kadınlık rolleriyle tanımlanabilecek bir hayatları var mı mesela?” Tuksal, dindar kadınların da mevcut hakları ve özgürlüklerini azaltacak hiçbir değişikliğe sıcak bakmayacaklarını düşünüyor, dışarı sızmayan pek çok iç tartışmaya dayanarak söylüyor bunu.
DÖNÜN MÜCADELE SURESİ’Nİ BİR DAHA OKUYUN
Hem ilahiyatçı, hem feminist olunca, Kur’an’dan ancak bu örnek verilebilir tabii. “Mücadele Suresi” diyor Hidayet Tuksal: Kocasının yaptığı haksızlık (zıhar yeminiyle boşama) üzerine Havle, Hz. Peygamber’e gider, durumu anlatır ve bir çare bulmasını ister. Peygamber düşünür, taşınır ve elinden bir şey gelmediğini söyler. Havle kabul etmez ve onunla tartışır, sorununa bir çözüm bulunmadan oradan ayrılmayacağını söyler. Bir süre sonra Peygamber’e bir vahiy gelir. O 58. Sure’dir: “Allah kocası hakkında seninle tartışan ve Allah’a şikayette bulunan kadının sözünü işitmiştir” diyerek, bu haksızlığı yaratan kocanın yapması gerekenleri sıralar.
Tuksal “Ben hep diyorum kadınlara, hangimiz Havle gibi yapıyoruz? Üstelik böyle bir örnek de var önümüzde…”
Tuksal’ın da içinde olduğu Başkent Kadın Platformuna mensup kadınlar, Havle gibi didiniyorlar ama bunu yaparken yalnız kalıyorlar sanırım. Aile ve Sosyal Politikalar Bakanlığı’nın GREVIO sürecinden kadın örgütlerini dışlaması üzerine, Platform da Başbakan Ahmet Davutoğlu’na hitaben bir mektup kaleme aldı ve toplantıyı “GREVIO süreci faciası” olarak niteleyerek, toplantı esnasında gerçekleştirilen ve bilinen hiçbir esasa uymayan temsilci seçiminin yok hükmünde kabul edilip, tekrarlanması gerektiğini savundu.
BİZ DE ADALET MÜCADELESİ VERİYORUZ
Şimdi aynı soruyu en “egemen” söyleme sahip, toplumsal cinsiyet üzerine pek çok çalışması bulunan İlknur Üstün’e yöneltiyorum. Şöyle diyor: “Hükümet bu adalet kavramını kendi yarattığı sivil toplum ve akademi alanından servis ediyor. Alanı doldurmaya çalışıyorlar, yasama yürütme ve yargıyı ele geçiren otoriteryan bir yönetimin, akademi ve sivili toplumu da kapsamaya çalışması, artık pervasız saldırgan bir noktaya geldiğini gösteriyor. Adaletle eşitliği karşı karşıya getiriyor. Adalet kavramını nasıl reddedelim, biz de adalet mücadelesi veriyoruz!”
“Ama”sı var tabii: “Bizim savunduğumuz adalet; özgürlük ve eşitliği içeren bir adalet! Çünkü, -Türkiye’nin de her bir sözleşmesinde imzası bulunan- uluslararası insan hakları hukukuna göre böyle. Adalet, yanına özgürlük ve eşitlik kavramları konulmadığında, dinin kalıplarına girer. İslam’ı referans alan adalet kavramı tüm yurttaşların eşitliğinden söz edemiyor, daha çok Tanrı kul ilişkisiyle ifade ediliyor. Yoksa günümüzün adalet kavramı asla bu değil.”
Üstün’e göre ortada bir tehlike var; bir görüş, yaklaşım, bir tartışma alanı yaratılarak onun içine çekilmeye ve boğulmaya çalışılıyor. “Oysa, ben kendi sözümü söylemeliyim, niye bunu İslam hukuku üzerinden konuşmalıyım ki! Biz değil, devletin yöneticisi konumundaki hiç kimse de dini referansla bir adalet kavramı kuramaz, bu suçtur, Anayasa’ya aykırıdır.”
Velhasıl kelam, son söz ters haroşa örmeye çalışan kadere: Adaleti de eşitliği de seviyoruz. Ama şu günlerde, bizi bunlardan birini seçip, diğerini savunanlara karşı kavga vermeye çağırıyorlar. Yok, biz eşitlik ve özgürlüğü içeren gerçek adalet mücadelesiyle iyiyiz, almayalım.
********* ******** *******
NEDİR, NE DEĞİLDİR
Toplumsal cinsiyet eşitliği kadın ve erkeğin –ve son kabullere göre LGBTİ’lerin aynılaşması anlamına gelmez. Sadece hayatlarının, cinsiyetlerine bağlı olarak kısıtlanmaması anlamına gelir.
Eşitlik, tüm toplumsal cinsiyetlere eşit hakların verilmesi anlamına gelmez, gerçek eşitliğe –yani bir anlamda adalete- ulaşıncaya kadar, bazılarına daha fazlasını vermek zorundasınız ve bu devletin Anayasal yükümlülüğüdür.
Paylaş