Paylaş
Dünyanın en gözde turistik yerlerinden olsa da bir şekilde betonlaşmadan, çirkin yapılaşmadan uzak kaldı.
Doku bozan yapı yok denecek kadar az.
Her gittiğimde, her şeyi yerli yerinde görmek mutlu ediyor beni.
İlk kez 28 sene önce gittiğim Kapadokya’nın değişmeyen özelliklerinden biri de o kadar başarılı bir turistik rota olmasına rağmen gastronomi konusunda fazla bir şey vadedememesi.
10 gün kadar önce tam da bu yüzden Kapadokya’ydık.
Slow Food Kapadokya, Slow Food Aşçılar Birliği (Chef Alliance) ve Kapadokya Üniversitesi çok güzel bir organizasyon yaptı.
Birliğe üye birkaç şefle birlikte Slow Food’un koruma altına aldığı, yöresel tarım ürünlerini tanıdık.
Çiftçileri, üreticileri ziyaret ettik.
Bolca tadım yaptık ve çok yoğun iki gün sonunda üniversitede bir panelde gördüklerimizi, ne olabileceğini tartıştık.
Kapadokya Üniversitesi Gastronomi Bölümü içimi açtı.
Bölümün sorumlu şefi, hocası Cem Aydoğdu bölgenin ürünlerini olabilecek en sade, en lezzetli haliyle tabağa taşımayı başaran biri.
Malzemeye olan tutkusu ve bilgisini, yetiştirdiği kuşaklara da güzel aktarıyor.
Böyle bir hocaya sahip oldukları için çocuklar çok şanslı.
Kapadokya’nın doğası gereği Üniversitenin tek ve büyük bir kampüsü yok.
Köylere dağılmış tarihi binalar, eski tekel fabrikası oluşturuyor kampüsü.
Üniversiteden çıkıp köy sokaklarında dolaşabilmek, pişirdiğini üreten insanlara dokunabilmek çok büyük ayrıcalık gastronomi bölümü öğrencileri için.
Moderatörlüğünü Slow Food Tarsus Başkanı Yasmina Lokmanoğlu’nun yaptığı panel sonrası gastronomi bölümü öğrencilerinin hocalarıyla birlikte hazırladıkları, yöresel ürünlerin kullanıldığı menüyü tatma şansımız oldu.
Gencecik, ne yaptığını bilen, ellerinden bal damlayan şefler, Kapadokya’nın sırtı yere gelmez dedirtti.
Er ya da geç bu gelişim bölge mutfağına yansıyacak. Kapadokya’ya sırf yemek için gideceğiz.
Üniversitenin rektörü Ali Hasan Karasar panel öncesi yaptığı konuşmada açık açık yöresel mutfağın bölgede değerlendirilemediğini, genel olarak kötü yemekler yenildiğini dile getirdi ve amacın bunu değiştirmek olduğunu söyledi.
Bu gerçeği bu düzeyde kabul etmek zaten sorunun çözümü aslında.
Defalarca doğal atmosferi, mağaradan bozma otelleri için gittiğim Kapadokya’nın bir tarım bölgesi olduğunun hiç farkında değildim.
Benim kötü turistliğim, biraz da bölgenin iletişim sorunu.
Topaç köyü kooperatifinde tattığım sarımsaklar inanılmazdı.
Köyde yüksek rakımda susuz tarım yapılıyor.
Sarmısaklar hem doku olarak hem aroma olarak çok zenginler.
Kapadokya’dan 5 kilo sarımsakla döndüm. Sevdiğim herkese nikâh şekeri gibi dağıtıyorum günlerdir.
Bölgenin bilmediğim bir başka cevheri de Ayhan patlıcanı.
Küçükken mor olup büyüdükçe beyaza çalan çok tatlı bir patlıcan.
Selda Hanım’ın tarlasına girip patlıcanları ellerimizle topladık.
Avanos’un Kalaba yoğurdu da bu seyahatte ilk kez tattığım ve unutamadığım bir lezzet oldu.
Yoğurtla krema arası, İtalyanların mascarpone’sine benzeyen bir ürün.
İnanılmaz eşleşmeler yapılabilir.
Şimdilik favorim Fatma Çakır teyzenin ürettiği beyaz üzüm pekmeziyle tatlı niyetine tüketmek.
Kalaba yoğurdu çok farklı şekillerde değerlendirebileceği gibi kendi başına da başlı başına ziyafet.
Sadece evlerde yapılan kuru kaymak da şaşırtıcı bir lezzet.
Japonların yuba’sını hatırlattı.
Kapadokya Üniversitesi öğrencileri bu ürünleri hak ettikleri yere getirmeyi başaracaklar şüphesiz.
Paylaş