Paylaş
Huzur içinde geçen bir yazdan sonra sonbahar iyi gelmedi. Ağustosun ikinci yarısından itibaren yükselmeye başlayan Covid-19 tablosu son birkaç haftada iyice ivme kazandı.
İtalya sokakta da maske takma zorunluluğu getirdi.
Sonra “Gece 12 ile sabah 5 arası sokağa çıkmak yok” dediler.
Sanki ülkece sabahlara kadar dışardaymışız, bir şey değişebilecekmiş gibi.
Sonunda akşam 6’dan sonra her yer kapalı kararına gelindi.
Geçen pazartesi oğlumu sabah okula bıraktıktan sonra kahve içmeye gittiğim kafe ıssızdı. Önce herhalde bugün biraz daha erken geldim dedim ama ilerleyen günlerde de öyle olunca insanların korkusu anladım...
İnsanlar, İtalya’nın vazgeçilmez ritüeli sabah espresso’sundan vazgeçmişti işte.
Sınırların kapanması yeniden gündeme gelir korkusuyla aceleyle İstanbul bileti aldım.
Ulaşabildiğim herkese haber saldım, "Geliyorum, mümkün olduğunca erken hasat tatmak istiyorum" diye.
İstanbul’a gelmeye karar verdiğim pazartesi günü ile cuma günkü uçuşuma kadar telefonlar, mailler, yazışmalar uçuştu.
Kilis’ten Akhisar’a, Aydın’dan Ayvalık’a ülkenin farklı köşelerinden erken hasat haberleri aldım...
Alancha’nın şefi Aylin Yazıcıoğlu ile restorana örnek olarak gönderilen zeytinyağlarını değerlendireceğimiz tadım, sürpriz isimlerin katılacağı, Türkiye’nin her köşesinin tadına bakacağımız ciddi bir işe dönüştü.
Çarşamba günü gerçekleştireceğimiz bu tadımın notlarını ilerleyen günlerde paylaşacağım.
Roma’ya dönerken de yanımda zeytinyağlarının bir kısmını getirip, bizim yağları İtalyan yemekleriyle, bizim yemekleri bizim yağlarla, İtalyan yağlarını bizim yemeklerle deneyerek eşleşme çalışmaları yapacağım.
Perşembe günü Roma’ya dönmem gerekiyor.
Bir yandan uçuşları durdurma kararı alınmasın diye dua ediyorum.
B planım, İtalya kapıları kapatırsa Hırvatistan, Slovenya, Sırbistan neresi olursa olsun uçup Paolo’nun gelip beni arabayla yoldan alması.
Günlük hayatımızın böyle karışık senaryolu filmlere dönüşmesi, yaşamaya çalışmaktan alıkoymuyor.
Normal şartlar altında yapmamızın doğal olduğu şeyleri kahramanlık ya da delilik kıvamında yapıyoruz.
Bu duygular içinde bir saniye bile boşa geçirmeme içgüdüsüyle havaalanından çıkıp, Derya Hanım’ın deyimiyle “merdiven altı” tadıma, Hermus’un yeni rekoltesini tatmaya gidiyordum ki, bir arkadaşım aradı. “Geldin mi, hoş geldin. İzmir’de deprem oldu, epey kötü...”
Deprem merkezinin Seferihisar olduğunu duyduğumda aklıma ilk gelen Gıda Ormanı oldu.
Seferihisar’da iki harika çocuklarıyla Zeytinyağı üreten Kaan ve Pınar’ı düşündüm.
Daha da yeni sirke yapmak, önümüzdeki sene belki kendi zeytinyağı sıkım tesislerini kurmak için bir bina inşa etmişlerdi.
"Eyvah" dedim ama sonra Kaan mühendis, ciddi insanlar, her şeyi olması gerektiği gibi yapmışlardır diyerek olumsuz düşünceleri kovdum.
Hemen mesaj gönderdim, yaklaşık iki saat sonra iyiyiz mesajı gelene kadar da telefona baktım durdum.
Ege’ye, İzmir’e, herkese geçmiş olsun.
Geldiğimden beri ne haberleri izleyecek, ne de fotoğraflara bakacak cesareti bulamadım kendimde.
Her depremden sonra aynı şeyleri, görüyoruz, aynı şeylere üzülüyoruz.
Yıkılan evler arasında betondan görünen midye kabukları, maliyetten tasarruf edilmiş binalar ve “Japonya’da olsa bu kadar yıkılmazdı” yorumları.
İstanbul’da 99 depremini yaşamıştım ve o deprem sonrası şehrin bozulan ruh hali İstanbul’dan gitme nedenlerimin başındaydı.
Evlerimize girmeye korkuyorduk.
En güvende oluğumuz yer, en korktuğumuz yer olmuştu.
Boynunda düdükle dolaşan arkadaşlarım vardı, kötü günlerdi.
İzmir, Türkiye’nin en Akdenizli, hayattan keyif almayı bilen, güler yüzlü şehirlerinden.
Dilerim bu kötü günleri, artçı korkusunu o güzel Akdenizli ruhlarıyla göğüsler, bir an önce ayağa kalkarlar.
Herkese sabır, sağlık temenni ediyorum.
Yaşamını kaybedenlere rahmet, ailelerine baş sağlığı diliyorum.
Roma’ya dönerken kalbim bu sefer İstanbul’dan çok İzmir’de kalacak.
Geçmiş olsun İzmir.
Paylaş