Paylaş
Futbol topu, futbol oynamak için ağır bedeller ödendiği zamanlarda girer Mekteb-i Sultani’den içeri. Okulun “Grand Cour” adlı avlusunda, topu en yükseğe dikmenin başarı sayıldığı oyunlar oynanmaya başlar.
Oyunu kuralına göre oynama aşkı, 1905’in Ekim ayında artık dayanılmaz bir hal alır. Ali Sami Yen ve arkadaşları bir edebiyat dersinde aralarında fısıltıyla konuşarak kulübü kurarlar. Kulübün reisi Ali Sami Yen olur.
O zamanlar reislik para değil emek demektir:
“Ben Reisliği topu yağlayıp şişirmekle almıştım. Topumuza evladım gibi bakardım. Zaten varımız yoğumuz da toptu. Mektebe gelirken, domuz sokağından geçer, domuz yağı alırdım. Topu onunla yağlar, şişirirdim; yamasını yeni pabucumdan kesmiştim. Bunu gören arkadaşlar, bana hepimizden fazla paye vermişlerdi. Yani o zaman Reisliğe ve diğer vazifelere payeyi, en çok çalışan kazanırdı. Cevdet de ikinci Reisliği formaları yıkadığı için almıştı.”
Kulübün adı için Gloria (Zafer) ya da Audace (Cesaret) gibi öneriler gelir ama işin içinden çıkamazlar. Hatta takım ilk maçına isimsiz çıkar. Seyircilerin kendilerinden “Galata Sarayı Efendileri” diye söz edildiğini duyduklarında kulübün adını da bulmuş olurlar.
Takımın rengi kırmızı-beyaz olacaktır olmasına fakat futbol oynamaya devam edebilmek için, hafiye ve zaptiyelerin dikkatini çekmemek icap eder. Bu defa da renk konusunda kararsız kalırlar. Ali Sami Yen, sarıyla kırmızının aşkını fark edişlerini şöyle anlatır:
“Birçok yerleri dolaştıktan sonra, nihayet Bahçekapı’daki Şişman Yanko’nun dükkânına gidilerek orada zarif iki yünlü kumaşa tesadüf ettik. Biri, vişneye çalan koyuca tatlı bir kırmızı, öteki de, içinde turuncudan iz taşıyan tok bir sarı. Tezgâhtar, mahirane bir el hareketi ile kumaşların dalgalarını birleştirdi. Bir saka kuşunun başı ile kanadının yarattığı renk güzelliğine benzer bir parlaklık hâsıl oldu. Ateşin içindeki renk oyunlarını görür gibi olmuştuk. Sarı-Kırmızı alevinin takımımız üstünde parıldamasını tasavvur ediyor ve bizi derhal galibiyetten galibiyete götüreceğini tahayyül ediyorduk. Nitekim de öyle oldu.”
Koyuca tatlı bir kırmızı ve tok bir sarı. Eski bir hikâye. Çok kıymetli. Binlerce lisanslı ürünün ya da imzalı formanın yanına yanaşamayacağı kadar kıymetli iki top kumaş… Ama bir çocuk için değil.
Çünkü on beş yaş, eskiyi sevmek için uygun bir yaş değil. Biriktirmek için de değil, anılarla yaşamak için değil. On beş yaşındaysan ve eskiyse üzerindeki forma, yoksulluktandır.
Ümit Karan, futbolu bırakalı üç seneyi geçiyor, beş seneden fazladır Galatasaray’da oynamıyor. Adana’da kanlar içinde yatan on beş yaşındaki İbrahim’in üstünde, arkasında Ümit Karan yazan bir forma vardı. Drogba yazan değil. Yoksulluktandır.
Yoksul ve solgun halk çocuklarının kalesinde bir gol daha gördük. Şutları gaz bombasıyla, ses bombasıyla ölümüne çekiyorlar. Biz “laylon” derdik, o kuş gibi hafif plastik topla oynarken bile ayıptır böyle şut çekmek. “Abanmak yok” denir. Kuraldır. Racondur. Anlamı da şudur: O topun arkasındaysan efendi olacaksın, insan olacaksın, insan gibi oynayacaksın. İnsan gibi.
Bir görgü tanığı, İbrahim’in vurulmasının hemen ardından “Burada adam öldürüyorsunuz” diyerek tepki göstermiş. Polis“Biz burada kuş avlıyoruz” karşılığını vermiş. İbrahim’i bir saka kuşunu başından vurur gibi vurmuşlar işte.
Ümit Karan, İbrahim Aras’ın ailesine başsağlığı dilerken, hiç bir şey söyleyemeyerek çok şey söylemiş. “Söyleyecek tek kelime bulamıyorum” demiş. Bulamıyoruz evet. Koyuca acı bir kırmızıya çalıyor ömrümüz, kanlar içinde yerde yatan her çocukla. Berkin’i anacaktık, İbrahim’e yandık.
Zamanında edilecek sözü etmiş zaten Ece Ayhan:
“Her çocuğun kalbinde kendinden daha büyük bir çocuk vardır
Bütün sınıf sana çocuk bayramlarında zarfsız kuşlar gönderecek.”
Paylaş