Paylaş
“Bir uzun yol şoförünün, en uzun yoluna Beşiktaş’la çıkmış oğluydum. 7 yaşındaydım, 8’imin içinden birkaç gün araktım. O zamanlar sahip olabileceğimiz en değerli şey, sakız ya da cipsin içinden çıkan futbolcu fotoğraflarını biriktirip albümü tamamlamaktı. Bütün albümü tamamlayabilenlere tuttuğu takımın formasını gönderiyorlardı sözde. O zamanlar sizin bile yedek formanız yokmuş, büyüyünce öğrendik. Yine de bir umuttu. Biriktirmeye çalıştığımız albümde herkesin fotoğrafı çıkıyor, hatta elinde fazlası olanlar, mahalledeki kardeşlerinin eksiğini tamamlıyordu. Her takımdan, fotoğrafı bulunmayan bir iki futbolcu olurdu. Bizimkisi Feyyaz’dı.
Mahallenin bütün Beşiktaşlı çocukları, okul sonrası önce bakkala gidip albüm için Feyyaz fotoğrafı kovalar, sonra da topun peşinden koşup Feyyaz olurlardı. Korneri atan Rıza, tacı kullanan Kadir, kaleye geçen Bako diye bağırmazdı ama golü atan mutlaka Feyyaz olurdu. En çok golü atan o gün mahallenin en Feyyaz’ı olarak giderdi evine. Ertesi gün yeniden, yeni bir Feyyaz olma yarışı başlardı sokaklarda.
Babamın evde olduğu ender zamanlardan birinde, o bir türlü tamamlayamadığım albümü gösterdim ona. Yanında olup Beşiktaş’ı istediği gibi aşılayamadığı oğlunun o yaşında bile bir Beşiktaş forması için mücadele etmesi hoşuna gitmiş, ‘Ne olacak bu albümü tamamlayınca?’ diye sormuştu. Forma işini öğrendiğinde de ilk işi, albümde Feyyaz’ın boş kalan yerini dolduramayan oğluna, Beşiktaş çarşı’sının işportacılarından bir forma getirmek olmuştu. Bembeyaz, 7 numara. Neden 7 diye sormak bile abes. 7 numara, Feyyaz’ın giydiği forma.
Aradan aylar geçti. Kâh sefere, kâh maça gittiği İstanbul yoluna, bu defa ‘bi işim var’ diyerek çıktı baba. Haberlerde duydum sonra. Feyyaz Beşiktaş’la anlaşamamış, çekli senetli bazı durumlar varmış, Seba çok kızmış, affetmiyormuş. Eski tribüncü baba da o kadar yolu, sonradan tanıyacağım abilerimle birlikte ‘Büyük Başkan Feyyaz’ı bize bağışla’ demek için tepiyormuş.
Çünkü bağışlamadı.
Büyük Başkan seni bize bağışlamadı.
Ve sonra kimse, bize bir Feyyaz daha bağışlamadı.
Babam evine, Feyyaz Fener’e, mahalle maçlarında gol atınca Feyyaz diye bağırma sırası Fenerli çocuklara geçti. Birkaç gün ağız alışkanlığı, tam Feyyaz diyecekken Fenerliler bizimle güzel maytap geçti. Feyyaz eşittir Beşiktaş olmuş çocuk kafamda. Gittim sordum babama, ‘Feyyaz şimdi Fener’e gitti ya, biz de mi Fenerli olacağız baba?’
‘Seni paralarım’ dedi babam, henüz 8 yaşındaki tek oğluna. Sonra bir sigara yakıp gitti. Ben kızdım, bu kadar mantıklı bir soru sormuşken bana böylesine bağıran babama, zaten albümde de bir türlü çıkmayan Feyyaz’a, Feyyaz’ı bize bağışlamayan büyük başkana. Sonra geri döndü babam odaya. Okşadı saçımı, ‘Bak oğlum, biz ne olursa olsun Beşiktaşlıyız’ dedi bana. En büyük kıyağını da orada yaptı. Ben de en büyük restlerimi hep bu cümleyle çektim sonra: ‘Biz Feyyaz’ın gidişini görmüş adamız…’ Babamla o gün barıştık, Feyyaz’la başka bahara.
Tutulduğu kadının resmini duvarına işlemiş, kafası her iyi olduğunda duvarda bir delik açan ağır abi gibi oldu babam senden sonra. Hangi futbolcuyu biraz ötekinden ayıracak olsam hemen yasakladı bana da: ‘Feyyaz bile gittiyse…’
Çünkü bağışlamadı.
Büyük Başkan seni bize bağışlamadı.
Ve sonra kimse, bize bir Feyyaz daha bağışlamadı.
Sonra kirlendi mi dünya bilmem, ama biz büyüdük bir miktar. Babamızın yerini aldık tribünlerde. Yüzüncü yıldaki 7-3’lük o Göztepe maçının kutlama seremonilerinde Voleci Şeref’in kolunda, babamın her gece kurşunladığı duvarı gördüm. Tribünde bulunduğum yerde önce bir ‘Aha Feyyaz’ nidası, sonra ıslığa kıyamayan dudakların birbirini ısırarak susma çabası. Seninle mukavemet kazanıldı acılara, senin gidişindi bizi her gidişe hazırlayan ve seni takım elbiseyle gördüğümüzde bile heyecanlanmaktı aşka dair yıkılmış inancımızı zulasından çıkaran…
Sonra sen Seba’ya bir mektup yazdın. ‘Büyük Başkan Feyyaz’ı bize bağışla’ demek için yola çıktıktan tam 25 sene sonra, emekliliğini geçirdiği televizyon koltuğunda o zamana kadar bir babasının ölümüne, bir de Metin’in geçirdiği beyin travmasına ağlayan babamı, şu an 64 yılı bulmuş hayatında üçüncü kez ağlattın. Çünkü sen; ‘Sen Metin Ali’nin Feyyaz’ı, Rıza’nın ön direk takipçisi, Şifo’nun pas duvarı, Les Ferdinand’ın çapraz koşucusu, Samet abinin kibarı sen’ babamın kralı, benim de ilk kahramanımdın. Giderken bile acılara tutunmayı öğretmiştin. Vazgeçebilmeyi, her gidenin yokluğuna dayanabilmeyi, ‘Biz Feyyaz’ın gidişini görmüş adamız’ diyebilmeyi. Hani sizi adam yapan o formaydı ya, bizi de adam yapan o ayrılık oldu sonra…
Sonra sen, benim bir diğer efsanem Alen abiye misafir oldun. Tribünden abilerle, eş dostla izledik o programı. Kimisi rakıyı doldurdu, kimisi Zeki Müren vasıtasıyla ‘Elbet bir gün kavuşacağız’ dedi, kimisi sessiz dinledi, kimi inim inim inledi ama mevzu Beşiktaş olduğunda karşısında bir namlu bile olsa kirpiğini oynatmayacak olan nice delikanlı, nice güzel abiler, senin gözünün dolduğu yerde dolup, senin sesinin titrediği yerde titredi.
Bir gidenin boşluğunu kendisi bile geri gelse dolduramaz artık diyen filozoflar halt etmiş kaptan.
Bütün boşluklar doldu.
Benim çocukluğumdaki albüm bile tamam oldu.
Büyük başkan seni bize bağışlamadı ama Allah hakikati gösterip, seni bize bağışlayan oldu.
Hani sen aslında hiç gitmemişsin ya, TRT stada giremediği için kimsenin göremediği golünden bile güzel, en güzel sevinç bize bu oldu.
“Sen Metin Ali’nin Feyyaz’ı, Rıza’nın ön direk takipçisi, Şifo’nun pas duvarı, Les Ferdinand’ın çapraz koşucusu, Samet abinin kibarı sen…”
Sen hiç gitmemişsin ki…
Beşiktaş’ı sıkılı bir yumruk gibi kimselere göstermeden sakladığın yüreğinin,
Ve dünyanın en güzel mutlu olan insanları, biz Beşiktaşlıları sevince boğan ayaklarının içinden,
En çok sevilen sevgili gibi avuçlarının içinden,
Köyiçi’nden öperim.
Doruk Koç”
Paylaş