Bilmeyenler için tekrar ettim mecburen. Yoksa neden yazayım bir kez daha. İnsan yazarken utanıyor.
Hikâye bu kadarıyla yeterince berbat. Ama bazılarına yetmiyor. Kesmiyor bir türlü. Ne kadar çirkinleştirilebilirse bir mesele, oraya kadar kovalıyorlar.
Çıkıp “Kendime hâkim olamadım, sporcuma vurdum. Ne sebeple olursa olsun kabul edilemez bu davranışım. Herkesin önünde kendisinden özür diliyorum” demesi gereken Ergin Ataman, meseleyi işte ta oraya kadar, o en çirkin yere kadar kovaladı:
“Bu olay yüzünden beni isteyen istediği yere şikâyet edebilir. Federasyon orada. Ben her konuda oldukça rahatım. Soyunma odası nedir. Bir takımın yatak odasıdır. Orası bizim özel alanımız” dedi.
Bu tavra. Bu “Kendilerine bir de ‘büyük takım’ diyorlar” laflarına. Kim, hangi sebeple söylerse söylesin itiraz ederim. Hangi takımı tutuyor oluyorsam olayım ederim. Kalbimin en büyüğü hangi kulüp olursa olsun ederim.
Bak beyim sana iki çift lafım var, hiç kimseye kalmamış Trabzonspor’un büyüklüğünü tartışmak. Ne münasebet. Kaldı ki büyüklük dediğiniz şey, bir maçta kötü oynamak, yok efendim “ezilmek” filan üzerinden tartışılsaydı, dünyanın hiçbir yerinde büyük takım kalmazdı. Büyüklük öyle bir şey değil.
Türkiye futbolunu gerim gerim germekten başka hiçbir şey yapmayan sayın yöneticiler, inanmayacaksınız ama yenmekle yenilmekle açıklayabileceğiniz bir şey değil büyüklük. Yenince büyük, yenilince küçük olunmuyor. Öyle değil o iş.
Sayın yöneticiler, futbolda, büyüklükle centilmenlik arasında acayip tutkulu bir ilişki var. Endüstriyel futbolda bile işliyor bu ilişkinin mekanizmaları. Görmüyor musunuz en ufak bir centilmence harekete feda ediveriyoruz krallıkları.
“Ecnebi çocuklar spor yapmıyor mu, onların velisi yok mu?” diyeceksiniz şimdi. Diyin. Hakkınızdır. Sorunuzun cevabı, bizzat sorunuzun içinde gizli esasen. Orda çocuklar spor yapıyor, bizde velileri. Onu diyorum.
Ama yanlış olmasın, sporcu velisi dediğim şey, esasında tam ortadan ikiye ayrılır. Sevimliler ve sevimsizler diye. Formül çok tanıdıktır esasında, aynı hayattaki gibi: Sevimliler yoklukla boğuşanlardır. Sevimsizler parayla boğuşanlar.
İlk gruptakilere verilebilecek en şahane örneği daha önce anlatmıştım, kısa özet geçeyim. Seksenlerin başında, birtakım kadınlar ve adamlar buz pateni sporuna fena halde vurulurlar. Bildiğiniz âşık olurlar bu spora televizyondan. Sorumlusu en çok Katerina Witt ve Kenan Onuk’tur!
Bu koca kadınlar ve adamlar, ordan burdan buldukları patenleri ayaklarına geçirip Gençlik Parkı’nın donan havuzuna atarlar. Bir süre “Bu gece inşallah don yapar da sabah kayarız”, “Yarın ‘salçov’ deneyecem ben”, “Senin tekniğin iyi ama artistiğin zayıf Necati” gibi acayip cümleler kurarlar.
Ben yazmaktan sıkıldım, Ümit Özat konuşmaktan sıkılmadı. Sıkılmayacak, o da belli oldu. Bu meseleden besleniyor çünkü. Senede bi iki defa çıkıp, durduk yere“Kadınlar futbol bilmem ne” filan diye bik bik ediyor. E o sıkılmıyosa ben ne sıkılacağım, o sansasyondan besleniyorsa biz de ekmek yiyoruz burada.
Şimdi efendim konu futbol olduğunda kadınlar ikiye ayrılıyor. Futbolu sevenler ve futbolu sevmeyenler. Buraya kadar hiç mesele yok. Mesele, ikiye ayrılan erkek tipinde başlıyor: Kadınların futbolu sevmesini seven erkekler ve kadınların futbolu sevmesini sevmeyen erkekler.
İlk gruba dâhil olan erkekler; kadınların futboldan erkekler kadar keyif alabileceğine inanmak için bin şahit aramıyorlar, futbolla ilgilenen bir kadın gördüklerinde ilk iş onu ofsayt testine tabi tutmaya çabalamıyorlar. Cinsiyetçi bir bakışa sahip olmadıklarından durumu yadırgamıyor, meseleyi doğallığında ele alıyorlar.
Sıkıntı, kadınların futbol sevmesini sevmeyen ikinci grupta baş gösteriyor. Bu gruptaki erkekler; ofsaytın sadece erkek zekâsının anlayabileceği bir karmaşıklıkta olduğuna inanıyor, hele hele pasif ofsaytı anlayabilmenin, hayatın sırrını çözmekle aynı şey olduğunu düşünüyorlar.
Çok büyük meseleydi. Genç ölümlerin öyle hemen üstesinden gelinemezdi. Hayat, öyle hiç bi şey olmamış gibi devam edemezdi. O zamanlar büyükler yas tutmayı da isyan etmeyi de bilirdi.
Biz çocukken, genç ölmek meseleydi. Çok büyük meseleydi. Üstünden atlanıp geçilmezdi. Ağır ağır yürünür; ağrısı, sancısı, acısı efendi gibi yaşanırdı. Öyle gördük. O yüzden çok derindir bizim kuşakta genç ölümlerinin bıraktığı izler.
20 Ocak 1989 günü, babamın yasını ve gözünün yaşını gördüğüm gündü. Ajansı seyrediyordu. Seyretmek olur mu ajansı alıyordu.“Şekerpancarı yüklü kamyon” diyordu ajansta. “Olacak şey değil. Facia bu” dedi babam, dondu kaldı televizyonun karşısında.
Yıkıldı demek daha doğru sanırım. Kimseciklerin ilan etmesine filan gerek yoktu, o kuşak, kendi yasını kendisi ilan ederdi. Annem hiç ellemedi, beni yanından aldı, içeri gittik.
Eğer tanıştığım, sohbet ettiğim, çay içtiğim birinin, hangi takımı tuttuğunu bilmiyorsam ben, soramamışsam, didikleyememişsem iki olasılık vardır:
Ya dünyanın en şahane insanlarından biridir, ya da çok erken ölmüştür.
Metin Göktepe için ikisi de geçerlidir.
Hangi takımı tutuyordu öğrenemediysem o gün, soramadıysam, didikleyemediysem bu ikisinden sebeptir.
Hayır efendim askıya maskıya alamazsınız.
Donduramazsınız.
Bırakamazsınız.
Öyle yöneticiler, yönetimler bilmem ne yüzünden filan takım bırakılsaydı tutacak takım kalmazdı memlekette.
"Rakip takım oyuncusuyla mücadeleye girdim. Ben topa dokundum, rakip de bana dokundu ama ayağını hemen çekti. Normal bir fauldü. Hakem kırmızı kart verince çok şaşırdım. Açıkçası ne yapacağımı bilmiyordum. Olcay ve Ersan geldi. Hakemle konuştuk. Pozisyonun kırmızı kart olmadığını söyledik. Hakem de kararını değiştirdi ve bana teşekkür etti. O anda 1-0 geride olduğumuzu düşünmedik" diyen Veli Kavlak için.
Futbolun pis gündemi içinde arada kaynadı kazandıkları penaltının ağır bir karar olduğunu düşünerek topu bilerek rakip kalecinin kucağına atan Eslem Öztürk için:
Türkiye'de futbol sevgisi, kimileri için deliliğe çok yakın bir yerde durur. Makas çok açıktır çünkü.
Bir yanda futbola ait her şey; düşmanlık, nefret, ırkçılık, ayrımcılık ve para üzerinden yürür, bir yanda