Sevmeye hazır bekliyordum zaten.
Efendim başarıya giden yolun teknik taktik hesaplarını yapacak olan ben değildim herhalde. Teknik bilmem direktörlük bilmem. Bana ne.
Hocalık bilirim ben. Mevzuum o. Ben saha kenarında başka tür bir hoca görmenin heyecanı ile bekledim. Çünkü Bilic, futbolumuzun klişelerden örülmüş duvarının dibine bırakılmış bir bomba gibiydi. Çünkü rock’çı hoca fikri, tek başına rüya gibiydi. Çünkü hukukçu hoca, derinden yaralı adalet duygumuza merhem olabilirdi. Çünkü biliyordum ki“Bir sevgili, bir tek sevgili değiştirebilir(di) dünyanın gerçeğini.”
Ancak sonra, savunma mekanizmalarını devreye sokmak için zorladım kendimi, du bakalım dedim. Bilic başka bir adamdı da, buralar da bizim buralardı. Biz adamı iki günde benzetirdik kendimize.
Taraftar, esasında bunu unutmuştu. Israrla müşteri muamelesi gören, itilip kakılan, başı sıkışanın şiddetin en birinci sorumlusu ilan ettiği taraftar, esasında kim olduğunu unutmuştu.
Unutmuştuk. Gezi’de hatırladık.
Taraftarın müşteri değil, takımların gerçek sahibi olduğunu, örgütlü taraftarı kimsenin itip kakamayacağını, şiddete nasıl karşı durulacağını öğrendik o günlerde.
O günlerde bir taraftar, bir kulüple sonsuza kadar özdeşleşti. O günlerde Fenerbahçe, sonsuza kadar Ali İsmail Korkmaz’ın takımı oldu.
1980 yazı, acıyı hafifletmek için spora sığınmayı öğrendiğim yazdı. Dört yaşındaydım. Hiç bir dört yaşındaki yarım akıllıya yapılmadığı gibi, bana da olan biten hakkında bir açıklama yapılmıyor, böyleyken böyle denmiyor, memleket ahvali hakkında bi şey söylenmiyordu.
Kendi kendime anlamam bekleniyordu zahir. Ben de anladım:
Her gün birileri ölüyor, birileri ölünce de birileri sessiz sessiz ağlıyordu odalarda. Sonra televizyonda; koşan, atlayan, zıplayan, yüzen, topa vuran bi takım insanlar izlenip acık iyileşiliyor, biraz ferahlanıyor, hayata devam etmeye çabalanıyordu. Buydu demek.
Ben de annemle babam gibi yaptım. 1980 yazında, geceler ve günler boyunca olimpiyatları izledik birlikte. Koşan o iki adam; Steve Ovett ve Sebastian Coe bize çok iyi geldi.
Meslekleri sporculuk olan; göz önünde olmayan, büyük paralar kazanmayan, çoğu zaman kulüplerinin dayattığı şartlarla yaşamlarını sürdürmeye çalışan, kötü çalışma koşullarına mahkûm bırakılan sporcular,
Tek taraflı çıkar anlayışıyla düzenlenmiş sözleşmelerinin bile, koşulları zamanında yerine getirilmeyenler,
Alt liglerde oynayan; kulüplerine karşı haklarını arayamayan, özlük hakları korunmayan, şöhretsiz, güvencesiz sporcular,
Statlara reklam panoları konduğu için pistleri ellerinden alınanlar,
Yula’nın ardından “Adile Naşit öldüğünden beri, seksenlerde çocuk olanların öl öl bitmez çocuklukları. Ama bu defa bitti. Çocukluğumuzun fon müziği Ferdi Özbeğen’den sonra Selçuk Yula da öldüyse, seksenler ölmüştür. Bu defa bitti” demiştim.
Şimdi de Moşe’ye veda ediyorum. Moşe benim ilkgençliğim, on yedi yaşım, ağrısız başımdı.
Tam adı John Leshiba Moshoeu idi.
Biz Moşe diye bildik.
“Takım sevgisi,” demişti Zeki Demirkubuz, “akli bir şey değildir. İnsan bunu sorgulamaz. Ben taraftar olacağım demez. Bu onun hayatına bir tür kader gibi girer.”
Fenerbahçe Ülker’in başarılarını izlediğimiz şu günlerde, Fenerbahçe Basketbol takımına olan sevgilerini bir kader gibi yaşayan iki aşığı anmanın zamanıdır.
Gönülden sevdiklerini aklın kantarında tartmayan, aşklarını akılla değil, akıldışılıkla yaşayan iki aşığı: Vatman Hasan’ı ve Mevlüt’ü.
Vatman Hasan ve Mevlüt, basketbol lig maçlarının İstanbul Teknik Üniversitesi Gümüşsuyu salonunda oynandığı yıllarda, Fenerbahçe Basketbol takımının ilk seyircileridir.
Hakkı Yeten, 1910 Vodina doğumludur. Ailesi, o bir yaşındayken İstanbul’a gelir. Baba askerdir. Binbaşı Mahut Nedim Bey. Çanakkale Savaşı’na gider, bir daha dönmez, arkasında altı çocuk bırakır. Beş kardeşiyle birlikte İstanbul’da hayatta kalmak zorundadır. Askeri okula yazılır.
Futbol oynamaya başlar. Çeşitli takımlarda oynadıktan sonra Şeref Bey onu Beşiktaş’a kazandırır. Derler ki, isteyeni çoktur, Şeref Bey çok hızlı davranmıştır.
Futbolu bırakana kadar, bir Türkiye Birinciliği, iki Milli küme, bir Başbakanlık Kupası, yedi İstanbul Ligi, bir İstanbul Şildi, iki İstanbul Kupası şampiyonluğu yaşar. 17 yıl formasını giydiği Beşiktaş’ta 439 maçta 382 gol atar.
Tüm bunları yaparken Hukuk Fakültesi’ni bitirir, avukat olur. Galatasaray ve Fenerbahçe’ye 30’ar gol atarak tarihe geçer. Beşiktaş’ta teknik direktörlük, Futbol Federasyonu’nda Asbaşkanlık yapar. Beşiktaş’ın üç dönem başkanı olur.
Çok şahane futbol oynadıkları için.
Listem çok uzun. Saysam şimdi, burdan 1982 Dünya Kupası’na yol olur. Önce Sokrates derim. Sonra Maradona’yla devam ederim. “Vay benim Messi’yle aynı yıllara düşen şanslı ömrüm” diye bi başlarım, anlatmalara doymam, sizi darlarım.
Ama esas, futbolcu olmadıkları için müteşekkir olduğum adamlar var.
Futbolu mecburen bırakan, sanata futboldan armağan, kuşaklarını derinden etkileyen üç isim: Albert Camus, Ahmet Erhan ve Eduardo Galeano. Onları futbol oynayamayışlarına borçluyuz. Çok acayip.
Cezayir Üniversitesi’nin parlak felsefe öğrencisi Albert Camus, felsefeden de yazmaktan da daha büyük bir aşkla bağlıdır futbola. Üniversitenin genç takımında kalecidir. Tutkulu ve çok cesur bir kaleci olduğu söylenir. Ancak ciğerleri futbol oynamasına izin vermeyecektir, tüberküloz yüzünden futbolla vedalaşır.
Camus, her zaman en büyük tutkusunun “tereddütsüz futbol” olduğunu söylemiştir. İnsanların, gerçekleri, felsefe ve dogmanın karışık dehlizlerindense futbolun yalınlığında bulabileceğini düşünür.
Futbol, Ahmet Erhan’ın da en büyük aşkıdır. “Adana Demirspor’un gelmiş geçmiş en iyi sol açığı” diye anılacak kadar iyi futbolcudur. Fakat bir maçta kaval kemiği kırılır. Belki iyileşebilecektir ama küser.