Dünyanın en kolay işiydi zaten Kazım’ı sevmek. İnsanın canını sıkacak kadar güzel insandı. Her türlü.
Kendini bütün dünyaya karşı sorumlu hisseden acayip bir adamdı. İnsanın, sanatçının, sporcunun sorumluluğu üzerine çok kafa yorardı. Dünya işlerine karışmamanın, sadece sanatla yaptığı işle ilgilenmenin sanatçının kişiliğini bitirmeye doğru giden bir yol olduğuna inanırdı. Kazım, hiçbir zaman “Etliye sütlüye karışmayayım” demedi. Dünyaya, ülkesine, memleketine, Karadeniz’e ve Trabzonspor'a karşı hep büyük bir sorumluluk taşıdı.
Bizi daha da perişan etmemek için “Çok fiyakalı bir hastalığa yakalandım baba. Hiç dert etmeye gerek yok” diyordu. “Şöyle güzel bir çalım, iyi bir pas ceza alanının dışından, Trabzonspor’a puan kazandıracak bir gol şutu için nelerimi vermezdim ki?” de diyordu aynı günlerde. O “sanculu kunler”de.
Kazım gittiğinden beri hayat, “Keşke görseydi” ile “İyi ki görmedi” arasında sıkışıp kaldı.
Tamam, bu hususta benden kerteriz alınmaz, benim gözyaşım şurada, gözümün ucunda durur, ota köke ağlarım ben hemen. Hüzünlenince de sevinince de.
Fakat bu defa çok da yalnız değildim. Benim gibi sümüklü sümüklü ağlamasalar da sporseverlerin çoğu açık açık, bazısı için için, kimisi gizli gizli çok sevindi Karşıyaka’nın 28 yıl sonra gelen şampiyonluğuna. Sebebi bellidir.
Sebebi, mucizelere inanmak istemektir. Hem mucizelere inanmak isteyip, hem emek vermeden olmayacağını bilmektir.
Sebebi, taraftarıyla böyle yakınlaşabilen bir takımı alkışlamak istemektir. Basketbol salonuna sığmak nere, şehre sığmayan olağanüstü Karşıyaka taraftarına hayranlık duymaktır.
Evin ufak çocuğuydu. Okuyup çok büyük adam olacak, herkesi çekip kurtaracak küçük kardeşti. Fenerbahçeliler onu hep bu duygularla sevdi.
Onu sevmek başarısına hiç tanık olunmamış bi takımı tutmak gibiydi. Başarılı bulmakla, sevmek arasındaki fark gibi. Birini daha tanımadan sevmek gibi.
Mert Günok bir vaat, bir umut, bir olasılıktı. Tribünle kulübe arasında bir çocukluk aşkıydı. O yüzden yadırganmasın Fenerbahçe taraftarının, bu kadar az forma giymiş bi futbolcuyla bu kadar zor vedalaşması.
Bazı Fenerbahçeliler, çok uzun zaman, Mert kaleyi ha bugün ha yarın teslim alacak diye bekledi. O gün bi türlü gelmedi. Tribün onu hep kulübede gördü. Taraftarla bi türlü kavuşamadı. Acemi bi senaristin elinden çıkmış, dolantısı kötü kurulmuş bi filmin öyküsü gibiydi olanlar. Taraftar geldiğinde Mert olmuyordu, Mert kaledeyken taraftar gelmiyordu:
Futbol topu, futbol oynamak için ağır bedeller ödendiği zamanlarda girer Mekteb-i Sultani’den içeri. Okulun “Grand Cour” adlı avlusunda, topu en yükseğe dikmenin başarı sayıldığı oyunlar oynanmaya başlar.
Oyunu kuralına göre oynama aşkı, 1905’in Ekim ayında artık dayanılmaz bir hal alır. Ali Sami Yen ve arkadaşları bir edebiyat dersinde aralarında fısıltıyla konuşarak kulübü kurarlar. Kulübün reisi Ali Sami Yen olur.
O zamanlar reislik para değil emek demektir:
“Ben Reisliği topu yağlayıp şişirmekle almıştım. Topumuza evladım gibi bakardım. Zaten varımız yoğumuz da toptu. Mektebe gelirken, domuz sokağından geçer, domuz yağı alırdım. Topu onunla yağlar, şişirirdim; yamasını yeni pabucumdan kesmiştim. Bunu gören arkadaşlar, bana hepimizden fazla paye vermişlerdi. Yani o zaman Reisliğe ve diğer vazifelere payeyi, en çok çalışan kazanırdı. Cevdet de ikinci Reisliği formaları yıkadığı için almıştı.”
Günlerce aynı konuşmaların yapıldığı, kasetin dönüp dönüp başa sarıldığı, çikolata tüketimine sınır koyulamadığı günler.
Arkadaşı da bildiniz. Sizi karşısına oturtan, aslında kendisiyle konuşmakta olan, sizi değil kendisini artık “o beş para etmez adam”ı sevmediğine inandırmaya çalışan arkadaş. “Ay tamam kapatalım bu konuyu, ne olur konuşmayalım artık” cümlesi bu yaralı, tepeden tırnağa yaralı arkadaşın baş cümlesidir. Sanki konuyu siz açıyomuşsunuz, siz kapatmıyomuşsunuz, siz konuşuyomuşsunuz gibi.
Hıncını bi türlü alamaz “Daha da bi şey söylemiyorum ben” biçiminde seksen sekiz tane kapanış cümlesi kurar. Ama o konu bi türlü kapanmaz. Kapanamaz. Yara açıktır zira.
Hah benim ve bu meseleyi sakız edenlerin Bilic ile ilgili durumu biraz bu minval. Son dedikçe başa dönüyoruz. O yüzden şimdi “son yazı” diyorum ama siz pek inanmayın.
Vara yoğa kaş kaldırıp, burun kıvırmak bizde ata sporudur. Adına layık bir aristokrasimiz olmamasına rağmen, iş, bir şeyi beğenmemeye gelsin, en önde biz koşarız. Bir de aristokrasimiz olaydı, ota köke burun kıvırmaktan ağzımız yüzümüz çarpılırdı bizim yeminle.
Bana kalırsa, ki şahsi fikrimdir, kime kalacak, kimden izin alacağım; memleketin has şairi de, has oyun yazarı da, has öykücüsü de mizahçıların arasından çıkmıştır. Ama burun kıvrılır. “Aslında mizahçı ama çok şahane öyküleri var” biçiminde kurulan cümle hep bundandır. Mizahın “edebiyatın/sanatın pavyonu” muamelesi görmesinden. Oysa Sen Gara Değilsin’i izleseler, Kalk Gidelim Defteri’ni bilseler, ya da Hayaller Kâhyası’nın tek bir satırını okumuş olsalar tartışma oracıkta biter.
Bu, kraldan aristokrat arkadaşların ellerindeki “Bunlara burun kıvırmazsak olmaz arkadaşlar listesi”nde mizahtan sonra futbol bulunur. Her fırsatta futbola iki laf aşk etmezlerse hatırları kalır. Ha bir de sanırsın, endüstriyel futbolun canına okuyacaklar, bir eleştiri patlatacaklar ki aydınlanacağız. Biz bilmiyoruz çünkü futbolun endüstriyelini!
O kadar edecek laf varken, ede ede de şu lafı ederler: “Bi topun peşinde yirmi iki adam koşuyo, bunlar da bakıyo!” Bak bak, akıl yürütmenin şahaneliğine bak, bak analize bak. Ben ne zaman duysam bu cümleyi “Yirmi o, yirmi” diyorum, “Kaleciler koşmuyo, duruyo onlar.”
2014-2015 Futbol sezonunun şampiyonu Galatasaray, profesyonel futbol liginin ilk şampiyonluğunu 1961-1962 sezonunda alır. Takımın başında Galatasaraylıların babası Gündüz Kılıç vardır.
Gündüz Kılıç’ın futbol aşkı Galatasaray Lisesi İlk Mektebi’ne gittiği yıllarda başlar. Tatil günlerinde kardeşleriyle Taksim Stadı’nda izlediği maçların etkisiyle kendisini lisenin bahçesinde futbol oynarken bulur. 1932 yılında üzerinde ilk kez sarı kırmızı renklerle Galatasaray Lisesi’nin büyük avlusunda maça çıkar. Lakabını, 20-0 biten Vefa maçında attığı 14 golden alan Leblebi Mehmet’in gözüne girer, genç takım kadrosuna alınır.
Bu yıllarda, sonradan Galatasaray Kulübü’nde başkanlık yapacak, milli bir futbolcu da olan müdür muavini Muslih Peykoğlu’nun dikkatini çeker. Futbolculuk kariyeri Muslih Hoca’nın “Gündüz, hemen kulübe gel, birinci takımda oynayacaksın” cümlesiyle rüya başlar. İlk maçında 2-0 yenik olan takımı adına üç gol atar, aynı yıl şampiyonluk yaşar.
1938 yılında futbola ara vererek yükseköğrenim için Almanya'ya gider, forması, dönene kadar onu bekler. 1948’de “umumi kaptan”lık görevi alır, 1952’de Fenerbahçe’ye karşı futbolcu olarak son maçına çıkar. Aynı yıl içinde Galatasaray’da antrenörlük serüveni başlar.
Taştan biraz büyük. Kaya denebilir evet. Böyle sanki çok haklıymışım ama işin sonunda haksız olan ben olmuşum gibi. Böyle sanki derdimi anlatamamışım da sinirden yanaklarım al al olmuş gibi. Böyle sanki ben sevmişim de eller almış gibi.
İçime bir türlü sindiremediğim şeyler var. Kabullenemediğim. Büyük haksızlık olduğunu düşündüğüm şeyler.
İlk gün söylemiştim, “Bilic geliyo” dedikleri dakika “Bilic’in teknik direktörlüğü, tecrübesi, başarı şansı gibi toplara girmeye gerek yok. Beşiktaş’ın futbol direktörü Önder Özen hesabını kitabını yapmıştır. Zaten futbol uleması yatıp kalkıp bunu konuşacaktır, kimseye sıra gelmez” demiştim.
“Farklılığa tahammülü olmayan tek tip futbolumuzda, Bilic’in farklı karakter özelliklerini törpülemek için canla başla konuşacak ve yazacaklar muhakkak” diye düşünmüştüm. Küpesinden girecekler, dövmesinden çıkacaklar demiştim. En ufak bir başarısızlığında “Hoca Hoca!” diyecekler “Bu işler gitar çalmaya benzemez!”