Ayrton Senna’yı seyrederek.
Bir kuşakla birlikte, ben de onun sayesinde sevmiştim. Bana sorarsanız gelmiş geçmiş en büyük Formula1 pilotudur. Hala. Hep.
Üç kere dünya şampiyonu olmuştu, katıldığı her iki yarıştan birinde podyuma çıkmıştı, çok hızlı, çok hırslı, çok başarılıydı. Alçakgönüllüydü. Ülkesi Brezilya’da çocuklarının eğitimi ve spor yapması için çok çabalıyordu.
1994 yılında, San Marino Grand Prix’sinde, gözümüzün önünde öldü. Ardından São Paulo sokaklarında 500 bin kişi yürüdü. Tabutun üstünde kaskı vardı. Hiç silinmedi hafızamdan. Gözümün önünden hiç gitmedi. Yarış da kaza da cenaze de.
Çünkü doping dendi mi, ben hep o çocukluk aşkımı hatırlarım. Bi bulduğum sonra hemen kaybettiğim. İlk şaşkınlığım. İlk aldatılmışlığım. İlk kırgınlığım.
1988 Seul Olimpiyatları’nda 100 metre rekorunu kırıp, bi de üstüne “Bu ne ki, bunu da kırarım ben bi dahakine” diye efe efe bitiş çizgisinden geçerken başlamıştı Ben Johnson’la aşkımız. Benim ve seksenlerde çocuk olanların.
Ertesi günlerde mahallede hepimiz Ben Johnson oluyor, 100 metre koşuyor, “Çok rahat koştum, mesele değil” havaları yapıştırıyorduk yürüyüşümüze. Ben Johnson olmak en çok Serdar’a yakışıyordu. Burası sizi ilgilendirmez.
Sonra berbat bi şey oldu. Mahallenin abileri iki gün geçmişti galiba “Koşuşup durmayın, dopingli çıktı sizinki” dediler. İlk şaşkınlığım. İlk aldatılmışlığım. İlk kırgınlığım. Sporla kurduğum güven ilişkisinin fışkıyesi, işte o gün orda o anda kırıldı. Her tür taraftarlık duygusundan azade, dünyanın öbür ucunda başarısına sevindiğim adam yalan söylemişti. Aşk oracıkta bitti. Geriye derin bir hayal kırıklığı kaldı.
Metin-Ali-Feyyaz’ı ne zaman görsem durur, bakarım. Evvel ezel. Yine durdum. Metin’in babasının cenazesindeki o fotoğrafı görünce öylece durdum. Durdum durdum baktım. Döndüm döndüm bi daha baktım.
Feyyaz, elbet koşup gelecekti, elbet Metin’in yanında olacaktı, elbet baş sağlığı dileyecekti arkadaşına. Ama bu o değil. Bu fotoğrafta başka bir şey var. Olması gerekenden fazlası var. Gerekmekten, görevden, şarttan şurttan filan çok fazlası. Ötesi var.
Sanırım sahicilik. Hasretinden öldüğümüz bir sahicilik var o fotoğrafta. Sevinmeyi de üzülmeyi de bir takım klişelere bağlamışız biz epeydir. Belli lafları etmeden vedalaşamıyoruz artık. Belli sözleri söylemeden hüzünlenmiş sayılmıyoruz. Sevmiş, sevilmiş olmuyoruz.
Ben öyle sıkıldım ki bu yalan dolandan anlatamam. Anlatmam lazım ama evet. Zira meselesi bu, bu yazının. Şöyle oluyor, gerçekten usta olsa bile, birine "usta" denmesine tahammül edemiyorum artık mesela. Can Yücel'e bile "Can Baba" dendi mi ürperiyorum. "Güle güle büyük usta, ışıklarla" cümlesini gördüm mü kaçacak yer arıyorum. Sonra daha fena oluyorum çünkü kaçacak yer yok biliyorum.
"Sevgili" sözcüğünü duydum mu içim bi ayrı sıkılıyor. Biliyosunuz bizde, bir az ünlü, bir çok ünlüden "Sevgili" diye söz etmezse olmuyo. "Şarkının sözlerini, sağolsun sevgili Sezen Aksu yazdı" gibi. Dünyanın en şahane sözcüğünü "sevgili"yi, "Ben kendisini şahsen tanır severim, o da beni çok sever, sık sık görüşürüz" imasına kurban ettiler böyle diye diye. Baştan ayağa yapmacık.
Trabzonspor hep dalgalıdır, bilmediğimiz şey değil. Evvel ezel öyledir ama. Tee kuruluş hikâyesinden başlayarak dalgası Karadeniz’le yarışır. Çok enteresan hikâyedir.
Trabzon’da futbol, ülkenin ilk spor yönetim örgütü olan Türkiye İdman Cemiyetleri İttifakı’nın etkisiyle; oynanmaya, sevilmeye, yayılmaya başlar. O yıllarda şehirde; İdmanocağı, İdmangücü, Necmiati ve Lise adlarında dört kulüp vardır.
İlerleyen yıllarda başka pek çok kulüp kurulur, resmi lig maçları oynanmaya başlar, çeşitli takımlar şampiyon olur. Fakat İdmanocağı ile İdmangücü arasındaki rekabet Trabzon’daki futbol meselesinin orta yuvarlağına gelir oturur. Aralarındaki rekabet, şehri neredeyse ikiye böler. Yıllarca sürer hikâye. Yıllarca.
Altmışlı yılların başında Futbol Federasyonu, her ilde bir futbol takımı kurulması ve illerin Türkiye liglerinde temsil edilmesi için neredeyse seferberlik başlatır. Belki başka şehirlerde de bir il kulübü kurma işi sıkıntılıdır ama Trabzon’daki kadar değil.
Geçen sene bugün; Filistin’de çocuklar ölürken yazıyordum, bugün Suruç’ta gençler ölürken yazıyorum.
Geçen sene bugün; memleket yanacak, dünya yıkılacak, oluk oluk çocuk kanı akacak sokaklarda, sen nasıl spor yazacaksın diye düşünmüştüm. Tam "Köy yanar deli taranır" işi demiştim."Hayat devam ediyor" zalimliği. "İşimiz bu ne yapalım" çaresizliği. Çocuklar ölüyor yaşayasımız yok ki, ne yazması diye düşünmüştüm.
Geçen sene bugün; Beşiktaş'ın "Büyük Kaptan"ının, ölüm yıldönümüdür. Onu anlatır, anar, giderim demiştim. Yine öyle yapacağım. Beşiktaş’ın büyük kaptanı Vedat Okyar’ı anacağım yine bugün.
Aşkından hiç sakatlanmayan adamı anacağım. Aşktan başka açıklama bulamıyorum. Ben zaten, bazı şeylere aşktan başka açıklama bulamam. 1968-1976 yılları arasında, 253 maçta oynayıp hiç sakatlanmadıysa Vedat Okyar bence aşktandır. Beşiktaş aşkından.
2 Haziran 2013’te, Gezi’nin uzun gecelerinden birinde, polisten kaçarken bir sokağa sığındı. Kadim Anadolu geleneğidir, düşmanın olsa sana sığınmış olana el kalkmaz.
Gelenek filan ne ki, insanlıktan çıkmışlardı. Sokağa sığınan gencecik birini öldüresiye dövdüler. “Vurmayın öldüm” dedi vurmaya devam ettiler.
Hastaneye gitti, eve gönderdiler.
Ağırlaştı sonra. Çok uyudu.
Bisiklet özgürlüktür derler. Doğru tabii.
Ama sanki en çok çocukluktur bisiklet. Kaç yaşında öğrenilirse öğrenilsin, bisiklete binmenin çocuk olmakla bir ilgisi, çocukça bir telaşla yakınlığı vardır. O çocuk ruhtan uzaklaştıkça her şey kirleniyor zaten. Bisiklet sporunda işte, tekerlekler görünmüyor doping çamurundan.
Bisiklete binmeyi öğrenmek bir eşikti çocuklukta. Bisiklete binmeyi öğrendik mi tamamdı. Kendimizi kurtarmış sayılırdık. Bir tür erginleştirme töreni gibiydi zaten öğrenme süreci. Öğrenene kadar başımıza türlü çeşitli iş gelirdi.
Özellikle dirsekler ve dizler, “Mersol” müydü neydi adı, işte ona bandırılmış pamukla yakın arkadaş olurdu. O pamuğu, yaranın üstünde az tutsan kan durmaz. Çok tutsan pıhtılaşan yaraya yapışır. Çekersin yine kanar. Hiç tutmasan annen bir daha sokağa çıkarmaz. Salmaz da denebilir. Hele bir de, bisiklete binmeyi öğreten kişinin şakacı bir mizacı varsa, ecza dolabına filan hiç koyma, cebinde taşı zaten o tentürdiyotlu pamuğu.
Çok kıymetli, çok anlamlı, çok önemli bir çaba bu Türkiye spor tarihi için. Bildiriye kulak vermek, ne dediklerine bakmak, ürettikleri çözüm önerileri üzerine düşünmek sporseverim diyen herkesin borcu. O yüzden noktasına dokunmadan, tamam bazı sözcüklerdeki a’lara şapka eklemiş olabilirim, alıntılıyorum aşağıya:
“Çıktığı günden itibaren uygulanışı kolluk kuvvetlerinin keyfi inisiyatifine bırakılan, İl-İlçe Güvenlik Kurullarının deplasman yasakları uygulamalarıyla hak mağduriyetlerine ve engellemelere sebep olan 6222 sayılı yasa kaldırılmalıdır.
Ülke gerçekleriyle uyuşmuyorBaskıcı ve yasakçı bir anlayışın ürünü olan bu yasa, ülkemiz spor alanlarının ve tribün yapısının gerçeklikleriyle uyuşmamaktadır. Tek suçlu olarak taraftarları gören, çözümü de yasaklarda ve cezalarda arayan bu anlayış şiddeti ve düzensizliği önleyemediği gibi bizzat sorunun kendisi haline gelmiştir.
Kolluk kuvvetlerince düzenlenen tutanaklara istinaden verilen seyirden men cezaları adeta taraftarlara karşı kullanılan bir silah haline gelmiştir. Kanun ve yönetmeliklerde hiçbir karşılığı olmayan pankart yasakları, tamamen yetkili amirlerin keyfine göre uygulanmaktadır.
Başta seyahat özgürlüğü olmak üzere, arma sevdalılarının takımlarını destekleme hakkını elinden alan deplasman yasağı uygulaması birçok ilde neredeyse rutine bağlanmıştır. Bu kararların alındığı İl-İlçe Güvenlik Kurullarında, Milli Eğitim Müdürlüğü temsilcileri dahi yer alırken taraftar derneklerinin temsilcilerinin bulunmaması komedya değil de nedir?
Teknolojik karaborsa türedi!Spor alanlarında şiddetin önleneceği iddiasıyla uygulamaya konulan Passolig sürecinde; tribün ve saha kapatmaları devam etmiş, teknolojik karaborsacılık türemiştir. Passolig kullanıcılarının kişisel bilgileri herkesin erişimine açık ve pazarlanabilir bir meta haline gelmiştir. Uygulamanın, şiddet olaylarını çözemediği ise bir yıllık icraatla tescillenmiştir. Taraftar ortalamaları ciddi oranda düşerek ülkemiz tribünleri adeta bitme noktasına getirilmiştir. Türkiye Futbol Federasyonu, bu kartı alan taraftarları makul seyirci olarak tanımlamış, taraftarları gerekçe göstererek kulüplerimize verdiği rekor cezalarla da kendini inkâr eden bir pozisyona düşmüştür.
Passolig; bir bankaya para kazandırmaktan başka bir anlam ifade etmeyen ve taraftarların takımlarına olan bağlılıklarını suiistimal ederek ekonomik ranta dönüştüren, sürdürülmesinin anlamsızlığı herkesçe kabul edilen bir uygulamanın adı olmuştur artık...