Pazar günü dediğin sıkıntının diğer adıdır. İç sıkıntısı. Dış sıkıntısı. Birikmiş ödev sıkıntısı. Banyo saati sıkıntısı. Çantanı akşamdan hazırla çocuğum sıkıntısı. Milli Coğrafya dersinden dönem ödevi sıkıntısı. Ne aramazsan vardır. Ne istemezsen ordadır. Ne sevmezsen pazar gününde mevcuttur. Cuma ise malum, tatilin diğer adıdır ve bir öğrenci için tatilin başladığı gün, tatil olmasa bile tatil sayılır.
Yine bizim zamanımızda haftanın diğer günleri, gönüllerde, bu iki kilit güne olan mesafelerine göre taht sahibi olurlardı. Şu şekil; pazara yakın olan günler, cumaya uzak oldukları için daha az sevilir, gün dediğin cumaya yaklaştıkça değer kazanırdı. Cumadan ırak olan gönülden ırak olurdu.
Fakat gönlümüzün hassas terazisinde, tartamadığımız bir gün vardı. Çarşamba. Belirsiz bi ağırlıkla öyle ortada durup dururdu. İki gün öncesi pazar, iki gün sonrası cuma. Sevmek için de sevmemek için de hiç nedenimiz yoktu.
9 Kasım 1988, benim çarşamba günlerini sevmeyi öğrendiğim tarih oldu. Ezbere konuşmamayı öğrendiğim tarih. Bi şeyi sonuna kadar kovalamadan ondan vazgeçmemeyi öğrendiğim tarih. Bunları o çarşamba günü Galatasaray’dan öğrendim.
Enfes bir sonbahar havası vardı Ankara’da. Sonbaharı çok severim. O zaman da seviyormuşum demek. Şimdi düşününce. Orta mektebe giden bir öğrenciydim. Sabahçıydım. Esasında o vakitler de uykuyu çok severdim ama sırf “Tünaydın” lafını duymamak için her sene sabahçı olabilirdim. Öğlenci öğrenciler için uydurulmuş yalan dolan bi sözcük gibi gelirdi. Bana kalsa, insan ne zaman uyanırsa “Günaydın” o zamandı. Tünaydın ne saçma şeydi.
O gün, Galatasaray’ın Neuchatel Xamax ile maçı olduğunu biliyordum. Bilmem mi. Ama herkes gibi benim de zerre umudum yoktu. Galatasaray’ın 3-0 gibi bi skorun altından kalkabileceğine, ben de herkes gibi hiiiç olasılık vermiyordum. Zevksiz bi maç olacaktı. O yüzden, o gün, o öğleden sonra, radyodan yayınlanan o maça yetişmek için hiç acelem yoktu. Aklım sıra.
Okuldan çıkıp sallana sallana eve yürürken, yoldan geçen iki üç arabanın korna çaldığını duydum. Maça filan yormadım. Aklıma bile gelmedi. Maç yeni başlamış olmalıydı. Bi takım gol attığında kornaya basmak gibi bi adet yoktu. Sonra arabalardan birindeki adamın yarı beline kadar sarkarak “Uğuuuuuur! Gooooool!” diye bağırdığını duyunca anladım. Amaaan tek golle olacak iş değildi, hava şahaneydi, böyle havada gidip meybuz yemeyen aptaldı. Mahallenin çarsındaki süs havuzunun kenarında oturmuş boyalı donmuş suyumu yerken “İlk yarı 1-0” filan gibi laflar duydum. Oralı olmadım. 1-0’dan ne olacaktı. Tanju Çolak ikinci golü attığında kırtasiyeden kırmızı kalem alıyordum. Çarşıda “Uğuuuuur! Üçççç!” diye bağırdıklarında artık deli gibi eve koşmaya başlamıştım.
Dördüncü ve beşinci golleri, evde radyonun başında Levent Özçelik’ten dinledim. O bağırdı ben bağırdım. O ağladı ben ağladım. Annem zıpladı. Babamı aradık. Daireden. Öyle denirdi. “Daire”. “Yazıhane” vardır bi de. O da güzeldir.
Ömrüm oldukça yazarım. Hiç üşenmem bi daha bi daha yazarım: Kulüpler yöneticilerin, başkanların, şunun bunun kimsenin değil, taraftarlarındır.
Taraftar dediğim de müşteri filan değildir; takımların, tribünlerin, renklerin gerçek sahibidir. Yöneticiler, ne zaman taraftarı utandıran şeyler yapsalar yine döner döner aynı şeyi söylerim. Aynı şeyi yazarım.
Geçen sene mesela, takımlarını siyasi bi ziyarette gören bazı Galatasaraylılar isyan etmişti. “Taraftarlığımı askıya alıyorum” ya da “Galatasaraylılığımı donduruyorum” diyen olmuştu. “Çocukluğumdan beri tuttuğum Galatasaray’ı bırakıyorum” diyeni de duymuştum.
Çok iyi bildiğim, çok yaşadığım, çok tanıdık bi duyguydu. Ne demek istediklerini, ne hissettiklerini, nasıl öfkelendiklerini çok iyi anlamakla birlikte “Askıya maskıya alamazsınız, donduramazsınız, bırakamazsınız. Öyle yöneticiler, yönetimler bilmem ne yüzünden takım bırakılsaydı, tutacak takım kalmazdı memlekette” gibi bi şeyler demiştim.
O ufacık çocuğun tribündeki korku dolu fotoğrafını gördüm. Haberi açmadım. Görüntüleri izlemedim. Ama biliyorum ne olduğunu. Öyle iyi biliyorum. Elifi elifine tahmin ediyorum. Tahmin değil ezber. Neredeyse ezber.
Ezberledik. Ezber ettik. Bıktık. Bıktık usandık. Kan kusuyoruz artık bu nefretten. Bu vahşilikten. Akıl tutulmasından. Saygısızlıktan. Sevgisizlikten. Bu kötülükten.
Ne yaşıyosak futbolumuz da o. Ne yaşıyosak tribün de o. Sokaklarında çocukların öldüğü ülkede tribünde çocuk ağlatılır. Hikâyede boşluk yok.
Bu berbat fotoğraflardan, bugün Kayseri’den, geçen gün Konya’dan gelen berbat tribün fotoğraflarından iki dakika uzaklaşmak istiyorum. Kaçmaksa kaçmak.
Efsane, Nazım Hikmet’in oyununda bambaşka bi boyuta taşınır malumunuz. Ferhad ile Şirin’in birbirlerine duydukları aşktan ötede bi yere taşınır. Ferhad’ın halkı suya kavuşturma aşkına.
Hah işte o oyunda, dört gün dört gece hiç durmadan çalışıp yorgunluktan artık baygın düşen nakkaş Ferhad’ı uyandırmak için babası “Yaptığın nakışlar bozuldu uyan Ferhad Usta, uyan!” diye fısıldar oğlunun kulağına. Ferhad ayılıp kendine gelirken babası neden böyle söylediğini açıklar:
“Ölmüş nakkaşın kabri başına gideceksin, yaptığın iş bozuluyor diye sesleneceksin, nakkaş nakkaşsa toprağı yarıp nakşının başına koşacak!”
Uyanır Ferhad. Uyanır işinin başına koşar.
Kadınsan mesele yoktur. Zaten zayıfsındır ağlayabilirsin, zaten gayriciddisindir gülebilirsin. Mevzu değil. Ama erkekler için öyle değildir işte. Bu mesele, bu ülkede erkekler için çok sıkıntılıdır.
Erkekler çok güçlü olduklarından, onlara ağlak yapmak yakışmaz, çok ciddi olduklarından hakkidi hikkidi gülmeleri olmaz. “Ne gülüyosun lan karı gibi” ile “Ağlama lan karı gibi” arasında bir manyaklık. Makasa bak. Delirtir insanı.
Erkek dünyasının kurallarının çok baskın biçimde işlediği futbolda da, ağlamak büyük sıkıntıdır. Çok fenadır. Neme lazımdır. Futbolda ağlayan oyun dışıdır. Volkan Şen’in yaşadıklarını bin kere yazdımdı. Rizespor maçında, taraftarla tartışıp ağlayarak sahayı terk etmişti, formasını giydiği Trabzonspor yönetimi gözyaşlarını hoş karşılamamış, “Aynı yolda yürümeyiz artık” demişti.
Sonra Volkan, Bursaspor’da yeni bir yola girmişti. Ağlamıştı, şimdi gülüyordu. O zaman şöyle demiştim: Volkan; bir daha düşersen, bir daha ağla. Kalk yürü, bir daha gül. Biz seninle ağlar, seninle güleriz, o yolları aynı hevesle yürürüz. Kadını erkeği mi var, insan olmakla ilgili bir şey bu, ağlatırlarsa ağlar, güldürülerse güleriz.
Dört yaşından beri futbol seyrediyorum, otuz beş senedir Fenerbahçe’de işlerin yolunda gitmesi için ne yapılması gerektiğini bilmiyorum.
Fenerbahçe’nin başarısız olduğu bazı sezonlarda, başarısızlığa gerekçe olarak bi sürü haklı neden sayılabilir. Koca koca haklı bi sürü neden. Ama aynı biçimde, bazen, tek bir bahane bulamazsın başarısızlığına. Tek laf edemezsin. Öyle mükemmeldir her şey.
Yapılabilecek her şey yapılmış, paraydı puldu bol bol harcanmış, hiperaktif bir transfer sezonu geçirilmiştir. Ölçülmüş biçilmiştir. Fakat Fenerbahçe’de işler yine de yolunda gitmeyebilir. Ne yaparsan gitmeyebilir. Gerçekten çok acayiptir. Hayat gibi.
“Fenerbahçe’ye duyulan aşk, tek taraflı aşktır” derdi babam. “Karşılık beklemeyeceksin, olduğu gibi kabul edeceksin.” Öyle. Taraftarının ağzını bi türlü kulaklarına vardırmayan, şöyle dolu dolu, şöyle ağız dolusu güldürmeyen bir takımdır Fenerbahçe.
Üstünde parçalı forma, eli göğsünde, gözleri hafif yerde. Orda, elini koyduğu yerde, göğsünün içinde kalbi vardır. Bazılarının yok. Onun vardır.
Metin; sağlam, dayanıklı, güçlü anlamına gelir malumunuz. Metin Oktay gücünü, elini üstüne koyduğu kalbinden alır. Paradan puldan, attığı golden, hamilerinden, ağabeylerinden, şundan bundan değil. Ordan. Kalbinden.
Oktay; ok gibi güçlü olan eşsiz kimse demektir. Gücü tamam, ok gibi makas voleleri tamam, onlar zaten cepte. Esas mesele eşsizliğindedir. Metin Oktay hakikaten eşsizdir. Biriciktir.
Gösterdikleri vakit muhakkak bakarım. Tuttukları takıma bakmadan bakarım. Meselenin orası; takımların lehine topu oyuna geç sokmaları, yavaş hareket etmeleri ya da tersi pek ilgilendirmiyor beni. Oyun dışı.
Oyunun içine girmek için bi vaat gibi duruşları ilgilendiriyor beni daha çok. Bir gün ben de oyunun içinde olacağım halleri, bu işi çok seviyormuş halleri, ben bu topları toplamazsam bu maç oynamaz halleri.
Top toplayıcı çocuklar, galiba, en çok, bi şeyi sevip peşinde koşmayı hatırlatıyor bana. Âşık olup emek vermeyi. Hep yanında, yakınında, hatta dibinde olmak istemeyi. Bana, çocukla spor arasında, hafta sonu kurslarından ötede kurulan bi bağı hatırlatıyor.
Tüm zamanların en iyi defans oyuncularından biri olarak kabul edilen, “Rakip forvetlerin son durağı“ denilen, bir kuşağa sürekli “Ondan geçer mi o top be kardeşim, geçer mi!“ dedirten Cannavaro’nun top toplayıcılık hikayesi tam da böyledir. Hem çok sevmek hem emek vermek hikâyesi.