Çocuk dediğin dondurma ister, parka gitmek ister, sınıfta arka sıraya döner sıfır beş uç ister. Oyun ister, önü arkası sağı solu sobe olsun ister, saklandıysa bulunmasın ister, vursun gol olsun ister. Tenefüs olsun, tatil olsun, ödev az olsun ister. En babası istese istese astronot olmak ister. Onu da fazla uzatmaz. Nereye uzatacak bu memlekette.
Büyük istekleri olan büyüklerdir. Büyük dediğin, çocuğu büyük gibi davransın ister. Çocuğu akıllı olsun, uslu olsun, çalışkan olsun ister. Doktor olsun ister, mühendis çıksın ister, atanacaksa öğretmen olsun ister. Terlemesin ister. Koşmasın ister koşmasın. “Koşma” diye laf vardır bizde. Bir çocuğun ağzından asla duyamazsınız. Büyüklerin lafıdır. Büyüklerin en büyük isteğidir: “Koşma.”
Bu defa da öyle. Bu hikâyede de öyle. Bu hikâyenin de küçüğünün çok basit, büyüğünün çok zor bir isteği var.
Öykü Ertok, on iki yaşında. Annesinin babasının iki gözünün bebeği. Evlat bu ya nesini anlatayım. Bir hastane odasında, başucuna uzanmış bir Fenerbahçe atkısıyla öyle uyuyor.
Onlar; güzel, huzurlu, efil efil bir ülke görememişler ama bu ülke onları görmüş. Bu ülkenin insanları onlarla yaşamış. Onlarla aynı zamanda nefes almış.
Sabahattin Ali’nin memleketlisiyiz mesela. Nâzım Hikmet’in, Nubar Terziyan’ın, Ruhi Su’nun, Yılmaz Güney’in. Ne biçim iş.
Türkan Şoray bizim sultanımız. Ne acayip. Ne olağanüstü. Münir Özkul’la aynı vakte çalmış ömrümüzün saati. Daha ne ister insan.
Kemal Sunal’ı görmüşüz, Ahmet Kaya dinlemişiz, Zeki Müren’i sevmişiz. Çok güzel insanlar görmüşüz. İhsan Yüce gülüşü görmüş bu ülke İhsan Yüce gülüşü. Fazla da uzatmaya lüzum yok işte.
Dokunamadığım satırlardaki şu “Bugün, Metin Göktepe’nin, bir gazetecinin, bir spor salonunda öldürülmesinin, bedeninin o spor salonun kantinine bırakılmasının on dokuzuncu yıl dönümü” cümlesini “yirminci yıl dönümü” biçiminde tamamlamanızı rica ediyorum.
Marifet diye söylemiyorum, öyle olduğu için söylüyorum. Eğer tanıştığım, sohbet ettiğim, çay içtiğim birinin, hangi takımı tuttuğunu bilmiyorsam ben, soramamışsam, didikleyememişsem iki olasılık vardır:
Ya dünyanın en şahane insanlarından biridir, ya da çok erken ölmüştür.
Metin Göktepe için ikisi de geçerlidir.
Hangi takımı tutuyordu öğrenemediysem o gün, soramadıysam, didikleyemediysem bu ikisinden sebeptir.
O kadar şahane bir insandı ki, tanıştığımızda “Bu kadar iyi insan olur mu?” diye düşünmekten futbol filan diye bik bik edemedimdi.
Üstünden başından güzellik akan biriydi.
İyilerin takımını tutuyordu zahir, belliydi. O niye takım tutsundu, bütün takımlar onu tutsa yeriydi. Anlamam için iki bardak çay yetti.
Radyoda maç anlatmak, gözümüzle görmediğimiz bi şeyin, bize ısrarla gösterilmeye çabalanması demek. Kendi gözünle görmediğine başkasının gözüyle inanmak, kulağınla sınamak. Nasıl imkânsız görünüyor. Ne teferruatlı iş.
DENİZ TARAFINA BAKAN KALE
Radyoda maç anlatmak, rakip yarı alanın ortaları demek. Kaleyi tam karşıdan gören bir nokta demek. Dakika ve skor almak demek. İnönü Stadyumu’nu bilenler için söylüyorum demek. Top bi o kalede, bi bu kalede sayın seyirciler demek. Köşe gönderinin bir metre kadar gerisi demek. Radyoda maç anlatmak, deniz tarafına bakan kale demek. Ceza sahası yan çizgisiyle taç çizgisi arası demek. Orta yuvarlağın kendi yarı sahasına bakan dilimi demek. Topu şöyle bi düzeltmek demek. Radyoda maç anlatmak, mikrofonlarımız Adana’da demektir.
GÖZÜ GÖZLE SINAMAK
Televizyonda maç anlatmak, seyircinin de aynı anda, aynı biçimde gördüğü şeyi sanki görmüyormuş gibi anlatmak demek. Gözü gözle sınamak. Ne zor iş. Nasıl gereksizmiş gibi görünen ama yokluğunu düşünemeyeceğimiz bi şey.
Laf söz dinlemeyip de başımı belaya soktuğum zamanlarda ki buna iki üç günde bir, yok yok yalan olmasın şimdi, gün aşırı diyelim, iyi be tamam her gün diyebiliriz “Ulu sözü dinlemeyen ulur” derdi annem. “Ben sana demiştim”in atasözcesi işte. Kendisi de vaktiyle çok duyduğu için en çok kullandığı laflardan biriydi bu bence, zira hiç tekin birisi değildir. Bilge Teyze’yle birlikte Ankara’yı birbirine kattıkları maceraları yazarım bi ara. Çatlarsınız.
Annem, en çok bana ve babama kurardı bu cümleyi. Elbet evimizin “ulu”su oydu ve onu ne zaman dinlemesek babamla birlikte ulumamız fevkalade olasıydı. Annem her defasında haklı olurdu. Mesele her defasında futbol olurdu. Hadise her defasında hastanede son bulurdu.
Aslında o gün hastaneye gitmelik bi şey yapacak bi durumumuz hiç yoktu. Çünkü televizyona yapışmış 1984 Avrupa Futbol Şampiyonası’nı izliyoduk. Yalan: Michel Platini’yi izliyoduk. Yine yalan: Gözümüzü ondan alamıyorduk. Televizyonun karşısına mıhlanmış kalmıştık: Diğerleri kabul edilebilir belki ama bu çok pis yalan oldu: Babamla Platini’yi izleyip izleyip, topu arkamıza alıp şöyle acık dönerek aşırtma vuruşla gol atma taklidi yapıyoduk.
Platini olağanüstüydü. Akıldışıydı. Atılabilecek ve atılamayacak her biçimde gol atıyordu. O attıkça biz de babamla topa bi sağ ayağımızla, bi sol ayağımızla, bi durarak, bi mutfaktan koşarak, bazen uçarak filan vuruyoduk. Lüzumlu hallerde kafa atıyoduk. Platini gibi. Yalnız o penaltıyı kullanmasaydım iyiydi. Çünkü annem maçtan başını hafifçe bize çevirip “Yapmayın” dediydi “Yapmayın. Bak cam çerçeve kırılacak, bi sakatlık çıkacak, evde şu topla oynamayın.”
“Seni evinden aldırırım” konulu mesele yüzünden mahkemelik olan Volkan Demirel ve Yalçın Ayhan’ın maçtan evvel nasıl el sıkışmadığını, Kadınlar Voleybol 1. Ligi’nde Galatasaray ile Fenerbahçe arasındaki maçta; küfür, çakmak ve bozuk paranın nasıl havada uçuştuğunu, Fenerbahçe bayrağının nasıl sökülüp aşağı atıldığını yazacak değilim. Karşılıklı nefrete bak. Maça bak. Spora bak. Elbet Ruhi Sarıalp’i yazacağım. Elbet onun sporculuğunu anacağım.
Sarıalp, 1924 yılında Manisa’da doğar, atletizm sevdası Konya Askeri Lisesi’nde başlar. Sonra İstanbul’a gelir. Haydarpaşa Lisesi’ne. Sonra da Fenerbahçe’nin atleti olur. Büyük aşkı üç adım atlama olan bir sporcu. Yüz metre değil, maraton değil, o değil, bu değil. Üç adım atlama. Herkesin sevdiğinden başkasını sevebilen adam.
ÇELİK-ÇOMAK'TAN ÜÇ ADIM ATLAMAYA
Ne şahane. Üç adım atlamayı sevme nedeni de bi o kadar şahane. “Çelik-çomak” oyununda çeliği almak için atılan üç adımdan gelen bi yakınlık. Oyunu sevmekten gelen. Çocukluktan gelen. Hikâyenin güzelliğine bak.
Bakın aslında, bu “Bilenler bilir” diye başlayan cümleler bana hep çok iddialı gelir. Eminim niyet kötü değildir. Demesi de o değildir cümleye böyle başlayanın. Ama bana öyle gelir işte. Kendini fazla önemseyen bi ifadeymiş gibi gelir. “Cınım, bak sen bilemiyor olabilirsin ama bilinir benim bu özelliğim yağni” demekmiş gibi. Bilenler bilir, benim demem o değil. Ben o şekil kullanmıyorum.
Maradona diyorum, ilk aşkımdır ve ilk aşkı Maradona olan biri, bugünlerde artık, yaşını başını almış biridir. Gençliği ile vedalaşmaya çalışmakta, bi süredir “orta yaş” fikrine alışmaya çabalamaktadır. O benim işte. “Orta yaş”ı ötelemek, kendisinden ve cümlesinden uzak tutmak için tırnak içinde yazması dikkate alınmamalıdır.
Son yıllarda kendime “Elif Hanım Elif Hanım” derim sık sık. “Artık sahalarda akranın topçu kalmadı, hoca oldukları kim bilir kaçıncı futbol sezonu geride kaldı!” Bunu yavaş da olsa kabulleniyor, yaşayıp gidiyorum bi biçimde. Çabalıyorum. Kendimle de “Hanım” diye konuşuyorum evet.
Ama futbolda kabullendiğime basketbol için hazır değilmişim meğer. Kobe Bryant’ın vedasına hazır değilmişim. Ben gerçi Sabonis’le vedalaşmamışım daha, kalkmış ne anlatıyorum burda. Hâlâ Jack Shephard’ın tıp bayramını, Seymen’le Bahar’ın evlilik yıldönümünü, Havva Ana’nın yeni yılını kutluyorum. Dönüp dönüp geçmiş bahar mimozaları kokluyorum. Geride bırakmakta hiç başarılı değilim. Vladimir Kotin diye patenci vardı mesela seksenlerde, nasıl severdim. Tahmin edersiniz ki hala çok severim. Hiç bi zaman olağanüstü başarıları olmadı ama ben hep onu sevdim. Buza ruhunu verebilen patencilerdendi. Heeey hey. Birlikte çektiğimiz fotoğraflar hâlâ duvarımda durur.
Kobe Bryant, sonsuza kadar basketbol oynacak sanıyodum ben. Onu oraya koymuşlar, hep orda duracak, ne zaman baksak oyun kuruyor olacak sanıyodum. Yirmi senedir izliyoruz. Çaylaklığını biliyoruz. Koskoca Michael Jordan’a efelendiği, Jordan’ın otuz altı sayı attığı o acayip maçta, bunun da kalkıp otuz üç sayı attığı gün ordaydık. Olağanüstü smaçlarını gördük. Şampiyonluklarını ve sayı krallıklarını. Yirmi sene. Çok uzun zaman. Bu böyle sonsuza kadar gider sanıyodum.
Kobe de öyle sanıyodu belli ki. Belli ki o da kendini ikna etmek için uğraştı. Öyle kolay olmadı. “Sevgili basketbol” diye başladığı vedasında “Kalbim ve zihnim dayanabilir ancak bedenim artık ‘elveda’ demem gerektiğini biliyor” demek, bu demek. Birbirimize verebileceğimiz her şeyi verdik. İkimiz de biliyoruz ki, sonrasında ne yaparsam yapayım. Ben hep o çocuk olacağım. Çoraplardan top yapan. Köşede bir çöp kovası. Maçın bitimine 5 saniye. Top benim ellerimde. 5.. 4.. 3.. 2.. 1. Seni her zaman seveceğim. Kobe.” demek, bu demek.
Sevgili Kobe, benim kabullenmem zaman alacak ama öyle olsun. Hepimiz biliyoruz ki sonrasında ne yaparsan yap, bizim için hep o çocuk olacaksın. İlk maçından son maçına kadar izlediğimiz, çaylaklığını bildiğimiz, basketbol tarihinin en önemli oyuncularından biri oluşuna tanıklık ettiğimiz çocuk. Top hep sende. Seni her zaman seveceğiz.
Bi hareketi ilk kez yapan sporcu, ona adını verir. O hareket artık, sonsuza kadar o sporcunun adıyla anılır. Şahane bi gelenektir bence.
Buz pateninde çok yaygındır. Hemen hemen bütün temel atlayışlar, adını, atlayışı ilk kez yapan sporcudan alır. Kenan Onuk’un sesiyle hatırlayacağımız “Başarılı bir dabıl eksıl”daki “eksıl” atlayışının isim babası Axel Paulsen’dir mesela. “Üçlü salçov sayın seyirciler” cümlesindeki “salçov”, bu adı İsveçli patenci Ulrich Salchow’dan alır. Ama en meşhuru, lale biçimindeki dönüşü yapan Denise Biellmann’ın harekete “bilman” adını vermesidir herhalde. Devrin buz pateni izleyicisine sorun; önce Katerina Witt, sonra bi daha Katerina Witt, sonra da Denise Biellmann diyeceklerdir.
Başka sporlardan da biliriz. Futboldaki o acayip penaltının, topun dibinden aşırtma vuruşla yapılan “Panenka penaltısı”nın mucidi Antonín Panenka’dır. Topu durdurup pas verecekmiş gibi yapan, sonra bi anda topu bacaklarının arasından arkaya atan Johan Cruyff’un bu hareketine “Cruyff dönüşü” denir. Jimnastik tarihine Ferhat Arıcan’a atıfla “Arıcan hareketi” diye geçen hareketler vardır. Alfred Backhand, tenisteki temel vuruş olan “bekhend”e adını vermiştir.
Şaka şaka. Bi an bi durdunuz ama şöyle. O hareket biliyosunuz “Elimin tersiyle şöyle vurdum topa” anlamındadır.