Herkes şapkasını önüne, elini vicdanına koysun. Kimse kimseyi kandırmaya kalkmasın. Artık herkes kabul etsin; ırkçılık, ayrımcılık ve nefret söylemi ülke sporunun en önemli gizli gündemlerinden biri.
Tribünlerde ve sahalarda şahit olduklarımız memlekette yaşadıklarımızın izdüşümü. Tribünlerin bu ırkçılığı, bu ayrımcılığı, bu nefret söylemini kendi başına yarattığını düşünmüyoruz herhalde. Biz neysek futbolumuz da o.
Yıllarca Diyarbakırspor maçlarından yükselen korkunç tezahüratlar düpedüz ırkçılıktır.
Yoksa da hiç zorlanmam kurarım. Ne gerekirse devreye sokarım. Hiç bi şey bulamazsam oğlanla evin salonunda minyatür kale maç yaparım.
Fakat pazar günlerinin futbolla olan ilişkisini kabul etmek için şahit filan gerekmez. Öyledir. Her günden daha çok futbol günüdür pazar. Yılın derbisi cumartesi de oynansa, şampiyonluk cumadan da belli olsa, kupa pazartesi de kaldırılsa fark etmez. Bunların hiçbiri pazarın futboldaki tahtını zorlayamaz.
Pazar aslında biliyosunuz pazartesidir. Pazartesi yaşanacak tüm sıkıntıları devralmıştır. Pazartesinin kendisi bu kadar sıkıntılı değildir. Pazar şüyuu vukuundan beter günüdür.
O yüzden sıkıntının diğer adıdır.
Bir günlüğüne futbol hala onun bıraktığı gibi bir oyun sanacağım. Bir kere daha o büyük kaptanların; Baba Hakkı’nın, Lefter’in, Metin Oktay’ın, Dozer Cemil’in oynadıkları futbolla centilmenlikleri arasında kurdukları bağa kanacağım.
Hakkı Yeten, 1910 Vodina doğumludur.
Ailesi, o bir yaşındayken İstanbul’a gelir. Baba askerdir. Binbaşı Mahut Nedim Bey. Çanakkale Savaşı’na gider. Bir daha dönmez. Arkasında altı çocuk bırakır. Beş kardeşiyle birlikte İstanbul’da hayatta kalmak zorundadır. Askeri okula yazılır.
Sonra futbol oynamaya başlar. Çeşitli takımlarda oynadıktan sonra Şeref Bey onu Beşiktaş’a alır. Derler ki, isteyeni çoktur ama Şeref Bey çok hızlı davranmıştır.
Aslında sordukları şu: “Nasıl oluyor da başka bir takıma aşkla bağlıyken, taraftarı olmadığın bir takımı yazıyorsun durmadan? Neden sürekli Beşiktaş’a bakıyorsun, neden gözünü alamıyorsun? Ne var?”
Aşk var aşk. Aşka bakıyorum. Beşiktaşlıların, Beşiktaş’ı göğüslerine vura vura sevmelerine bakıyorum. Böyle bir sevmek nasıl bir sevmek diye anlamaya çalışarak bakıyorum. Adını bir türlü koyamadığım, başka sevmelere benzetemediğim sevme biçimlerine bakıyorum.
HANGİMİZ SEVMEDİKAman yanlış olmasın; taraftarlar arası takım sevgisi yarıştırıyor, sonuçları değerlendiriyor ve birinciliği Beşiktaşlılara veriyor filan değilim. Kimim ben bunu yapacak. Ne münasebet. O değil benim demem. Elbet biz de çok seviyoruz, elbet herkes çok seviyor takımını. Gülüyor ağlıyor seviniyor. Onunla yatıyor onunla kalkıyor bazen. Aklını yitiren var. Elbet. Ama Beşiktaşlıların Beşiktaş’ı sevme biçiminde bi başkalık var. Kim ne derse desin var. Onu diyorum, ona bakıyorum, onu yazıyorum.
Ben mesela hayatımda onların Optik Başkan’ı sevdikleri gibi bir sevmek görmedim. “Çok sevdik be abi” bence bu dilde kurulmuş en şahane cümlelerden biridir. Öyle yalın öyle kısacık ama akıl almaz biçimde dolu. Bin tane dize yazsan böyle anlatamazsın. “Çok sevdik” diyor. Daha öte ne diyeceksin. Nasıl diyeceksin. Diyemezsin.
Altınordu Spor Kulübü Başkanı Seyit Mehmet Özkan, on altı yaşındaki futbolcusu Berk Akgönül’e tokat atmış. Özkan “Herkesin başına gelebilecek bu olayı, ben de yaşadım. Yurt dışındaki bir turnuvada, çocuklarımla final heyecanı yaşarken, yıllarca oğlum gibi büyüttüğüm, iyi birey, iyi vatandaş ve iyi futbolcu olmayı öğretmeye çalıştığım Berk’in takım ruhundan, ortak heyecandan ve arkadaşlarından uzak, adeta umarsızca tavrı, bir saniye içinde bende farklı bir ruh hali ortaya çıkardı” biçiminde özetlemiş meseleyi.
Sonra ertesi gün, herkesin önünde atkıyla kendi gözlerini kapatıp, “Sen de bana vur” demiş. Güya gönlünü almış bu şekilde. Özür dilemiş. Röportajda yine özür diliyor.
Bir çocuğa kalkan eli özürle geçiştiremezsiniz başkan. “Herkesin başına gelebilecek bir olay yaşadım” diyemezsiniz. “Hepimiz insanız ve duygularımıza yenik düştüğümüz anlar yaşıyoruz. Bunları törpülemek ve ileride pişmanlık yaşayacağımız her olay karşısında sakinliğimizi korumak gerekiyor ancak insan böyle bir varlık işte” diye bu işten bu kadar sıyrılamazsınız. Özür mühim hadisedir, onu tartışmıyorum fakat sizin özrünüz de bile şiddeti normalleştiren, sıradanlaştıran, “Olabiliyor böyle şeyler işte” diyen çok tehlikeli bir ton var. Çok tehlikeli.
Sayın Başkan, size emanet bir çocuğa hiçbir sebeple vuramazsınız. Kendi çocuğunuza da vuramazsınız. Vu-ra-maz-sı-nız. “Kendimi tutamadım” diye bir şey yok. Bunu bu şekilde normalleştiremezsiniz. Kendinizi tutacaksınız. Bunun tartışılacak, masaya yatırılacak, üzerine konuşulacak bir tarafı yok. Konu kilit.
Sayın Ergin Ataman, Sayın Duygun Yarsuvat, Sayın Yılmaz Vural görüyor musunuz?
Gerçek olamayacak kadar saçma cümlelerin, bi tür şaka olduğuna inanmayı çok istemek herhalde bu. “Şakadır şaka, okuma, daha fazlasını duyma, dinleme, görme” diye geçiştirmek istiyor insan beyni sanırım. Bu tür cümlelere maruz kalan beyin, sahibini bi an için korumak istiyor. Şaka olmadığını biliyo ama sana “Şakadır” dedirtiyor. Beyin müthiş mekanizma.
Beşiktaş Başkanı Fikret Orman, daha evvel de yaptı bunu. Beynimiz o zaman da bizi korumak için “Yok canım dememiştir öyle” diye uyardı. Açtık bi daha bi daha okuduk, dönüp dönüp dinledik. Onun ağzından çıkana bizim kulağımız inanamadı. Bi Bursaspor maçı dönüşünde, yaşananlar üstüne “Bunlar kız gibiler, bireysel olarak karşımıza çıkamazlar” demişti.
ÖZRÜN EFENDİSİ EN YAKINIM OLUR
Bu cinsiyetçi açıklamasına elbette hemen isyan etmiştim. İki satır yazmıştım. Sonra Orman’ın çıkıp özür dilemesini beklemiş, çok bekleyeceğimi kısa zamanda fark etmiştim. Kendisi, topluluk halinde taşkınlık yapanların teke tek kalındığında “Kız gibi anlayışlı” olduklarını anlatmak için öyle dediğini söylemişti. Topu çevirmeyi seçmişti.
Sevdim severim.
Çok futbolcu sevdim; basketbolcu, yüzücü, atlet sevdim. Ama bazılarını bambaşka sevdim.
Sanırım anahtarı zorlayacağım kilit şu bu konuda: Bambaşka sevdiğim o sporcuların her biri, kendinden sonraki kuşakları derinden etkiledi, etkiliyor, sonsuza kadar etkileyecekler belli ki. Sanki biri olmasa diğeri olmayacakmış gibi bi bağ var aralarında. Öyle bi akış. Öyle bi devir daim.
HER ZAMAN VE HER YERDE ARKAMIZDA BİR BEYAZ GÖLGE
Benim basketbolla kurduğum bağın üç kahramanı vardır, çok basketbolcu sevdim ama onları bambaşka:
Evvelce bi yazdımdı. Bi de bunun tam tersi var. Déjà vu’nun tam tersi: “Jamais vu” Hep yaşadığın şeyleri ilk kez yaşıyormuşsun gibi algıladığın, defalarca gittiğin gördüğün yerlerden ilk kez geçiyormuşsun sandığın, ciğerini bildiğin adamlarla yeni tanışıyormuşsun sandığın bi durum.
“Jamais vu” yazılıyo biz “jamevu” diye okuyoruz. Biliyosunuz “şanzelize” diye söylediğimiz şeyi “Champs-Élysées” diye yazıyolar. Güzelim “mösyö” sözcüğü Fransızlara kalsa “monsieur” diye yazılıyo.
Benim de bi Mösyö ahbabım var. Ayberk. Çevirmenler kralı. Tanısanız seversiniz. Ben önce sevdim sonra tanıdım gerçi. Hep öyle yaparım. Siz bana bakmayın. Neyse geçen gün, benim “mazi kalbimde yaradır/ bahtım saçlarımdan karadır/ beni zaman zaman ağlatan işte bu hazin hatıradır” hallerim üzerine konuşurken bu “deja vu-vamais vu” meselesine yakın bi şey söyleyiverdi. Kendisi mösyö olduğundan bana “siz” diye hitap eder. Bi arkadaşımızın anı yaşayabilme, geçmişi geride bırakabilme yeteneğinden söz ederken “Hah” dedi “O sizin tam tersiniz. Ruh tersiniz.”
“Ruh tersi” şahane kavram oldu bence. PSV taraftarlarının yoksul çaresiz savunmasız insanlara yaptıkları o insanlık dışı şeyi görünce aklıma, o taraftarların “ruh tersi” taraftarlık halleri geldi. Her türlü rekabetten azade taraftarlık halleri. çArşı’nın sıklıkla bize yaşattığı insanlık halleri.