ERCAN Kumcu'nun çok isabetli bir kararla alevlendirdiği ‘‘düşük kur, yüksek faiz’’ tartışmasını sürdürüyorum. Çarşamba günkü yazımda, Türkiye'de son 15 yıldır süren, zaman zaman reel olarak yüzde 30'lara hatta daha yükseklere çıkan fahiş faizlerin, gelişmiş ülke merkez bankalarının, enflasyonda artış sinyalleri veren ekonomilerini soğutmak için uyguladığı, maksimum yüzde 8'lik yüksek faizlerden başka bir nebat olduğunu bilhassa vurgulamıştım.
Yazının son paragrafında da, faizleri şirketlerin, iş adamlarının veya devletin ödediği gibi ‘‘genel kabul görmüş’’ bir yanılgıya temas etmiştim. Konuyu irdelemeye, bu noktadan devam edeceğim.
1. Ekonomik tahlillerde, a) devlet, b) şirketler ve c) hane halkı olarak üç kesimin varlığından bahsedilir. Ancak, milli gelir dağılımı analizlerinde devlet ve şirketler denilen kesimler ortadan kalkar. Çünkü, şirketlerin ve devletin yarattığı gelirler de, günün bitiminde hane halkına, yani insanlara intikal eder. Son tahlilde faiz, kişilerin eline geçen bir faktör geliridir. Diğer faktör gelirleri, ücret, kira ve kárdır. Eğer bazı insanlar, yılda yüzde 30 reel faiz geliri alıyorsa, şu sorunun cevabını bulmamız gerekir. Acaba hangi faktör gelirleri düşürülme pahasına bu fahiş faizler ödenmektedir. Şüphe yok ki, bu transferin ana kaynağı ‘‘ücretlerdir’’. Yüksek reel faiz, milli gelir ve özellikle milli servet dağılımını son derece gayri adil hale getirir. Bu başlı başına bir kötülüktür.
2. Rahmetli Turgut Özal'ın icraat yapmak için ‘‘para gelsin de nereden ve nasıl gelirse gelsin’’ şeklindeki batakçı fikirleri yüzünden sermaye hareketleri serbest bırakıldı. Dünya devletleri aynı yıllarda reel olarak yüzde 4-5 faizle borçlanırken, Türkiye bunun yüzde 10 üstünde faiz ödedi. Yüzde 10 faiz, mürekkep hesapla, 14 yılda borcun anaparasını 4'e katlar. Bugün kamu borçlarımızın toplamı 190 milyar dolar dolayındadır. Demekki yılda reel yüzde 10 eksik faizle borçlanabilseydi, yani reel olarak yüzde 5 faiz ödeseydi, kamu borçlarının toplamı şimdi sadece 45 milyar dolar olacaktı. ‘‘Artan kamu borçlarının kaynağı, bütçe açıkları değil, ödenen yüksek reel faizlerdir.’’ Bu, bir haksızlıktır.
3. Bugün ekonomik dengeler bozuktur derken, öncelikle kamu borçlarının milli gelire oranının yüksek olduğu zikrediliyor. Eğer Türkiye'nin kamu borçları, bugünkü seviyesinin dörte veya üçte biri seviyesinde olsaydı, bütçe açıkları olmayacaktı. Böylece ‘‘faiz dışı fazla’’ denen boyunduruk da bu milletin boynuna takılmamış olurdu.
4. Şimdi hep birlikte şu soruya cevap arayalım. Kamu borçlarını, hükümete yapısal tedbirler alması için zaman kazanıyoruz diyerek 14 yılda 4 katına yükselten ‘‘yüksek faiz-düşük kur’’ politikasından daha kötü sonuç veren para politikası ne olabilirdi? Yapmasaydık ‘‘hiper enflasyon’’ olurdu demek bir fehim değil, sadece vehimdir.
5. Yüksek faiz-düşük kur politikası kimsenin tercihi değildi. Bunu kabul ediyorum. Bu politikaya Merkez Bankası adeta sürüklenmiştir. Ancak, para politikası dizayn edenler, eğer izledikleri bu bátıl politikaya bu kadar inanmasalardı, ne 1993-4 de, ne de 2000-1 de döviz satarak ve/veya faiz yükselterek ‘‘döviz fiyatını savunmak’’ üstelik de sonunda en kötü devalüasyonu kabullenmek gibi çifte hataya düşmezlerdi.
Son Söz: MB'de, Türk Parasının Kıymetini Koruma Kanunu yürürlüktedir.