ANAYASA Mahkemesi Başkanı Mustafa Bumin ‘‘Halen mahkememizde 300 dava bekliyor.
Yekta Güngör Özden devrinden kalan davaları yeni bitirdik; bu gidişle iki yıl sonra bu mahkeme çöker’’ dedikten sonra, mahkemenin imkánlarının artırılması talebinde bulunmuş. Mahkemelerin iş yükünün çokluğu, sadece Anayasa Mahkemesi'yle sınırlı değil. Ben bildim bileli, tüm mahkemelerimizin iş yükü çoktur. Bu yüzden, yargı kararları çok geç çıkar. Çok tekrarlanmış deyişiyle ‘‘geç gelen adalet, adalet değildir’’ diye halk da bu durumdan şikáyet eder. İşin garibi, bana işi en az olan mahkeme hangisidir, diye sorsaydınız; cevabım Anayasa Mahkemesi olurdu. Hatta daha ileri gider, Anayasa Mahkemesi hákimlerinin, fazlaca işleri olmadığından, günlerinin çoğunu anayasa hukuku konusunda araştırma yapmakla geçirdiklerini söylerdim. Demek böyle değilmiş.
* * *
İktisatta ‘‘her arz, kendi talebini yaratır’’ diye ilk bakışta anlaması zor bir kavram vardır. Normal olan ‘‘her talebin, kendi arzını yaratması’’dır. Zaten iktisadi faaliyetin böyle oluştuğunu, kendi gözlemlerimizle de biliriz. Nitekim ortaya, yeni bir talep, yani yeni bir mal veya hizmete para ödemeye hazır ‘‘alıcılar’’ çıkarsa, derhal bu alıcıların taleplerini karşılayarak, onların paralarını almaya çalışan yeni ‘‘satıcılar’’ çıkmaktadır. Bu sürecin ikinci aşaması, arzın kendi talebini yaratmasıdır ki, buna ‘‘sebep olunan talep’’ (induced demand) denir. Konumuza dönersek, mesela ülkemizde Anayasa Mahkemesi, seçilmiş iktidarların yetkilerini kısıtlama ihtiyacını gidermek için, 1961 askeri müdahalesinden sonra kurulmuş bir müessesedir. 1961'e kadar, Türkiye yine yönetiliyordu, ama Anayasa Mahkemesi yoktu. O tarihten beri, Anayasa Mahkemesi kurulmuş olduğu için, ortaya Anayasa Mahkemesi'nde görülmesi gereken yeni dava türleri çıkmıştır. Şimdi bu yeni davalar yüzünden Anayasa Mahkemesi işe yetişememektedir. Yani ortada sadece, bu mahkemenin ilk kurulduğu tarihteki giderilmesi gereken kök bir ihtiyaç değil, bu kurumun arz ettiği adli hizmetlerden doğan bir talep patlaması var. Anlaşılan birçok bürokratik örgüt gibi, Anayasa Mahkemesi de ‘‘otonom büyüme’’ sürecine girmiş bulunmaktadır.
* * *
Ancak meselenin vahameti bundan ibaret değil. Türkiye'de mahkemelerin iş yükünün çokluğunun apayrı bir sebebi daha vardır. Bizzat yaşayarak öğrenmişimdir ki; kamu idarecileri, karşılarına çıkan muhataralı bir olayı çözüp de ileride bir soruşturmaya maruz kalmamak için, durumu kendi yetki, ilim ve vicdanları çerçevesinde ‘‘muhakeme’’ edip karar almaktan imtina etmektedir. Sırf bu sebeple, mahkemelere gitmemesi gereken konular, bizzat karar alma sorumluluğunda olan idareciler tarafından çıkmaza sokulmakta ve zorla yargıya intikal ettirilmektedir. Zira, ‘‘aldığı karardan mahkûm edilemeyecek tek makam mensubu yargıçlardır’’. Kısaca kamu yönetiminde, bir vakayı ‘‘muhakeme etmek’’, mahkemelere mahsus bir karar alma süreci haline dönüşmüştür. Karşımızdaki tablo şudur: A) Tüm kritik kararları almak zorunda bırakılan, işi başından aşmış hákimler, B) sorumluluktan kurtulmak için, ya ‘‘bakan imzası’’ ya da ‘‘mahkeme kararı’’ peşinde koşan yüksek bürokratlar. Tabii bunun sonunda bürokraside oluşan yavaşlık, yani ‘‘verimsizlik’’. Bürokrasinin verimsizliği, iktisadi kalkınmanın en büyük engellerinden biridir.
Son Söz: Hukuk devleti, hákimler devleti demek değildir.