İKİ hafta önce dört yabancı iş arkadaşımızla birlikte Ürgüp-Göreme havalisinde iki gün geçirdik.
Yabancı dediğim kişilerin ikisi, Türk şirketlerinin de hisse senetlerini portföylerinde bulunduran uluslararası fonların yatırım uzmanları. Diğer ikisi ise Rusya dahil tüm Avrupa'da, içecek sektöründe üst düzey yöneticilik tecrübesi olan, şimdi de Efes Bira'nın yurtdışı yatırım şirketinin yönetim kurulu üyeliği görevinde bulunan kimseler. Türkiye'ye bundan önce de gelmişlikleri var. Ancak, Ürgüp-Göreme yöresini ilk defa ziyaret ettiler. Bira dahil meşrubat sektörünün dünya trendlerini ve Avrupa'da yatırım fırsatlarını değerlendiren bir toplantı ile enformal görüşmeler yaptık. Zamanımızın çoğunu da çevreyi gezerek geçirdik. Hatta, hep birlikte balona binip, peri bacalarını ve derin vadileri tepeden seyrettik.
Ben Ürgüp-Göreme yöresine, tarihi adıyla Kapadokya'ya, ilki 25 yıl önce olmak üzere birkaç kez gitmiştim. Bu sefer, rehberimiz İrfan Bey sayesinde çevreyi daha bilinçli gezme fırsatını buldum. Ancak esas dikkatimi, hepsi yüksek seviyeli profesyoneller olan yabancı iş arkadaşlarımızın yöreyi, ekonomik ve sosyal veçhesiyle nasıl değerlendirdiklerine yoğunlaştırdım. Bir süre sonra, kendimi onlarla özdeşleştirip sanki ben de yabancıymışım gibi, her şeye yeni bir pencereden bakmaya karar verdim. Birden farkına vardım ki, daha önce bana çok batan bir sürü terslik ve çirkinliği artık görmüyorum. Buna mukabil güzellikler daha fazla gözüme çarpıyor.
Öncelikli tespitim şu: Bölge, turizm sayesinde son derece zenginleşmiş. Sadece yapılan otel sayısı değil, otellerin ve lokantaların kalitesi de çok yükselmiş. Bu değişim yüzeysel diyebiliriz. Değil, yöre halkının oturduğu konutların kalitesi de, eskiye nazaran inanılmaz derecede gelişmiş. Planlı bir şekilde yeni yerleşkeler kurulmuş. Çok ciddi büyüklükte, hiç de azımsanmayacak sayıda müstakil bahçeli konaklar inşa edilmiş ve edilmekte. Bu husus yabancı konuklarımızın çok dikkatini çekti. Anadolu'nun ortasında bir yerde, milli gelir istatistiklerine göre az gelişmiş bir ülkenin, çok da gelişmemiş bir yöresinde ‘‘yüksek burjuva’’ yaşam biçimine benzer bir hayat tarzının işaretlerini görüyorsunuz. Yörenin kentsel alanlarında, hatta kırsal kesimde yollar doğru dürüst kaplandığı için, yağmurdan sonra su birikintileri ve çamur deryaları oluşmuyor. Pek tabii bunda, arazinin jeolojik yapısının da etkisi var. Otobüsten çevrenizi seyreder veya yaya olarak dolaşırken, üstü başı perişan, avurtları çökmüş tek bir insan görmüyorsunuz. Herkesin karnı tok, sırtı pek duruyor.
Açık hava müzesini, tesadüfen 50-60 kişilik bir ilköğrenim öğrenci grubuyla yan yana gezdik. Öğretmenlerinin nezaretinde müze gezen, daha doğrusu yerinde duramayan afacan çocukları gösterip, İrlandalı dostuma; ‘‘Michael, şu çocukların toplu halde bir resmini çeksen ve döndüğünde arkadaşlarına gösterip ‘Bunlar hangi milletten?' diye sorsan ne cevap alırsın’’ dedim. Cevaben, hiç kimse Türk çocukları demez, zengin ve medeni bir ülkenin çocukları der, dedi.
* * *
Bazen kendimize haksızlık ettiğimizi düşünüyorum. Daha doğrusu kötümser olmayı ve her şeyi sürekli eleştirmeyi ‘‘adam olma’’ ile özdeş tuttuğumuzdan, kendimizi yüceltmek pahasına, toplumumuzu acımasızca alçalttığımız kanısındayım. Nasıl bir zamanlar ‘‘Solcu olmak, adam olmaktır’’ diye bir zırva moda olduysa, şimdi de ‘‘Hiçbir şeyi beğenmemek, adam olmaktır’’ ilkesi, ruhumuzu esir aldı. Pek tabii bu tutum, sonunda kendimize olan özgüvenimizi aşındırıyor. Bu da bizi mutsuz ediyor.