1989 yılında yürürlüğe giren 32 Sayılı Kararname, her türlü servet transferlerini, yani yurt dışına para yollanması veya yurt dışından para getirtilmesini serbest bırakmıştı.
Bu kararnamenin müellif mimarı Turgut Özal'dı. Türkiye'nin, devlet memuru olmayan, bilimsel anlamda ilk Merkez Bankası Başkanı Rüşdü Saracoğlu, bu kararnameye karşı çıkmıştı. Ancak Özal‘‘bu bir siyasi tercihtir, karar verilmiştir, siz uygulamayla ilgilenin’’ diyerek tartışmalara bir nokta koymuştu. 1994 ve 2001 krizlerinin çıkmasında ve derinleşmesinde bu kararnamenin çok önemli payı vardır. İstanbul'u ziyaretinde Nobel ödüllü iktisatçı Robert Solow'a‘‘Özel servet transferleri dahil, her tür sermaye hareketlerinin serbest olması, Türkiye gibi yüksek enflasyonlu ülkelerde fiyat istikrarın tesis edilmesinde yani enflasyonun kalıcı olarak düşürülmesine ne gibi bir etki yapar?’’ diye sordum. Gayet kısa olarak ‘‘engel teşkil eder’’ demişti. Şimdi, bu kararnamenin değiştirileceğini öğreniyoruz. Bunda Kemal Derviş'in ‘‘sermaye girişleri kısıtlanabilir’’ şeklindeki son çıkışının da etkisi olmuştur. Gerek, sermaye hareketlerini kısıtlayan 1930'ların Türk Parasının Kıymeti Koruma Kanunu, gerekse bu kısıtları kaldıran 32 Sayılı Kararname, aslında aynı bátıl iktisat inancına dayanır. Eğer yeni çıkarılacak mesela 33 sayılı kararnamenin özünde bu bátıl inanç varsa, yine yanlış yapılacak demektir. İşte bugün açıklamak istediğim esas konu, bu bátıl inancın ne olduğudur.
* * *
İktisadi kalkınma, ‘‘sermaye birikimi’’ demektir. İktisaden az gelişmiş ülkeler, sermaye birikimleri düşük olduğu için yeterince hızlı kalkınamaz. Kalkınamadıkları için de sermaye biriktiremezler. Bu kısır döngüyü kırmak için önce ‘‘yurt içinde teraküm eden sermaye, dışarı kaçmasın’’ sonra da‘‘ülkeye, yabancı sermaye gelsin’’ denir. 32 sayılı kararname, ikinci görüşün ürünüdür. Özal, eğer doğrudan yabancı sermaye yatırımları gelmiyorsa, hiç olmazsa mali yatırımlar (sıcak para) ülkeye gelsin, bu suretle kalkınmayı hızlandırırım diye düşünmüştür. Bugün bile birçok iktisatçının zihninin gerisinde ‘‘ne kadar para, o kadar kalkınma’’ paradigması yatar. Mali yatırımların, yani kısa vadeli yabancı paranın, az gelişmiş reytingi düşük bir ülkeye girmesi için ‘‘teşvik’’ edilmesi gerekir. Teşvik ise yüksek reel faizdir. ‘‘Yabancılara ödenen yüksek reel faiz, bir ülkenin kendi öz sermayesinin hasılasının bir kısmını dışarıya aktarmasıdır.’’ Diğer bir değişle, yüksek reel faiz rüşvetiyle bir ülkeye mali sermaye çekmek, aslında o ülkenin içinden yaratılan sermayenin (ulusal tasarrufların) yurt dışına sızması sonucunu doğurur. Çünkü, yabancı yatırımcılara vaat edilen yüksek reel faizler, bu paraların plase edildiği‘‘reel ekonomide’’ yaratılan katma değerle ödenemez.
* * *
Yüksek reel faizlerin, vaat edilen yüzdede ödenmesi için, vade tarihinde ulusal paranın değerinin düşmemiş olması şarttır. İşte yabancı parayla kalkınma modelininin ikinci tuzağı buradadır. Merkez Bankaları, ulusal paranın değerinin yükselmesinden, enflasyonla mücadele kolaylaştığı için çok hoşlanır. Ayrıca bu durum, dış borçlar küçülmüş izlenimi verir. Ancak aşırı değerlenmiş ulusal para yüzünden, ihracat mutlaka sekteye uğrar, mali kriz çıkar ve büyüme durur. Yetmiyormuş gibi, bu süreçte ulusal tasarruflar bir daha dönmemek üzere yabancı yatırımcılara kaptırılmış olur. Ülke tekrar fakirlik kısır döngüsüne, üstelik daha beter geri döner.