GAZETEMİZİN dün manşetten verdiği haber, beni derinden etkiledi.
Ulusumun geleceği açısından içim umutla doldu. Olay kısaca şöyle: İstanbul'da yaşayan Caferi'ler, 1363 yıldır devam eden bir geleneğin ‘‘özünü koruyup, biçimini’’ değiştirmişler. Bundan 1363 yıl önce, Hz. Muhammed'in torunu İmam Hüseyin ve 71 yakını, Emevi iktidarına karşı bir tehlike teşkil ettiği gerekçesiyle, Hükümdar Muaviye'nin oğlu Yezid'in adamları tarafından öldürülür. İmam Hüseyin'i sevenler, daha doğrusu onun gösterdiği yoldan gitmek isteyenler, bu hadiseden büyük acı duyar ve öfkelenirler. Bu olayı unutmamak ve unutturmamak için, her yıl bir protesto töreni düzenlemeye karar verirler. Bu törenler, katılımcıların kendilerini, kan çıkıncaya kadar zincirlerle dövmeleri biçimine dönüşür. Töreni seyredenlerin, dehşete düşmemesi mümkün değildir. Ne Caferi'lerin dışındaki Müslümanların ne de diğer dinlere mensup olanların, bu tarz bir bir ‘‘hatırla ve hatırlat’’ merasimine sempati duyması mümkün değildir. Hele hele benim gibi ‘‘lá-dîni’’ yani Fransızca'dan dilimize girdiği şekliyle ‘‘láik’’ düşünen ve yaşayan kişilerin, böyle bir tapınmayı veya anma törenini takdir etmesi bir yana, hoşgörmesi bile söz konusu olamaz.
* * *
Bu törenler TV'lerde gösterilmeye başlandığından beri, Caferi'lerin kamuoyundaki imajı ciddi şekilde zedelenmişti. Anlaşılan, bu tarikata mensup aklıbaşında insanlar da, burada bir yanlışlık olduğu kanaatına varmışlar. Bundan birkaç yıl önce, zaten özellikle İstanbul'daki törenlerde kan akıltılması bitmişti. Ancak bu yılki değişim beni coşturdu. Caferiler, tabiri yerindeyse paradigma değiştirmişler. Kendilerini hacamat etme yerine‘‘Kan akıtma, Kızılay'a kan bağışla’’ gibi çağdaş bir yorumla, devrimci bir dönüşüme karar vermişler. Bu değişime önayak olanları ve bunu içine sindirenleri kutluyorum. Üstelik, bu girişim tamamen ‘‘sivil inisiyatif’’le gerçekleşiyor. Adeta inanamıyorum. Yani ortada ne bir yasaklama, ne de bir devlet zorlaması var. İçim, içime sığmıyor.
* * *
Her geleneğin, her merasimin, çıkış noktasında mutlaka bir ‘‘toplumsal fayda’’ gerekçesi vardır. Bu gerekçe, eylemin özünü (amacını veya saikini) teşkil eder. Merasim, (şekil veya biçim) bunun sadece zarfıdır. Kıymeti harbiyesi olan zarf değil, zarfın içindekidir. Eski tabiriyle ‘‘mazruf’’tur. Analitik yani tahlilci düşünmenin esası, ‘‘zarfla, mazrufu’’ ayırmaktır. Buna eskiler ‘‘tecrit kabiliyeti’’ derdi. Müşahhastan, mücerrete gidebilme; yeni değişiyle ‘‘somut olayın içindeki özü, maddeden soyutlayabilme’’ yeteği. Mimarlıkta ‘‘biçim mi, işlev mi?’’ (form or function), hukukta ‘‘saik mi, şekil mi?’’ (motive or form) meselesi, ‘‘biçimin, amaca hizmet etmesi esastır’’ ilkesiyle çözülmüştür. Amaca hizmet etmeyen biçim, amaca zarar verir. Somut kalıba dökülemeyen amaç ise, hiç bir zaman gerçekleşemez.
* * *
Geçenlerde Fettullah Hoca'nın öğrencilerinden biriyle sohbet ediyordum. Kendisine, ‘‘Eğer Fettullah Hoca, İslam'da tarihi bir dönüşüm gerçekleştirmeyi düşünüyorsa işe, kurban bayramını, bugünkü şeklinden kurtarmakla başlasın’’ dedim. Bilmem, kendisinden çok şey mi istedim ?