BUNDAN yaklaşık kırk yıl önce, Arçelik şirketinin verdiği bursla, iş idaresinde uzmanlık eğitimi almak için Amerika'nın Pennsylvania Üniversitesi'ne gitmiştim.
Üniversitenin çeşitli girişlerindeki tabelalarda, üniversitenin adından başka iki yazı vardı. Biri ‘‘Leges Sine Moribus Venae’’ diğeri ‘‘1756'da Benjamin Franklin tarafından kurulmuştur’’ ibaresiydi. Önceleri Latince motto hiç ilgimi çekmedi. Herhalde ‘‘her şeyin hayırlısı’’ gibi aksi várit olmayan bir iyi niyet temennisidir diye düşündüm. Üniversitenin paratonerin mucidi Benjamin Franklin tarafından kurulmuş olmasının neden önemli olduğunu da anlamadım. Sonra, Amerika'nın büyük Doğu üniversitelerinden ilki olduğu halde, buranın bir mederese türevi olmadığının vurgulanmak istendiğini keşfettim. Kramer adında yaşlı bir profesör, uluslararası iş idaresi dersi veriyordu. Yabancı ülkelerde iş yapmanın en riskli yönünün, o ülkenin hukuku olduğunu söylüyordu. Hocaya göre dünyada iki tür yargı sistemi vardı. ‘‘Şekli’’ esas alan yargı, ‘‘gayeyi’’ esas alan yargı. (İngilizce'de ‘‘form’’ ve ‘‘motive’’). Amerikan mahkemelerinin kararlarında ‘‘motive’’ (gaye, amaç, kasıt, saik) esas alınır, Avrupa ve birçok başka ülkede yargıçlar sadece ‘‘şekle’’ bakar derdi. Son kırk yıl içinde beynelmilel ticaret hukukuna Amerikan anlayışı ve yöntemleri hákim oldu. Bu mesele büyük çapta halloldu.
* * *
Serbest pazar sisteminin, ancak ‘‘Kanun Hákimiyeti’’nin (Rule of Law) mevcut olduğu topraklarda iyi sonuçlar sağlayabileceğini sık sık tekrar ediyorum. Serbest pazar sisteminin, Türkiye'de halkın refahını sağlayamamasında, ‘‘şekil’’ üzerine alınan yargı kararlarının yarattığı ortamın ciddi etkisi olduğu kanaatindeyim. Türkiye'de trilyonlar hortumlayan sahtekár işadamlarının, bizlere nanik yaparak ortalarda dolaşmalarına imkán sağlayan yargı kararları karşısında ileri sürülen bir argüman var: ‘‘Hákimler ne yapsın? Onlar, yürürlükteki yasalara göre karar vermeye mecbur. Maalesef, kanunlarımızda çok boşluk var. Bu yüzden alınması gereken alınamıyor.’’ Kesinlikle katılmadığım sav, işte budur. Hiç kimse, hákimlerden yasalara aykırı karar vermesini istemiyor. Sadece şekle takılıp kalmamalarını istiyor. Hákimlerin ‘‘kanunun etrafından dolaşanları, şekil şartlarını yerine getirip, gayri meşru gayelerini gerçekleştirenleri’’ teşhis edip mahkûm etmesini istiyor. Kendisi on milyon dolarlık yalıda keyif sürmeye devam ederken, gecekonduda oturan çulsuz çaycısını idare meclisi başkanı yapan işadamının, ‘‘Ben sadece hissedarım, alınan kararların altında imzam yok, beraatimi talep ediyorum’’ savunmasını yutmaması için yalvarıyor. Şunu soruyoruz: Hortumlanan bankanın ‘‘nihai menfaattarı’’ (ultimate beneficiary) patronlar, süper lüks hayat yaşarken, ‘‘işlemlerde usul hatasına rastlanmamıştır’’ diye halkın 20 milyar dolarının talan edilmesini takipsiz bırakıp, millete bir bardak soğuk su içirmek mi ‘‘hukukun üstünlüğü’’ oluyor?
* * *
Benim muhkem kanaatim, bu topraklarda ‘‘uygulanan hukuk’’la, ‘‘uygulanan dinin’’ aynı mantıksal ve matematik kurguya sahip olduğudur. Tabiri caizse, Türkiye'de hukuk değil, ‘‘laik şeriat’’ geçerlidir. Hüner hileyi kitabına uydurmaktır. Hepimiz, dinden ve hukuktan çok korkuyor, ama saygı duymuyoruz. (Yazının son sözü, başlığın mealen karşılığıdır.)