ÇARŞAMBA günkü yazıda, kamunun dış borçlarının ‘‘milletin’’, yabancılara ödemesi gereken bir borç olduğunu, buna mukabil iç borçların ‘‘milletin birbirine’’ borcu olduğunu söylemiştik.
Bunun anlamı şudur: Dış borçların geri ödenmesi, yani dış borç stokunun azaltılması sırasında, o ülkenin ‘‘harcanabilir milli geliri’’ düşer; halbuki iç borçların geri ödenmesi (iç borç stokunun azaltılması) sürecinde, harcanabilir milli gelir düşmez. Sadece, harcanabilir milli gelir dağılımı değişir. Borç stokunun azalması için, devletin faiz ödemeleri dahil, her tür harcamayı yaptıktan sonra ‘‘bütçe fazlası’’ vermesi gerekir. Borç stoku, ancak reel bütçe fazlasıyla düşürülür. Devlet, özellikle kayıtdışı işlemlerin yüksek olduğu ülkelerde, mesela Türkiye'de, vergilerin çoğunu ‘‘dolaylı’’ yollarla alır. Devlet gelirlerini artırmak isterse, mesela akaryakıta, elektriğe, telefona, içki ve sigaraya zam yapar. İthalde ve dahilde alınan KDV'yi artırır. Bu dolaylı vergilerden kimsenin kaçınması mümkün değildir. Yani bu vergileri milletin tamamı öder. Diğer taraftan devlet giderlerini kısmak isterse, öncelikle yatırım harcamalarını ve sosyal transferleri keser. Bu iki yolla elde edilen ‘‘bütçe fazlası’’ ile devlet, ödünç aldığından fazla itfa yaparsa, net olarak ‘‘fakirden zengine‘‘ bir para akımı yaratmış olur. İşte iç borç stokunu azaltmanın siyasilere zor gelen ekonomi politiği budur.
* * *
İç borç meselesi, geçmişe nazaran günümüzde daha da karışık hale gelmiştir. Kısaca, iç borçla dış borç birbirine karışmıştır. Bugünkü dış borç stokunun bir kısmı iç borçtur. Yani alacaklısı, Türkiye'de mukim Türklerdir. Hakeza, yıllarca iç borç olarak tasnif edilen kamu borcunun bir kısmı da aslında ‘‘dış borç’’tu. Yani alacaklısı, yabancı ülkelerde yerleşik yabancılardı. İç borç meselesini daha da karmaşık hale getiren ikinci husus, kamu borçlarının önemli bir kısmının geçmiş yıllardaki ‘‘faiz dışı bütçe açıklarından’’ doğmamış olmasıdır. Doğrudur; ortada bir ‘‘ilk günah’’ vardır. Ama, kamu borçları, ‘‘çok yüksek reel faizler’’ yüzünden büyük çapta kendi kendine üremiştir. Bunun sebebi de yıllarca Türkiye'ye hákim olan batıl bir iktisadi inançtır. Bu iktisadi anlayışa göre, kaçınılması gereken tek husus ‘‘devalüasyon’’dur. Yani Merkez Bankası, asla ve asla devalüasyona gitmemelidir. Bu saplantı, 1980'den önce DÇM (Dövize Çevrilebilir Mevduat-sıcak paranın Arapçası) belasını, 1989'dan sonra ortaya ‘‘dövizi tut, faizi sal’’ politikasıyla birlikte sıcak para illetini çıkarmıştır. İsterseniz bu itikada ‘‘haddi faiz yoktur, haddi döviz vardır’’ ilkesi diyelim. Bu ilke, zihinleri o kadar kilitlemiştir ki, 2000 Kasım'ından 2001 Şubat'ına kadar, zaman zaman yüzde 7000'e varan fahiş faizlere rağmen, Merkez Bankası çıpadır diye döviz fiyatını savunmayı sürdürmüştür. İşte bu tutum yüzünden, ‘‘sıcak para’’ Türkiye'yi avlak sahası bellemiş ve her zaman voli vurmuştur. Süper faizli iç borç káğıtlarına yatırım yapan sıcak para, elde ettiği süper faizlerle, çan çala çala gelen devalüasyonlardan önce, burnu bile kanamadan yurtdışına kaçacak zamanı bulmuştur. Onlar salim limanlarına geri dönmüş, geriye devasa bir iç borçla boğuşan zavallı bir ekonomi kalmıştır.