HATIRLAYACAĞINIZ üzere bundan bir süre önce, Türk Hava Yolları'ında yönetim değiştirildi.
Çünkü iktidara yeni bir parti geldi, yani patron değişti. Eh, patron değişince de, yeni patronun adamları iş başına gelir. Bunda şaşacak bir şey yok. Benim onaylamadığım husus, yeni patronun THY'nin stratejisini değiştirmesidir. THY bir süredir kára odaklanmıştı. Bu gerekçeyle, filosunu küçültmüş, örgüt yapısını yalınlaştırmış ve ekonomik çalışmayı ilke edinmişti. Nitekim bu kriterlere göre, son yıllarda gayet başarılı bir performans sergiledi. Bu stratejinin gerekçelerinden biri de THY'i ‘‘iyi fiyatla’’ satılabilir hale getirmekti. Çünkü THY, özelleştirilecek devlet şirketleri arasındaydı. Zaten özelleştirmeyle ilgili ilk adımlar atılmıştı. THY'nin hisseleri çoktandır borsada işlem görüyordu. THY bir anonim şirketti ve hakim hissesi, yerli veya yabancı özel bir kişiye satılınca özelleştirilmesi bir anda halledilecekti.
* * *
THY ile ilgili alınan kararlardan anlıyoruz ki, yeni patronun stratejisi THY'i özelleştirmek değil, DHY haline geri götürmek. Önce uçuş noktalarını arttırma ve otobüs fiyatına yolcu taşıma hedeflerini açıkladı. Bu iki hedefin cebirsel sonucu belliydi: THY büyümeliydi. Büyüme, harekettir. Hareket de berekettir. Nihayet çoktandır beklenen bomba proje geçen hafta basına açıklandı. ‘‘THY, 57 yeni uçak alıyor.’’ Bu açıklama, özelleştirmenin sonu demektir. Eğer özelleştirme hedef olsaydı, böylesi bir büyüme projesinin kararı, yeni sahibe bırakılmak gerekirdi. Bu karar, istikbale bir ipotektir.
* * *
Bir yöneticiyi mutsuz eden ve en çok yoran iş, şirketin verimliliğini arttırıcı tedbirleri hayata geçirmektir. Yöneticileri ve patronları hayatta en çok tatmin eden uğraş ise ‘‘yatırım yapmaktır’’. Özellikle de inşaat ve yabancı ülkelerden makine-teçhizat almak. Halk ağzıyla söyleyelim, alışverişe çıkmanın ‘‘dadına doyulmaz’’. Hele hele bir devlet şirketi olarak, yani netice itibariyle devleti borçlu hale getirerek 57 uçak alacağız diye piyasalara çıktınız mı, itibarınız o kadar artar ki, siz bile kendinizi tanıyamaz hale gelirsiniz. Bütün çalışma arkadaşlarınız da çok mutlu olur. Sürekli dış temaslar, tetkik gezileri, gayet görkemli ağırlanmalar inanılmaz derecede doyurucudur. Hele hele iş, fiyat pazarlığına geldi mi, mesleki tatmin doruk noktasına çıkar. Önce, yetkisi sınırlı yöneticiler, satıcı tarafları yorucu ve birbirine kırdırıcı pazarlıkları yapar. Sonra ikinci kademe devreye girer ve elemeyi yapar. Sona kalan satıcı ‘‘patron’’un karşısına çıkarılır. O da yumruğunu masaya vurarak en son indirimleri alır ve işi bağlar. Dikkat ederseniz, milyar dolarlık satınlamalar, yolsuzluk yapmanın kestirme yoludur gibi bir söz etmedim. Bu babda hiç endişem yok.
* * *
Nedense, bizim bakanlarımız ‘‘bakan’’ değil, ‘‘yapan’’ olmak ister. Bu dün de böyleydi, bugünde böyle. Serbest pazar ekonomisinde (ki, bu halkın refahını en fazla arttıran sistemdir) bir hükümetin bakanları, kendilerini telefon, demiryolu veya havayolu şirketinin idare meclisi başkanı yani patronu olarak görmez. Bakanlar, bu işlerin özel kişiler tarafından doğru dürüst bir şekilde yapılmasına bakar. Názır, yani bakan demek budur.
Son Söz: Bakan değil yapan olmak isteyenler, siyasete değil, ticarete atılmalıdır.