Ancak söylenenleri not ediyor ve sırası geldiğinde bunları irdeliyorum. Başbakan, geçen hafta içinde yaptığı bir torba konuşmada halkı bankalara karşı kışkırtmak için milyon yerine, trilyon dedi. Konuşmasının iki amacı vardı. Birincisi, “faiz lobisi” içinde gördüğü bankacılara gözdağı vermek, diğeri mevduat sahiplerini özel bankalardan kamu bankalarına yönlendirmekti. Söyledikleri hem yanlıştı hem de serbest rekabete aykırıydı. Konuşmasını “kredi kartları kullanmayın” diye bağlaması, kendi izlediği iktisat ve maliye politikasına aykırıydı. CHP Genel Başkan Yardımcısı Sayın Öztrak da sırf Başbakan’a karşı bir şey söylemek için “kredi kartı kullanmasa vatandaş geçinemez” diyerek tam anlamıyla saçmaladı.
LOBİLER SAVAŞILobicilik Amerika’dan ithal bir deyimdir. Eskiden buna “kulis faaliyeti” denirdi. Kısaca “yetkilileri etkileme” demektir. Bunun içine, medya üzerinden kamuoyu oluşturma da girer. Bizatihi lobicilik kötü bir şey değildir. Mesele, lobinin ne amaçla yapıldığıdır. Mesela birileri beni “devalüasyon lobiciliği” yapmakla suçlayabilir. Çünkü ben, Türkiye’nin “dış-borç-kolik” olmaktan kurtulmasını istiyorum. Bunun için de TL’nin değer kaybetmesi gerektiğine inanıyorum. Buna mukabil Merkez Bankası dâhil Türkiye’nin tüm bankacılık sektörü, TL faizlerinin Türkiye’ye sıcak para akışını teşvik edecek kadar yüksek olmasını istemektedir. Eğer faiz lobisine kimler girer diye sorulsa, cevabım “finanse edildiği sürece cari açık sorun değildir” diye düşünen ve konuşan herkes girer derim. “Faiz Lobisi”nin baş aktörü, 10 yıllık icraatıyla AKP’nin ta kendisidir.
BANKALARIN HİZMET GELİRLERİBankaların iki temel işlevinden biri, tasarrufları bir havuzda toplatıp, kredi olarak ekonomiye sunmaktır. Diğeri de alıcının satıcıya yapması gereken “ödemeyi” nakit para kullanılmadan “bilişimle” sağlamaktır. Üstelik bu yöntem, ödemeleri kayıt altına aldığı için “vergi denetimi” açısından çok yararlıdır. Ayrıca unutulmasın, bankalarının hizmet gelirlerinin yüksek olması kötü değil, iyi bir şeydir. Kredi faizlerini düşük tutmalarına yarar. Yeter ki “hizmet fiyatları” serbest rekabet altında saptanmış olsun. Küçük bir bilgi: Kredi kartı faizleri, faiz geliridir. Başbakan’ın bahsettiği 600 trilyon (!) “faiz dışı gelire” kredi kartı gecikme faizi girmez.
Son Söz: Kamu bankası, banka değil, devlet dairesidir.
Çünkü netice itibariyle dinler, bu dünyayı düzene sokmak için vardır. Şeriat, yani ayet, hadis ve icmâ-i ümmet esaslarına dayanan din kuralları bu dünya için geliştirilmiştir. Tanrı buyruğu bunun için yeryüzüne indirilmiştir. Dini irşatlar, zamanlar üstüdür. Dolayısıyla İslam’ın günümüzün trafik düzeni hakkında da emirleri vardır ve olmalıdır. Bu emirlere uymayanların da kusurlu veya günahkâr sayılmaları gerekir. Öyle ise, Müslümanlar “trafik günahı” işlemekten kaçınmalıdır.
TRAFİK HUTBELERİ
Bir sosyal bilim öğrencisi olarak, genelde dinleri ve özelde İslam’ı anlamak için çok kafa eskittim. Ama ben dindar değil, laik bir insanım. Dolayısıyla benim İslam ve İslami hayatla ilgili yazılarımı lütfen hoşgörüyle okuyun. Talebim
şudur: Lütfen din bilginlerimiz, dini mesajların daha can kulağıyla dinlendiği ramazan ayında ve her cuma milyonların dinlediği hutbelerde İslami Trafiği anlatsınlar. Ama öyle “İslam’da kul hakkı esastır, insan hayatı kutsaldır” gibi genellemeler istemiyorum. En az kurban nasıl kesilir, Hac farizası nasıl eda edilir, abdest nasıl alınır,
namaz nasıl kılınırı anlattıkları kadar ayrıntılı bir biçimde İslami trafik kurallarını ve bunlara uymayanlara verilecek İslami cezaları tek, tek açıklasınlar. Takva sahipleri bunları bilmek ister.
Bunun için dünyanın her yerinde bulunan bir hamburgerin yerel fiyatı ile Amerika’daki fiyatını “ABD Doları” cinsinden hesaplayıp kıyaslar. Ben dahil ekonomi yorumcularının çoğu, bu faydalı ve pratik endekse mutlaka bakarız. Ancak, bu “The Big Mac Index”i, “döviz kuru-cari açık” ilişkisine ışık tutmakta yetersizdir.
DÖVİZ KURUNUN DÜŞÜK VEYA YÜKSEK OLDUĞU NEREDEN ANLAŞILIR
Bana göre bu sorunun tek bir cevabı vardır. Bir ülkenin ulusal parası, ticari ilişkilerde bulunduğu ülkelerin para birimlerine göre “aşırı değerli” (overvalued) ise, o ülke sürekli cari açık verir. İsterseniz cümleyi tersten kuralım. Eğer bir ülke sürekli cari açık veriyorsa, o ülkenin ulusal parası, ticaret yaptığı ülkelerin para birimlerine göre olması gerekenden daha değerlidir. Kısaca: Bir ülke parasının aşırı değerli olup olmadığı, cari açığından bellidir. Bunun dışında işe yarar başkaca bir gösterge yoktur. Hamburgerin veya bir başka mal veya hizmetin, İsviçre’de Amerika’ya veya diğer ülkelere göre daha yüksek dolar fiyatıyla satılması, İsviçre Frank’ının “aşırı değerli” olduğu anlamına gelmez. Çünkü İsviçre sürekli cari fazla vermektedir. Hakeza aynı kalitede hamburgerin Hindistan’da, Amerika’ya göre daha düşük dolar fiyatla satılması, Hindistan parasını “düşük değerli” yapmaz. Çünkü Hindistan cari açık vermektedir. Buradan kalkarak, İsviçre Frank’ı üzerinde bir devalüasyon baskısı yoktur hükmüne varılır. Tam tersi, Hindistan için geçerlidir. Yani Hint parasının üstünde devalüasyon baskısı vardır.
ENFLASYON FARKI DEVALÜASYONU BELİRLER
Bir ülkenin para birimi (örnek: Türkiye için TL) nasıl “aşırı değerli” hale gelir? Anlatayım: Bir ülkenin cari işlemler dengesinin “sıfırlandığı” yıldaki genel fiyat düzeyini “100” kabul eldim. Hakeza “50 Dolar Cent artı 50 Avro Cent” oluşan döviz sepetinin ulusal para birimi cinsinden karşılığına da “100” diyelim. Eğer, belli bir dönemde o ülkedeki “enflasyon” yani genel fiyat düzeyi yüzde 60, buna karşılık döviz sepeti sadece yüzde 20 artmışsa, o ülkenin para birimi “aşırı değerli” (overvalued) hale gelmiş demektir. Buradan çıkarılabilecek sonuç şudur: Cari işlemlerde dengeye gelmek için ya iç fiyat seviyesi düşecek yani “deflasyon” olacak, ya da ulusal para birimi “devalüe” olacaktır. Aksi takdirde cari açık kapanmaz.
Ben bunu yeni öğrendim. Zombi, “yaşayan ölü” demektir. Aziz Nesin’nin ilk kez radyo için kaleme aldığı “Yaşar, ne yaşar ne yaşamaz” adlı bir oyun vardı. “Ne yaşar-ne yaşamaz” zombinin bir türüdür. Demek ki bir yerde demokrasi “hem var-hem yok” olabiliyor. Halbuki mantık bize bir şey “ya vardır-ya yoktur” der. Bu yaman çelişki “şey”in (mesela demokrasinin) tanım farkından doğar.
YÖNETİM Mİ,YÖNETİŞİM Mİ?
Amerika’nın nüfusu 1860 yılında sadece 31 milyondu. Bu ülke 1861-1865 yılları arasında en az 620 000 kişinin öldüğü çok kanlı bir içsavaş yaşamıştır. Savaşın sona erdiren Abraham Lincoln, sadece bir sayfa uzunluğunda olan ünlü Gettysburg Söylev’inin sonunda “Halkın, halk için, halk tarafından yönetilmesi için kurulan hükümetler ilelebet payidar olacaktır” der. Bu önerme, demokrasinin tarifi olarak da kabul edilir. Bu cümledeki kritik kelime “people” yani “halk” tır. Yani ilelebet payidar olacak hükümet, halk tarafından seçilen değil, “halk” hükümetidir. Demek ki
Lincoln, halkın hükümet etmesini öngörmektedir.
Öyleyse demokrasi bir “yöneten seçme” süreci değil, bir yönetişim sistemidir.
Birincisi, kısa vadede olumlu sonuç veren bir önlem, uzun vadede olumsuz sonuçlara sebep olabilir. Mesela “sıfır reel faiz”, ekonominin durgunluktan çıkmasına iyi gelir. Ancak uzun süre reel faiz sıfır dolayında kalırsa hükümette, iş adamlarında ve halkta “borçtan korkmama” huyu gelişir. Bu da kamuda rantabl olmayan “çılgın projelere” girişilmesi sonucunu doğurur. Ayrıca arsa-borsa fiyatları balon yapıp patlamasına sebep olur. Geliri giderini karşılamayan yatırımlar, finansman maliyeti sıfır olsa bile, yatırılan anaparayı geri ödeyemez. Olimpiyat tesisleri gibi yatırımlar, ülkelerin başına beladır. İktisadi olayları izlerken kavranması daha güç olan ikinci ilişki, “sebeple-sonucun” birbirini kovalamasıdır. Bu hale “sarmal” denir. “Ücret-fiyat” ve “devalüasyon-enflasyon” en sık rastlanan, durdurulması çok zor belalı sarmallardır.
ENDEKSLEME
Sarmalları yaratan ve sürdüren politikaya “endeksleme” denir. Mesela “enflasyon kadar ücret zammı” politikası en masum görünen muzır bir endekslemedir. Endeksleme ile ekonomiyi yönetmenin ustası (!) ve kurbanı Brezilya’dır. Bu yüzden 60 yıldan fazla yüksek enflasyon illetinden kurtulamadılar. Bu dönemdeki Brezilya’nın maliye bakanlarından biri “enflasyonla mücadele edemiyorsan, onunla birlikte yaşamasını öğren” diyerek endekslemenin kitabını yazmış ve çuvallamıştı. Brezilya’da bir süre mevduatının anaparası bile enflasyona endekslenmişti. ODTÜ mezunu Profesör Dr.İbrahim Eriş (1944 Bafra) bir süre Brezilya Merkez Bankası başkanlığı yaptı. O, bu endeksleme belasını iyi bilir. Dr. Eriş, yurda son gelişlerinden birinde Türkiye’de ölçme birimi olarak Dolar veya Avro kullanılmasının fiyatları “dövize endekslemek” anlamına geldiğini bundan vazgeçilmesi gerektiğini söylemişti.
DÖVİZ FİYATLARI ARTIŞI ENFLASYONU YÜKSELTİR
Döviz fiyatları artışının enflasyona sebep olmasına “geçiş” deniyor. Merkez Bankası bunu % 15 olarak hesapladık demişti. Bu kabil ilişkiler pek hesaba gelmez. Geçmişte gözlemlenen bir oranın gelecekte aynen tekrar edeceği varsayılamaz. Çünkü ekonominin seyrini “geçmişte olanlar değil, geleceğe dair beklentiler” belirler. Doların yükselişi, enflasyonu; o da ücretleri etkileyecektir. Etkinin sınırlı kalması ve ilişkinin bir sarmala dönüşmemesi için bugünden tezi yok, halka bu yıl “reel gelirlerin” düşebileceğini söylemek gerekir.
Son Söz: En kötü vaat, tutulamayacak olandır.
Köy kökenlidir ama Cumhuriyet ona, özgüveni çok yüksek bir kentli olma fırsatı vermiştir. “Laik Müslüman” dır. 27 Mayıs darbesinde iktidardan indirilen siyasi iradeyi, iktidara geri taşımıştır. Bir siyasetçinin başına gelebilecek her şey, onun başına gelmiştir. Demirel’in bazı sözleri, söylendiği gün hafife alınsa bile “zamanlar üstüdür”. Çünkü dedikleri, hayatın kendisidir. Hayat ise, en hayalperestin bile hayal edemeyeceği kadar çok sürprizlerle doludur. Bugünlerde onun “Siyasette 24 saat bile uzun zamandır” sözü aklımdan çıkmıyor. Son bir ay içinde ne kadar çok şey oldu değil mi?
BİLİN BAKALIM: DÜNYANIN 5. BÜYÜK ÜLKESİ KİM OLACAK?
1970’li yıllarda İran Şahı Rıza Pehlevi, petrol fiyatlarının hızlı artışını örgütleyerek ülkesini bol paraya kavuşturmuştu. Akan paradan cesaret alarak, Batı gazete ve dergilerine verdiği ilanlarla “Dünyanın 5. büyük ülkesi kim olacaktır” sorusunu soruyor ve İran olacaktır cevabını veriyordu. Şah demokrasiye inanmıyordu. Diktatörlük meşalesi, Batı’nın püflemesiyle söndü. İran’da bir “İslami inkılâp” oluştu. Ama bu sefer de İslamistler Batı’nın başına bela oldu. Neyse. İran bugün, yüzde 100’ü aşan enflasyonu ve kuruyan döviz kaynaklarıyla, fakirleşen “petrol zengini” bir ülkedir. Eski Tahran Belediye Başkanı Dr. Mühendis “sert adam” Ahmedinejat gitti. Yerine Batıcı “Ilımlı Molla” Hasan Ruhani Cumhurbaşkanı oldu.
DÜNYA’NIN 10. BÜYÜK EKONOMİSİ KİM OLACAK?
“Kemalizm, Türkiye’ye giydirilen bir deli gömleğidir” diyen Batı, bu gömleği Türkiye’nin üstünden çıkaracağına inandıkları R.T.Erdoğan’ı bağrına bastı. O’na AB’nin kapısını araladı. Karşılığında Erdoğan’dan Türkiyeli Kürtlere ve Kıbrıslı Rumlara istediklerini vermesi ricasında bulundu. Bunlar olursa sıcak-soğuk yabancı para Türkiye’ye akacaktı. Halkı sıkıntıya girmeden (yani ulusal tasarruf oranı artmadan) millet hızla zenginleşecekti. İnanışa göre “yabancı para ile ustanın aklı” birleşince, Türkiye Dünya’nın 10. büyük ekonomisi olacaktı. Bunun için, birinci 10 yılda başbakan olan Erdoğan’ın, ikinci 10 yılda başkan olması şarttı. Bu arada “sessiz İslami devrim” de planlandığı gibi gelişiyordu. Derken hiç beklenmedik bir şekilde ortaya bir Gezi Parkı direnişi çıktı. “Kusura bakmayın ben değişmem” diyen Erdoğan’ın kusuruna Batı baktı. Gezi direnişi Kürt açılımında inisiyatifin elden kaçmasına sebep oldu. Parasal rüzgârlar ters esmeye başladı.
Diyeceksini ki, değinsen ne yazardı. Çok şey yazar. Tabii, okurun, yazının muhatabı olarak kendisini görmesi şarttır. Eğer “pek doğru şeyler yazmışsın; inşallah bunları bencil, şımarık ve şirret sürücüler okur da ibret alır” derseniz yazının hiç faydası olmaz. Amerika’da sürücülere iki sorulu bir anket uygulanmış. Anket şöyle: “10” en iyiyi, “0” en kötüyü gösteriyorsa, siz kendi şoförlüğünüze kaç, yollardaki diğer şoförlere ortalama kaç not verirsiniz? Tahmin edeceğiniz gibi, kişiler kendilerine yüksek, diğerlerine düşük not vermişler. Aslında hepimiz “diğer” şoför değil miyiz?
YAZIM MECLİS’TEN İÇERİ
Yıllar önce Pera Palas otelinde Rotary Kulüp üyeleriyle trafik ahlakı üzerine bir söyleşi yapmıştım. Konuşmama “burada söz, meclisten içeridir” diyerek başlamış ve şöyle devam etmiştim: Bu sohbetten toplum yararına bir fayda çıkma ihtimali varsa, bu ancak toplantıya katılanların davranış değiştirmesi sonucu hâsıl olabilir. Bu toplantıda bulunmadığı için konuşmaları dinleyemeyen “dışarıdakilerden” zaten davranış değiştirmesini bekleyemeyiz. Katılanlar bu sözlerimden hiç memnun kalmamıştı.
PARK YASAĞI, ŞEHİR İÇİ TRAFİK DÜZENİNİN ESASIDIR
Mademki daha fazla doğrudan demokrasi yani “katılımcı yönetim” istiyoruz, öyleyse trafik tıkanıklığı sorununun çözümüne biz de katkıda bulunalım. Mesela “PARK YASAKLARIN UYALIM-HELE HELE FLAŞÖR YAKIP İKİNCİ SIRA HİÇ PARK ETMEYELİM”. Şunu aklınıza yazın. Ne belediyenin ne de trafikçilerin kent içindeki trafik sıkışıklığını çözmek gibi bir amacı var. Çünkü onlar sizi seviyor ve “halk bugünkü gevşeklikten memnun” diye düşünüyor. Yoksa yasakları uygulanarak şehir içi ulaşım hızını yüzde 30, hatta yüzde 50 artırılabilirlerdi. Hesap basit: Üç şeritli bir yolun bir şeridi cebren ve hile ile otopark haline sokulmuşsa, o caddenin kapasitesi yüzde 30 azaltılmış olur. Otoparklaştırılmış şerit tekrar yola dönüştürülürse, kapasite yüzde 50 artar. Bunun için park yasağına uymayanlara para cezası yazmak yeter. Araç çekerken yolları tıkayan “çekicilerle” sorunu çözümsüz hale getirmenin âlemi yoktur. Sevgili özel araç sahibi okurlarım! Park yeri bulamayacağınız yerlere otomobilinizle gitmeyin. Gitmeyin ki, yollar hem genişlesin, hem tenhalaşsın. Böylece taksiler, otobüsler daha sık sefer yapsın. Göreceksiniz siz bile, çok daha çabuk, gitmek istediğiniz yere varacaksınız.
Çünkü bu politika, döviz fiyatlarının “olması gereken” düzeye çıkmasına hizmet edecektir. Döviz fiyatlarının olması gereken düzeye yaklaşıp yaklaşmadığı da “cari açığın” azalıp azalmadığından anlaşılır.
KUR SAVAŞLARI
“Kur Savaşları” diye bir deyimi duymuşsunuzdur. Bu savaş ülkelerin ulusal paralarının değerini düşük tutup ihracatta avantaj sağlamaya çalışması demektir. İşin savaşa dönüşmesi “mukabele-i bilmisil”den çıkar. Savaşı önlemek için bir anlaşma yapılır. Ülkeler birbirine “Sen devalüasyon yaparsan, ben de aynen mukabele ederim”der. Sonuç sıfıra sıfır, elde var sıfır olur. Nispi rekabet gücü değişmez. Bu gerekçeyle ülkeler, devalüasyonla rekabet gücü kazanmaya çalışmama noktasında anlaşılmıştır. IMF’nin kuruluş gerekçelerinden biri de zaten kur savaşlarını önlemektir.
EKONOMİDE KIRILGANLIK
Kırılgan, sağlam duruyor ama bir darbede parçalanır demektir. Türk ekonomisi kırılgandır. Sebebi, ekonomisinin çarklarının “sıcak parayla” dönmesidir. Türkiye, dövizin hep ucuz olmasını istemiştir. Çünkü “ucuz döviz” ekonomiye performans arttırıcı doping etkisi yapmaktadır. Ucuz döviz sayesinde yatırım maliyeti düşmekte, miktarı artmakta dolayısıyla milli gelir büyümektedir. Ucuz döviz sayesinde refah artışı, milli gelir artışından daha hızlı olmakta, enflasyon dizginlenebilmekte, işsizlik dayanılabilir düzeyde kalmaktadır. Gelir dağımı düzelmekte, servetini dolarla ölçme alışkanlığı olan halkta “zenginleştim duygusu” köpürmekte ve kendini olduğundan daha başarılı görüp mutlu olmaktadır. Ne var ki bu “bereket döngüsü” bir olayla kırılmakta ve ülke aniden devalüsasyon-enflasyon-yüksek faiz “kısır döngüsüne” girmektedir.