11 Haziran 2003
<B>GEÇEN</B> hafta, Petkim'in özelleştirilmesi için bir ihale yapıldı. Bildirildiğine göre bu ihaleye üç firma katıldı. Biri Vakıfbank, diğeri Zorlu-Konukoğlu, üçüncüsü ise Uzan. İlk sonuçlara göre 605 milyon dolarla en yüksek teklifi veren Uzan firması Petkim'in yeni ‘‘özel’’ sahibi olacak. Başbakan'dan gelen ilk tepki, Uzan tarafından verilen teklifin düşük olduğu şeklinde oldu. Başbakan, karar vermeden önce duruma ‘‘bir bakacaklarını’’ söyledi. Yani belki de Uzan'ı çağırıp, kendisinden verdiği fiyatı arttırmasını isteyecekler.
* * *
Bana göre Petkim'e verilen fiyat düşük değil, aksine yüksektir. Firma değerleme hesapları yapmak benim uzmanlığım. Ama, Petkim için verilen fiyat, düşük değil, yüksektir derken bu hükmüm herhangi bir hesaba, kitaba dayanmıyor. Yani ne dünya petro kimya endüstrisindeki şirketlerin profillerini, ne uluslararası mülkiyet yapılarını, ne sektördeki şirketlerin önündeki teknolojik fırsatları ve tehlikeleri, ne de piyasaların geleceğini ve bu sektördeki şirketlerin kárlılıklarının neye bağlı olarak değiştiğini incelemiş değilim. Petkim'in dünü, bugünü ve yarını hakkında da bir bilgi dağarcığım yok. Sadece olaya tepeden bakıp, verilen fiyatın yüksek olduğunu söylüyorum. Aynen, Türkbank'ın özelleştirilmesinde veya Aria'nın imtiyaz satışında olduğu gibi burada da ‘‘fiyatın yüksek’’ olduğunu hissediyorum. İçimdeki ses bana, bu ihalede bir yamukluk varsa, bu kesinlikle fiyatın düşük olması değil, diyor. Tam tersine yamukluk, yüksek teklifin altına gizlenmiş durumda. Sırası gelmişken kendim hakkında bir bilgi vereyim. Ben aynen, uyuşturucu bulmak üzere eğitilmiş polis köpeği gibiyimdir. Nasıl onlar, yüzlerce bavulun sadece üstünü koklayarak, içinde ‘‘mal’’ bulunanı ayırt edebiliyorsa, ben de ticari ve sınai olayların gelişmesini ve takdim şeklini izleyerek, dosyaların kapağını bile açmadan, içinde ‘‘soygun’’ olanını söyleyebilirim. Bu, zannedildiği kadar zor kazanılan bir beceri değildir; eğitim ve deneyim meselesi.
* * *
Petkime verilen fiyat yüksektir. Çünkü:
1. İhaleye, ne Arap, ne Japon ne de Batılı hiç bir yabancı firma, ilgi dahi duymamıştır.
2. Keza, öz kaynağı kuvvetli hiç bir yerli firma da teklif vermemiştir.
3. Kendisi özelleştirilecek Vakıfbank, alıcı olarak devreye sokulmuştur. Bu tam bir acaipliktir. Galiba haberi ben yanlış okudum.
4. Zorlu-Konukoğlu konsorsiyumu, bugün ülkemizin en atak iki iş adamının bir araya gelmesiyle kurulmuştur. Onlar, son anda geri adım atmışsa, sebebini çok düşünmek gerek.
5. Uzan grubu, Telsim işindeki yabancı ortaklarıyla 3 milyar dolarlık ihtilafa düşmüştür. Bu büyüklükte bir uluslararası mali ihtilafı halletmeden, petro kimya gibi, dış dünyayla çok bağlantılı bir şirketi satın almak için en yüksek teklifi veren Uzan'ın finansman modelini anlamak mümkün değildir.
Peki, bu durumda ne yapmak lazım? Madem ki en yüksek teklifi vermişlerdir, Petkim Uzan'lara satılmalıdır. Sadece, satışı yapacak yöneticiler bilmelidir ki devlet, golü fiyattan değil, başka yerden yiyecektir.
Son Söz: Pahalı özelleştirmenin bedeli, devlete ağır olur.
Yazının Devamını Oku 7 Haziran 2003
<B>İNSAN </B>zihni, bir bilgi işlemcisidir (prosesörü). Bu işlemciye giren bilgiler, prosesörün sistem kurgusuna ve mantığına göre işleme tabi tutulur. Sonunda yine sistemde mevcut çıktı biçimlerinden birine uygun olarak karşımıza çıkar. Mesela kıyma makinesi de bir işlemcidir. İçine, et, ciğer, işkembe, but, tavuk, balık, ne atılırsa atılsın, hepsini kıyar ve makinenin aynasındaki deliklere göre şekillenip kıyma olarak tablaya dökülür. İşte insan beyni (donanım artı yazılımı) yani ‘‘zihin’’ de böyle bir prosesördür. İnsan beyni, yani fizyolojik yapısı bir donanımdır. Allah yapmasıdır. Yazılımının büyük kısmı ise insan yapmasıdır. Zihin yazılımına verilecek en uygun ad ‘‘kültür’’dür. Kültür, doğuştan sonra edinilen bilgi, beceri ve değer yargılarıdır. Yazının başlığı olan ‘‘mind set’’ deyimini veya Türkçe karşılığı olan ‘‘kafa yapısı’’nı bu anlamda kullanıyorum.
* * *
Başbakan Erdoğan, geçen hafta Gürbulak sınır kapısının yeni tesislerinin açılışına giderken, konvoyunda bir kaza oldu. Maalesef iki vatandaşımız hayatını kaybetti. Bu bilgi Başbakan'a geldi. Yani ‘‘bilgi işlemcisi’’ne girdi olarak kaydedildi. Başbakanımızın zihni çalıştı, bu bilgiyi işledi. Çıktı olarak şunu üretti (söyledi): ‘‘Bu kaza da gösteriyor ki; 15 000 km. bölünmüş yol yapma kararımız isabetlidir.’’ Her gün yüzlerce aracın geçtiği ve belki de şimdiye kadar hiç kaza olmamış bir dönemeçte, en tehlikeli seyir biçimi olan ‘‘siyasi konvoy’’da bir araç devriliyor. Bu olayı zihnine bilgi olarak alan Başbakan, bundan 15 000 km. bölünmüş yol yapmak gerekir çıktısı alıyor. Bu ‘‘mind set’’in içine bir başka bir bilgi de girmiş olsaydı, prosesör benzer bir sonuç üretecekti. Demek ki, hüküm üretmede önemli olan bilimsel anlamda nedensellik veya iktisadilik tahlili değil, kişinin kafa yapısıdır. İşin ilginç yönü, tıpatıp aynı hükmü, bundan birkaç yıl önce, o devrin başbakanı Mesut Yılmaz'ın ‘‘mind set’’i de üretmişti. O da bir trafik kazasından sonra, otoyollar yapılmazsa kazalar bitmez, demişti.
* * *
Başbakanlarımızın ‘‘mind set’’lerinin içinde, acaba hangi değer yargıları ve yap/yapma komutları var?
1. Herhangi bir trafik kazası için, sürücü hatasından oldu deme. Kaza yapan sürücü, onun yakınları, hemşerileri ve hatta tüm ülke sürücüleri böyle bir ifadeden alınır. Onlar senin seçmenlerindir. Seçmenini üzme.
2. Hiç kimse, başına gelenden sorumlu değildir. (Takdiri ilahinin yozlaşmış yorumu.) Suçlular, aslında mağdurdur. (Victimization theory.) Suçlular, kader veya bozuk düzen kurbanıdır. Mağdura kızılmaz, yardım edilir.
3. Başbakanlar, yaptıkları eserlerle anılır. Tarihe geçmek istiyorsan inşaat yap. Baraj yaptır, köprü yaptır, yol yaptır, bina yaptır, fabrika yaptır. En sonunda da kendine görkemli bir mezar yaptır. Bak, 5000 yıl önce ölmüş firavunlar, gömüldükleri piramitler sayesinde hálá yaşıyor. Ölümsüzlük, ancak ölümsüz inşaatlar yapmakla mümkün olur. Yönettiği ülkeyi (veya beldeyi) şantiyeye çevirmeyen başkan, başkan değildir.
4. İktidar, yani kudretli olmak, para harcamak demektir. Halk, para harcayamayan başbakana başbakan demez. Para harcamanın en kestirme yolu inşaat yapmaktır. Seni bu kudretten mahrum etmek isteyen dahili (Merkez Bankası) ve harici (IMF) bedhahlara karşı savaş. Onların, iktisadi gerekçelerle harcama gücünü kısıtlamasına izin verme.
Son Söz: İktisadi kalkınma, inşaat değildir.
Yazının Devamını Oku 4 Haziran 2003
<B>İNGİLİZCE</B>'de <B>‘‘Tanımları tartışmak beyhudedir.’’</B> (It is futile to discuss definitions) diye bir deyim vardır. Bu deyim, tanımlar tartışılmaz demek değildir. Sadece, bir fikri tartışmadan önce tanımlarda mutabık kalmak şarttır demektir. Eğer belli bir fikri savunmak için makale yazan kişi, kullandığı kavramların tanımını yapmadan argümanlarını sıralamaya başlarsa, okurla aynı planda buluşamaz. Bu da ortaya bir sağırlar dialogu çıkartabilir. Bugün işleyeceğim konunun dayandığı kavram, ekonomik sistemlerin ne işe yaradığıdır. Ekonomik sistemler, kaynakların en verimli şekilde tahsis edilmesini sağlamaya yarar. Bilinen iki sistem vardır. Biri merkezi planlama diğeri serbest pazardır. Uygulama da ise, daha çok bu iki sistemin karmasına rastlanır. Pek tabii karmanın sonsuz çeşiti olabilir. Hocam Tinbergen'nin dediği gibi ‘‘iktisatta siyah, beyaz yoktur; grinin tonları vardır.’’ Türkiye'de uzun yıllar 'karma ekonomi' resmi sistemdi. 1980'den sonra, bu sistemden söylem ve eylem olarak gitgide vazgeçildi. Artık ‘‘kaynak tahsisi meselelerimize’’ serbet pazar ekonomisinin mantığı içinde çözümler geliştirmeye çalışıyoruz.
* * *
Serbest pazar ekonomisinin en önemli kurumu Merkez Bankası (MB) dir. MB, serbest pazar sistemin en serbest kurumu olmalıdır. Zaten, MB'si serbest olmayan bir ülkede, serbest pazar ekonomisi var denemez. Bugünlerin sıcak konusu ‘‘faizlerin düşürülmesi ve dövizin yükseltilmesi.’’ Bu da tam MB'nin işi. Birinci soru şu: Acaba, bu konuda MB ne yapmalı? İkinci soru: Acaba hükümet veya başka kuruluşlar, MB'nin ne yapması gerektiği konusunda kendi düşüncelerini kamuoyuna açıklamalı mı? Üçüncüsü: Bu kabil ‘‘dışarıdan gazel okumalar’’ MB'nin serbestliğine yani özerkliğine gölge düşürür mü? Dördüncüsü ise: Böyle bir gölge düşerse, bundan ekonomimiz zarar görür mü? Kaynaklar yanlış mı tahsis edilir?
* * *
Serbest pazar ekonomisinde, hiç bir karar alıcıya (ekonomi aktörüne), hukuk kuralları içinde kaldığı sürece, dışarıdan müdahale edilmez. Mesela, hiç bir resmi kurum, yatırım yapan girişimciye, o yatırım yanlıştır, yapma diyemez. Çünkü inanılır ki, bir girişimciden daha fazla onun çıkarını kollamak mümkün değildir. Eğer girişimci, yanlış karar almışsa, ziyan edecektir. Dolayısıyla serbest pazar ekonomisinde, bağımsız ekonomi aktörlerinin yanlış kararları yüzünden kişisel ve ulusal kaynakların ziyan edilmesi ihtimali hep vardır. Yani serbet pazar ekonomilerinde 'düzeltici tedbir' daima belli bir gecikmeyle gelir. Bu, serbest pazar ekonomisinin zayıf yönüdür. Ancak yaşanan tecrübeler göstermiştir ki; devletçe yapılan müdahaleler, bundan da fazla kaynak kaybı yaratmaktadır.
* * *
Şimdi aynı mantıkla, merkez bankası da hata yapacaksa yapacaktır, ona kimse karışmasın veya dışarıdan gazel okunmasın denebilir mi? Bence denemez. Ekonomi aktörleri fikirlerini açıklamalıdır. Bu açıklamalar da MB için değerlendirilmesi gereken birer ‘‘beklenti’’ verisidir. Unutulmasın 2001 krizini, dalgalı kura geçişi erteleyen ve fahiş faize meydan veren özerk MB çıkarmıştır. MB yandaşları ise, faiz döviz işi bu kadar çok mıncıklandıkça, MB başkanının asabı bozulmakta ve karar alamamaktadır; hepimiz için en az risk, MB'nin işine karışmamaktır demekteler.
Son Söz: Kötü cerrahın alternatifi, tabii ki kasap değildir.
Yazının Devamını Oku 31 Mayıs 2003
<B>HAYATTA</B> başarılı olmak kolay değil. Başarının reçetesinde, çok çalışmak, kendini iyi yetiştirmek yani bilgi ve beceri sahibi olmak, cesaret, girişkenlik, iyi beşeri ilişkiler kurma yeteneği gibi unsurlar var. Pek tabii ‘‘şans’’ faktörünü de hiç ihmal etmemek gerekir. Çünkü şanslı olmadan başarılı olmak mümkün değildir. Başarılı olup da şansa inanmadığını söyleyenler, ilk başarısızlıklarında bunu ‘‘kötü şansa’’ bağlamakta hiç tereddüt etmezler. İnsanlar, kazanmışsam bu, benim alın ve akıl terimin ürünüdür; kaybetmişsem şanssızlıktır derler. Eh ne de olsa, çifte standartlılık fıtratımızda vardır. Bu nu da hoşgömeliyiz. Sadece çifte standartlı düşünme ve konuşmalarda işin gözünü çıkarmamak gerek. Eloğlu bu, çelişkiyi yaladı mı adama tükürüğünü yalatır.
* * *
Eğer bir kişi, dáhi seviyesinde bir mucit değilse, başarıyı ancak rakiplerinizi yenmekle elde eder. Yani hayatta başarı, bir dizi maç oynamakla kazanılır. Hiç maça çıkmadan, başarı elde etmek mümkün değildir. Maç demek, rakip demektir. Maçı kazanmak, rakibi yenmektir. Başarı 'izafi' bir kavramdır. Mesele, mutlak olarak neyin başarıldığı değil, kişinin neyi kimden daha iyi yaptığıdır. Başarı, bir sosyal fenomendir. Ortada, başarıyı tesçil edecek bir toplum yoksa, başarı da yoktur. Kişi, kendini ne kadar başarılı görürse görsün, sonunda toplumsal bir onay bekler. Başarının ödülünü, dar veya geniş anlamda toplum verir. Ödüle layık görülmeyen başarı, kişiyi tatmin etmez. Bu tatmin hem maddi, hem de manevidir.
Başarıya gitmek, yani ödülü kazanmak için akılda tutulması gereken birkaç tavsiyede bulunmak istiyorum.
1. İşi rakibinden iyi yapamıyorsan, işi başarmayı bırak, rakibine saldır. Başarıyı tesçil edecek kişilerin indinde, onların değer yargılarına göre, rakibini kötüle. Mutlaka onun bir kusurunu bul. Nasıl olsa kusursuz insan yoktur. Hemen şantaj yap. Onu musabakadan uzaklaşmaya mecbur et.
2. İşi, oldu bittiye getir. Durumu, geri dönülmez noktaya ittir. Rakibinin hakkını teslim etseler bile, kimse kendine fazladan iş çıkarmak istemez. Unutma, tembellik iktisadidir. İktisatı kullan.
3. Rüşvet teklif et. İşi, rakibinden daha iyi yapmaya yeteneklerin el vermiyorsa, rakibine musabakayı terketmesi için rüşvet ver. Rakibin rüşveti ödül zannedebilir.
4. Hálá maçı kazanamamışsan, kendini acındır. Garibanizim senin en büyük dostundur. Toplumda, garibanlara haksızlık edildiği şeklinde bir vicdan azabı vardır. Bu vicdan azabını sömür. Ödülü, işi başardığın için değil, sana acıdıkları için vermelerini sağla.
Son Söz : Fikri öldüremezsen, mütefekkiri öldür.
Yazının Devamını Oku 28 Mayıs 2003
<B>BİLMEM</B> dikkatinizi çekti mi, Pentagon'dan geçen hafta içinde yapılan açıklamalara göre, Amerika'nın son Irak harekátının toplam maliyeti 960 milyon dolar olmuş. Yani bir milyar doların altında. Ben bu rakamı duyunca pek inanamadım. Çok küçük geldi. Haberde maliyet dökümü de vardı. Şu kadarı akaryakıt, şu kadarı atılan bomba, şu kadarı dışarıya ödenen nakliye, yeme içme, ilaç vs. İşte ‘‘ekonomik harp’’ veya ‘‘harbin ekonomiği’’ diye ben buna derim.
ABD Savunma Bakanı Rumsfeld'in uzmanlığı da ‘‘muharebe ekonomisi’’ üzerine. Zaten ABD savunma bakanlarının görev tanımı budur. Onlar askeri harcamaları yönlendirmek ve denetlemek için göreve gelir. Bunu da bilerek yaparlar. Hepsinin savunma veya savaşma üzerine geliştirdiği konseptleri vardır. 70'ine merdiven dayamış Rumsfeld, Amerika'nın en genç ve en yaşlı savunma bakanı unvanlarını elinde tutuyor. Savunma meselelerine sadece ‘‘bakmıyor’’, harpler nasıl ucuza kazanılır diye kafa patlatıyor. Yani adam anlayacağınız tam bir ‘‘harp mühendisi’’. Bilindiği gibi mühendislik, fizik meselelere iktisadi çözümler geliştirme sanatıdır.
Anavatandan ortalama 15.000 km. uzakta savaşarak, Irak gibi koskoca bir ülkeyi, bir aydan kısa bir sürede çökerteceksin, hem de bu işi 1 milyar dolardan aza çıkaracaksın. Gerçekten büyük başarı. Hemen ilave edeyim, ben Amerika'nın Irak harbini gereksiz ve haksız buluyorum. Sakın Rumsfeld'i takdir edişim, harbi haklı gördüğüm şeklinde anlaşılmasın. Benim hayranlığım, yapılan işin mühendislik ekonomisine. Bu da benim mesleki deformasyonum. Kaynak tüketen her olayı ‘‘yönetim ve mühendislik ekonomisi’’ bakımından değerliyorum. Eğer burada bir savurganlık varsa, yapılan iş ne kadar hayırlı olursa olsun, benden geçer not almıyor. Çünkü, gereksiz yere yüksek bedele çıkarılan iyi eserlerin, sırada para bekleyen daha hayırlı birçok eserin yaratılmasına engel teşkil ettiğini düşünüyorum. Yapılan her hizmeti veya eseri, ‘‘ne getirdi-ne götürdü’’ kıstasına vuruyorum. Kaça çıkmış olursa olsun fark etmez, yapılmış, yapılmıştır; yapanlar sağolsun, var olsun demiyorum. Hele hele, bu memlekette taş üzerine taş koyduk, takdir bekliyoruz diyerek bir yandan cebini doldururken, diğer yandan yönettiği şirketi batıran ‘‘işten anlamaz’’ şarlatan işadamlarını da hiç takdir etmiyorum. Onlara arka çıkan medyaya da çok bozuluyorum.
Uygulamalı iktisadın bir tanımı da, kıt kaynakları, sonsuz ihtiyaçlar arasına, toplamda en yüksek faydayı yaratacak şekilde tahsis etme sanatıdır. Harcanan para, ister vatan savunmasına, ister insan sağlığına, ister eğitime olsun, mutlaka bir hesaba gelmelidir.
SON SÖZ: İsraf, insan tüketmektir.
Yazının Devamını Oku 24 Mayıs 2003
<B>BAŞLIKTAKİ</B> deyim Başbakan <B>Tayyip Erdoğan</B>'a ait. Kendisini, böylesine netameli bir konuda, bu kadar açık bir duruş sergilediği için kutluyorum. Uzun bir süredir ‘‘iş güvenliği’’ denilen kavram etrafında bir kavga veriliyor. Bu kavramı savunanların amacı, işverenlerin işçi çıkarmasını zorlaştırmak ve eğer yine de çıkaracaksa bunu onlara pahalıya ödetmektir. ‘‘İşyeri güvenliği’’ ise, bunu dengeleyen bir görüşü ifade ediyor. Demek istiyor ki; eğer işyerleri batarsa, işçilerin iş güvencesinden bahsedilemez. Yani iş güvenliği diyerek, bindiğiniz dalı kesmeyin. İşyeri güvenliği, sadece halen çalışanları değil, ileride çalışacakları da düşünmektir. Bir işyerinden çıkmak ne kadar zorsa, oraya girmek de o kadar güç olur.
* * *
Serbest pazar ekonomisinin kendisinden beklenen performansı göstermesi için, fiyatların doğru yerde oluşması gerekir. Fiyat, doğru yerde oluşmazsa, ya arz fazlası ya da arz eksiği ortaya çıkar. Emek piyasasında da emeğin fiyatı olan ‘‘ücretler’’ olması gereken düzeyin üzerinde oluşursa, ortaya işsizlik çıkar. Eğer ücretler olması gerekenin altında ise, o zaman da işçi kıtlığı oluşur. Her iki halde de milli gelir ulaşması mümkün olan düzeye çıkamaz. Uzun vadede geçerli olan genel kural budur. Pek tabii, ne hayat sadece doğru fiyat teşekkülünden ibarettir, ne de ‘‘tam istihdam’’ bu kadar mekanistik bir şekilde oluşur. Ancak, kural doğrudur.
Peki, emek piyasasındaki fiyatlar (ücretler) niçin olması gerekenin üstünde teşekkül eder? Bunun iki sebebi vardır. Birincisi, ücretlere devletin müdahale etmesidir. Mesela asgari ücret tespiti böyle bir müdahaledir. İkincisi, emek piyasasında kartel oluşturulmasıdır. Yani emek arzını, yapay olarak kısıtlayan bir mekanizmasının kurulmasıdır. Buna da örnek sendikalaşma, daha doğrusu kapalı sendikalaşmadır (close union). 1930'lara kadar Amerika'da işçi sendikalarının grev tehditiyle toplu sözleşme yapmaları ‘‘emek arzı üzerinde kısıtlama yaratıyor’’ gerekçesiyle gayri kanuni addedilmiştir. (Sherman Act) Tekrar edeyim. Bugünlerde tartışılan ‘‘iş güvenliği’’ meselesi, iktisadi bakımından, fiyatların serbestçe teşekkülüne bir müdahaledir. Bu müdahale, emek maliyetini yukarı iteceğinden, kesinlikle işsizliğin artmasına sebep olacaktır.
* * *
Diğer taraftan, direnme gücü zayıf düşük vasıflı işçilerin, bireysel pazarlıklarla ücret ve diğer çalışma şartlarını yükseltmesi de pek mümkün değildir. Emek satıcısı (işçi) ile alıcısı (işveren) arasında güç farkı olduğundan fiyat, doğru yerde teşekkül etmez. Yani iş aktinin yapılmasında, kapitalizmin savunduğu ‘‘mukavele serbestliği iyidir’’ tezi büyük kitleler için geçerli değildir. Hatta sendikalaşma bile, işgücünün çoğunluğu için yeterli olmamaktadır. Bu şartlar altında, devletin kanun yoluyla, ‘‘istihdamın asgari şartlarını’’ saptamasına yanlış denilemez. Aksi takdirde, hem sosyal problemler artar, hem de gelir dağılımı bozulacağından piyasalar yeterince genişleyemez. Kanun yoluyla saptanacak istihdam şartları ‘‘asgari’’ olmak zorundadır. Bugün yapılmaya çalışılan ise, istihdamın ‘‘azami’’ şartlarını saptamaktır; bu yanlıştır. Bu, tarımdaki ‘‘taban fiyatı’’ ‘‘tavan fiyat’’ haline getirmeye benzemektedir.
Son Söz: Uçağı düşmekten kurtarmaya çalışan pilota, biraz da yolcuları düşün denemez.
Yazının Devamını Oku 21 Mayıs 2003
<B>ANAYASA </B>Mahkemesi Başkanı <B>Mustafa Bumin ‘‘Halen mahkememizde 300 dava bekliyor. Yekta Güngör Özden devrinden kalan davaları yeni bitirdik; bu gidişle iki yıl sonra bu mahkeme çöker’’ dedikten sonra, mahkemenin imkánlarının artırılması talebinde bulunmuş. Mahkemelerin iş yükünün çokluğu, sadece Anayasa Mahkemesi'yle sınırlı değil. Ben bildim bileli, tüm mahkemelerimizin iş yükü çoktur. Bu yüzden, yargı kararları çok geç çıkar. Çok tekrarlanmış deyişiyle ‘‘geç gelen adalet, adalet değildir’’ diye halk da bu durumdan şikáyet eder. İşin garibi, bana işi en az olan mahkeme hangisidir, diye sorsaydınız; cevabım Anayasa Mahkemesi olurdu. Hatta daha ileri gider, Anayasa Mahkemesi hákimlerinin, fazlaca işleri olmadığından, günlerinin çoğunu anayasa hukuku konusunda araştırma yapmakla geçirdiklerini söylerdim. Demek böyle değilmiş.
* * *
İktisatta ‘‘her arz, kendi talebini yaratır’’ diye ilk bakışta anlaması zor bir kavram vardır. Normal olan ‘‘her talebin, kendi arzını yaratması’’dır. Zaten iktisadi faaliyetin böyle oluştuğunu, kendi gözlemlerimizle de biliriz. Nitekim ortaya, yeni bir talep, yani yeni bir mal veya hizmete para ödemeye hazır ‘‘alıcılar’’ çıkarsa, derhal bu alıcıların taleplerini karşılayarak, onların paralarını almaya çalışan yeni ‘‘satıcılar’’ çıkmaktadır. Bu sürecin ikinci aşaması, arzın kendi talebini yaratmasıdır ki, buna ‘‘sebep olunan talep’’ (induced demand) denir. Konumuza dönersek, mesela ülkemizde Anayasa Mahkemesi, seçilmiş iktidarların yetkilerini kısıtlama ihtiyacını gidermek için, 1961 askeri müdahalesinden sonra kurulmuş bir müessesedir. 1961'e kadar, Türkiye yine yönetiliyordu, ama Anayasa Mahkemesi yoktu. O tarihten beri, Anayasa Mahkemesi kurulmuş olduğu için, ortaya Anayasa Mahkemesi'nde görülmesi gereken yeni dava türleri çıkmıştır. Şimdi bu yeni davalar yüzünden Anayasa Mahkemesi işe yetişememektedir. Yani ortada sadece, bu mahkemenin ilk kurulduğu tarihteki giderilmesi gereken kök bir ihtiyaç değil, bu kurumun arz ettiği adli hizmetlerden doğan bir talep patlaması var. Anlaşılan birçok bürokratik örgüt gibi, Anayasa Mahkemesi de ‘‘otonom büyüme’’ sürecine girmiş bulunmaktadır.
* * *
Ancak meselenin vahameti bundan ibaret değil. Türkiye'de mahkemelerin iş yükünün çokluğunun apayrı bir sebebi daha vardır. Bizzat yaşayarak öğrenmişimdir ki; kamu idarecileri, karşılarına çıkan muhataralı bir olayı çözüp de ileride bir soruşturmaya maruz kalmamak için, durumu kendi yetki, ilim ve vicdanları çerçevesinde ‘‘muhakeme’’ edip karar almaktan imtina etmektedir. Sırf bu sebeple, mahkemelere gitmemesi gereken konular, bizzat karar alma sorumluluğunda olan idareciler tarafından çıkmaza sokulmakta ve zorla yargıya intikal ettirilmektedir. Zira, ‘‘aldığı karardan mahkûm edilemeyecek tek makam mensubu yargıçlardır’’. Kısaca kamu yönetiminde, bir vakayı ‘‘muhakeme etmek’’, mahkemelere mahsus bir karar alma süreci haline dönüşmüştür. Karşımızdaki tablo şudur: A) Tüm kritik kararları almak zorunda bırakılan, işi başından aşmış hákimler, B) sorumluluktan kurtulmak için, ya ‘‘bakan imzası’’ ya da ‘‘mahkeme kararı’’ peşinde koşan yüksek bürokratlar. Tabii bunun sonunda bürokraside oluşan yavaşlık, yani ‘‘verimsizlik’’. Bürokrasinin verimsizliği, iktisadi kalkınmanın en büyük engellerinden biridir.
Son Söz: Hukuk devleti, hákimler devleti demek değildir.
Yazının Devamını Oku 17 Mayıs 2003
<B>CEP</B> telefonu işini nasıl kötü idare ettik, hayret ediyorum doğrusu. Aslında hayret etmiyorum, sadece içim kan ağlıyor. Üçüncü GSM ihalesi yapılmadan ve yapıldıktan sonra, kaç defa ‘‘yeni operatörlere ihtiyaç yok, mevcutlar daha para kazanmadı, bunların zarar etmesi ve tüm sektöre hasar vermesi kaçınılmaz’’ diye yazı yazdım. Sanki birileri aklıselim sahiplerine, siz bilmem nerenizi yırtsanız, biz bu şebekelerin dördüncüsünü de kuracağız diye nispet yaptılar. Nasıl olsa arkalarında zararları karşılayacak olan devlet, yani halk var.
Kur asalak şirketleri, al kadroları işe, yap yatırım harcamalarını, kes kurdelaları açılış törenlerinde, nutuk at ne işler başardık diye. Halkımız da ‘‘çok güzel işler yapılıyor, rekabet yaratılıyor, bu sayede hem daha iyi, hem de ucuz cep telefonu hizmeti alacağız’’ diye seviniyor. Garibim, kazığı nereden yediğinin farkında bile diye değil.
* * *
Skandala bakın. Türkiye'ye son yıllarda en büyük doğrudan yatırımı yapmış İtalyan Telefon şirketi, yatırdığı parayı kaybedince, verdiğini geri almak için, Türk Devletiyle davalaşıyor. Hakem Mahkeme'sine gidiyor. Her batık yatırımın baş aktörü, Türkiye'nin medar-ı iftaharı, halkın göz bebeği İş Bankası, inisiyatifi İtalyanlar'a bırakmış, sonucu bekliyor. İş Bankası gibi bir firma yabancı yatırımcının yüzde 50 yerli ortağı ise (yoksa değil mi?) yerel meseleleri çözmekle mükelleftir. Her biri ‘‘imtiyazlı şirket’’ olan GSM opertörlerinin arasını, ne ‘‘Bağımsız Kurul’’ bulabiliyor, ne de ‘‘Rekabet Kurulu’’ yol gösteriyor. Zannedersin aralarında anlaşamayan şirketler dondurma üreticisi. Devletin para karşılığında ‘‘işletme imtiyazı’’ verdiği şirketlere ‘‘kıran kırana güreşin, altta kalanın canı çıksın’’ denir mi hiç ? Sonra İtalyan Başbakanı geliyor, Türk Başbakanı ile oturup, bu ihtilafı bir çırpıda hallediyor. Nerede serbest pazar ekonomisi, nerede düzenleyici kurullar, nerede hakem mahkemeleri? Bu işin hukuki bir çözümü yok mu ki; İtalyan Başbakanı sorunu siyasetle çözüyor. Başbakan Erdoğan'a ‘‘Ben sizi AB'ye sokarım, sen de bizim şu takılmış para işlerini hallet’’ diyor. Al sana bir garip pazarlık daha. Türk Başbakanı meseleyi nasıl hallediyor? Telekom'un başına bela olmuş Aycell'le, İtalyanlar'a pes dedirtmiş Aria'ı birleştirerek. Aysel'le Aria birleşse ne olacak? İki zararlı şirketten, bir kárlı şirket doğar mı? Doğmaz; ama çaresi bulunacak. İnsanın arkasında devlet tekeli Telekom varsa, söke söke bu çıplakları giydirirler. Tiyatronun bundan sonraki bölümünde, muhtemelen Turkcell'le Telsim'den yükselen feryat ve figanı dinleyeceksiniz. İkisinin de çok acar patronları ve yüzlerce avukatı var. Onlar da pekalá, bu oluşum ‘‘haksız rekabet’’ yaratır diye dava açabilir. Onu da çözeriz evelallah, nasıl olsa parayı halk ödeyecek değil mi?
Son Söz: İmtiyaz olan sektörde, bağlayıcı mevzuat olur.
Yazının Devamını Oku