9 Temmuz 2003
<B>TÜRKİYE'</B>nin yabancı sermayeye ihtiyacı yok diye bir yazı kaleme almayı düşünürken, Amerika ile aramızda yeni bir gerginlik oluştu. Tutuklanan askerlerimiz ve diğer sivil vatandaşlarımız serbest bırakıldı ve mesele kapandı gibi duruyor. Ama bu olay, en olmadık zamanda, Amerikalılarla sıcak bir çatışmaya girme gibi endişeleri beraberinde getirdi. Şu aralık en ihtiyacımız olmayan şey, Amerika ile kötü kişi olmak. Bu konu, Türkiye'ye yabancı semaye gelip gelmemesiyle de çok ilintili. Türkiye'nin borç paraya ihtiyacı var mı, yok mu konusu bir anda zihin gündemimden düştü. İyisi mi, ben size bu son olayı yorumlayayım.
* * *
Kürt kökenli Iraklı valiye suikast düzenleme hazırlığı içinde oldukları gibi saçma sapan ve hiçbir kanıtı olmayan garip bir iddiayla tutuklanan görevli askerlerimiz ve diğer sivil vatandaşlarımızın maruz kaldıkları muamele hepimizi üzdü. Başlarına çuval geçirme, ellerini arkadan plastik kelepçe ile bağlama, itme ve kakma gibi işlemler gerçekten sevimsiz. Ancak, harp halinde bulunan askerlerden kibarlık beklemek de hata olur. Herkesin sinirleri gergin. Irak'ta her gün birkaç Amerikan askeri, ya öldürülüyor ya da yaralanıyor. Hadi gidin, on biri profesyonel asker, yirmi Türk'ü tutuklayın diye, hangi birlik emir alsa, korkudan kabalaşır. Hiçbir risk almamak, karşı tarafı etkisiz hale getirmek için, bildiği her tedbiri uygular. Ondan dolayı, tutuklanma ve gözaltında tutulma eyleminin maddi ayrıntılarına kafayı takmayalım. Bu ayrıntılardan anlam çıkarmayalım ve lütfen bundan sonra atılacak adımları, gururumuz incindi gibi duygusal bir tabana oturtmayalım. Eğer bu tatsız meseleyi ciddiyetle ele alacaksak ki, almamız şarttır, olayın ‘‘sebebini’’ bulup ortadan kaldırmamız gerek. İşin şekil kısmını öne çıkartarak gazetecilik yapmaya devam edersek, birilerinin, mesela PKK'nın veya Saddamcıların oyununa gelmiş oluruz.
* * *
Ben, Amerika'nın da Türkiye ile bozuşmak istediğini sanmıyorum. Bütün yüksek harp gücüne rağmen Amerikalılar, Ortadoğu'da bir batağa saplanmış, debelenip duruyorlar. Buralarda kalmaya devam edeceklerse yanlarında Türkiye gibi dost bulundursalar iyi ederler. Ortadoğu stratejilerinin dayanağı olarak Türk-Arap-İran ekseni yerine Kürt-Yahudi ekseni koymayı düşünüyorlarsa çok yanılırlar. Herkes bu bölgenin önemini biliyor. Dünyanın bilinen petrol rezervinin yüzde 60'ı burada. Amerika'nın da, Avrupa Birliği'nin de, Japonya'nın da pratik olarak petrolü yok denebilir. Amerika'nın var ama rezevleri çok yetersiz. Rusya ve eski Sovyet cumhuriyetleriyle birlikte en büyük ihracatçı lakin onların da rezervleri küçük. Rusya bile Ortadoğu petrollerine muhtaçtır. Daha oyun bitmedi.
* * *
Başımıza ne bela geliyorsa, tezkereyi reddetmiş olmamızdan geliyor diyenlere hiç katılmadığımı bir daha vurgulamak istiyorum. Tam aksine, eğer tezkereye evet demiş olsaydık, kendimizde Kuzey Irak'ta yönetime karışma konusunda hak görecek ve esas o zaman Amerika ile çatışacaktık. Vallahi verilmiş sadakamız varmış.
Son Söz: İnisiyatif sahipleri tepki göstermez, etkili olur.
Yazının Devamını Oku 5 Temmuz 2003
<B>EKONOMİDEN</B> iyi haberler geliyor. Haberden kastım, Devlet İstatistik Enstitüsü tarafından yayımlalan ölçümler. Birincisi, bu yılın ilk çeyreğinde, geçen yılın aynı devresine göre milli gelirimiz yüzde 8 dolayında artmış. İkincisi, haziran ayında, mayıs ayına kıyasla fiyatlar, hem toptan eşyada hem de tüketici düzeyinde düşmüş. Üçüncüsü, kamunun ‘‘reel faiz’’ giderleri, döviz fiyatlarındaki gerilemenin de etkisiyle iyice azalmış. Bu üç ölçümün ikisini bugün irdeleyelim. Reel faizler meselesini, bir başka bir yazıda ele alırım. Bunların hepsi, ümit veren işaretler. AKP'nin insana çok da güven vermeyen ekonomi yönetimine rağmen sonuçlar yüz güldürücü.
* * *
Bu yılın ilk çeyreğindeki yüzde 8'lik milli gelir artışı, (biraz da geçen yılın aynı devresinde büyümenin küçük olmasından çıksa bile) çok iyi bir sonuç. Geçen yılın son dokuz ayında büyüme yüzde 10'lar seviyesinde olduğu için, bu yılın kalan dokuz ayında bu yüzde 8'lik büyümenin sürmesi pek mümkün değil. Bu yılın toplam milli gelir artışı herhalde yüzde 6'dan az olmayacak. Bundan yüzde 2'lik nüfus çoğalmasını düşersek, kişi başına milli gelir, yine de yüzde 4 artmış olacaktır. Yalnız burada bir sorun var. İki yıldır milli gelir hesaplarında hatırı sayılır ‘‘stok artışı’’na rastlıyoruz. Stok artışı, çok ürettik ama hepsini tüketmedik, bir kısmını ambarda saklıyoruz demektir. Ekodialog partnerim Asaf Savaş, makro ekonomi sayılarını yorumlama cambazıdır. Şeytanın aklına gelmeyen açıklamalar icat eder. Ambarlarda durması icap eden, ama iş aleminden gelen bilgilere göre, pek de mevcut olmayan bu stokların bir açıklamasını Asaf herhalde bulacaktır. Benim inancım şudur. Her ölçme yönteminde kalibrasyon hataları gömülüdür. Yöntem değişmediği sürece, hataların hep aynı yönde oluşması (ölçülen eşyanın kendi değişmemişse) mümkün değildir. Bir süre stok artışına kafayı takmayalım. Zaman serisi tamamlandıkça resim netleşecektir. Yani büyüme yüzdelerine inanalım ve sevinelim.
* * *
Enflasyondan şikayet ederken ‘‘deflasyon’’a geldik. Deflasyon ‘‘fiyatlar genel seviyesinin düşmesi’’ demek. Zaten şimdilerde tüm dünyada deflasyon modası var. Eh, Türkiye olarak biz de bu modaya uyalım yani. Anlaşılan bu sene başında açıklanan yüzde 17-20 aralığındaki enflasyon hedefi tutacak. Unutmayalım geçen yıl bu ölçüm, yüzde 29-31 aralığında idi. Türkiye'nin hedefi enflasyonu önce yüzde 10'nun altına indirmek. Sonra da Avrupa Birliği normuna, yani yıllık yüzde 3'ler seviyelerine düşürmek. Burada soru şu: Acaba enflasyondaki düşüş, kalıcı olabilir mi? Herkesin korkusu, düşen döviz fiyatları dolayısıyla elde edilen bu başarının, ortaya çıkacak bir döviz yetmezliği yüzününden oluşacak hızlı bir devalüasyon sonucunda terse döneceği. Pek tabii böyle bir tehlike var. Ancak bu dönüşüm zannedildiği gibi ‘‘kader’’ değil. Düşüşün kalıcı olması için, değerlenen TL'nin, bir döviz krizine yol açmaması, yani cari işlem açığının fazla büyümemesi lazım. Bunun için de, faktör gelirlerinin (ücretlerin, faizin, kiraların ve kárların) TL cinsinden enflasyona paralel seyretmesi, yani artmaması hatta gerilemesi gerek. Bu sayede, hem ihracat, maliyet enflasyonu yüzünden sekteye uğramaz, hem de iç talep şişmez. Bu da fiyat artışlarını frenler. Eğer faktör gelirleri artmaya devam ederse, bunların her ikisi de olamaz. Yani enflasyon tekrar yükselişe geçer. Toplu sözleşmeler ve faizler bu bakımdan çok önemlidir.
Son Söz: Enflasyon, toplumsal bir meseledir.
Yazının Devamını Oku 2 Temmuz 2003
<B>BAŞBAKAN</B> <B>Erdoğan</B>, yakında çok büyük soygunları açıklayacağını söyledi. Burada sözü edilen soygun, devletin soyulması. Başbakan, işyerlerinden veya evlerden mal ve para çalınmasından bahsetmiyor. Bankaların veya benzin istasyonlarının silahlı adamlarca soyulması da değil konu. Karayollarına pusu kurup, geçen otobüslerdeki yolcuların kıymetli eşyalarını ve nakitlerini alan eşkiyanın işi de değil başbakanın açıklayacağı soygunlar herhalde. Başbakan, kamu kaynaklarının, yani halktan toplanan paraların, halka hizmet götürülüyor kılıfı içinde kişlere aktarılmasından bahsediyor. Burada soyulan kamudur, devlettir yani halktır.
* * *
Eskiden, yetkili kişilerin, devlete veya temsil ettikleri şirkete ait değerleri üstüne geçirmesine ‘‘irtikáp’’ denirdi. Yine aynı anlamda kullanılan bir başka kelime de ‘‘ihtilás’’tır. Kapma, aşırma kısaca çalma demektir. Tabii çekirdek kavram rüşvettir. Rüşvet, ‘‘bir kamu yetkilisinin, esasen yasal olarak yapmakla mükellef olduğu veya tersine hiç yapmaması gereken bir işi, para veya parayla satınalınabilecek bir değer karşılığı yapması’’dır.
* * *
Bu kabil işlere genelde ‘‘yolsuzluk’’ denir. İngilizcesi ‘‘corruption’’dır. Kelime anlamı yırtılma, hasarlanma, çatlama demektir. Türkçe'de boşu boşuna ar damarı ‘‘çatlamış’’ denmemiş meğer. Yolsuzluk, bütün dünyada vardır. Ülke milli gelirlerinin yüzde 5 ilá 15'nin bu yolla el değiştirdiğini veya ziyan edildiği tahmin edilmektedir. Türkiye'nin milli geliri 180 milyar dolar desek, alt yüzdeden hesaplayarak, yıllık yolsuzluk tutarının 9 milyar dolara varmış olabileceğini söyleyebiliriz. Yolsuzlukları inceleyen, ülkeleri belli kıstasa göre değerleyen ve yolsuzluklarla mücadele için stratejiler geliştiren uluslararası kuruluşlar vardır. Bunlara göre, 2001 yılında yolsuzlukta, dünyanın en temiz ülkeleri 1. ve 2. sırayı paylaşan Finlandiya ve Danimarka'dır. En kirli ülkeleri ise 90. sırada Nijerya ve 91. sırada Bengaldeş'tir. Türkiye, 54. olarak, sıranın ortalarında yer almaktadır. Pek tabii bu ölçümlemeleri mutlak olarak doğru kabul etmemek gerek. Ama ne de olsa yolsuzluğun boyutları ve yaygınlığı hakkında fikir vermektedir.
* * *
Bir ülkede, yolsuzlukların yüksek olmasının, felsefi, siyasi, sosyolojik, iktisadi ve psikolojik nedenleri de vardır. İlk defa 1988 yılında bu konuda bir konferans hazırlamış ve Turgut Özal'ın dünya görüşünün yolsuzluklara katkısını irdelemiştim. Kökleri zannedildiğinden çok derinlerde olan ve ‘‘kamu erkinin, kişisel çıkarlar için kullanılması’’ diye tanımlanan yolsuzluk denilen fenomeni incelemeye devam ediyorum. Yolsuzluğun sebeblerini dokuz başlık altında topladım. Bunların ilk üçünü şöyle özetleyebilirim. 1) İnsanlarda ‘‘vicdan’’ duygusunun gelişmemiş olması. Burada vicdan kelimesi Freud'un ‘‘süper ego’’ (üst benlik) kavramının karşılığıdır. Kendini, kendinden daha büyük bir bütünün parçası olarak görmektir. Vicdan, bireyin topluma ve tarihe karşı sorumluluğudur. 2) Soyguncuların, yakınları ve hemşerileri tarafından ‘‘suçlu’’ addedilmemesi. Gelenekçi toplumlarda küçük grup bağlarının, ulusa bağlılıktan kuvvetli olması. Himaye etme ve himaye edilme gerektiği inancı. 3) Yolsuzluk söylentilerinin, gerçeğin çok üstüne çıkması. Bu yüzden, herkes yapıyor, ben de yapsam yanlış olmaz değer yargısının yaygınlık kazanması.
Son Söz: Yakaladığın yolsuzluk kuyruğu, sana ait olabilir.
Yazının Devamını Oku 28 Haziran 2003
<B>ADALET</B> Bakanı <B>Cemil Çiçek </B>şöyle diyor:‘‘Türkiye soyuluyor, hukuk bir şey yapamıyor. Devletin iki yakası bir araya gelemiyor; hukuk bir şey yapamıyor. Türkiye, göz göre göre fakirleştiriliyor, hukuk bir şey yapamıyor. Oturup düşünmemiz lazım. Hukuk devletinin ve adaletin işlemediği yerde alternatif adalet modelleri ortaya çıkmaya çalışır. Buna mafya modeli diyoruz. Türkiye bu ayıbı uzunca süre yaşadı, bundan sonra yaşamaması lazım.’’
Eğer bir ülkenin, yılların hukukçusu ve siyasetçisi olan Adalet Bakanı bunları söylüyorsa, gerçekten hepimizin oturup bunu düşünmesi lazım. Pek tabii, en başta hukuk hocalarının. Hocaların, bakanının bu konuşmasını irdeleyip, topluma bir çıkış yolu göstermesi gerek. Bir iktisat öğrencisi olarak, bu konuda kendi görüşümü ortaya koymadan önce bir endişemi dile getirmek istiyorum. ‘‘Türkiye'de her meseleyi, üzerine para dökerek çözme anlayışı’’ vardır. (Bu harika tespit Ercan Kumcu'ya aittir) İnşallah bakan konuşmasını, bakanlığının bütçesinin arttırılması için kamuoyu oluşturma amacından daha yüksek amaçlar için yapmıştır.
* * *
Adalet Bakanı'na göre, bir ülkenin ‘‘soyulması’’, ‘‘devletinin iki yakasınının bir araya gelmemesi’’ ve ‘‘göz göre göre fakirleşmesi’’ karşısında hukukun bir şeyler yapması gerek. Mevcut hukuk (sistemi, mekanizması, kurumları, kanunları v.s.) bu konularda, üstüne düşen görevi yapmıyor, yapamıyor. Birinci soru burada. Hukuk sisteminin, adalet bakanın saydığı konularda ne yapması gerek? Daha doğrusu hukukun, mesela devletin iki yakasının bir araya gelememesi veya ülkenin fakirleşmemesi babında yapması gereken birşey var mı? Bunlar hukukun görev tanımı içine girer mi, girmez mi?
İktisatla, hukuk karşılıklı olarak birbirini içerir.
Yani, hem iktisadı hukuk çerçeveler; hem de hukuku iktisat. Eğer bir ülkede hukuk sistemi çalışmıyorsa, o ülkede iktisat sistemi de kendinden beklenen iyi sonuçları yaratamaz. Kısaca, yeterli bir büyüme, adil bir gelir dağılımı ve fiyat istikrarı sağlanamaz. Ülke, bir mali-iktisadi krizden çıkar, diğerine girer. İktisadi bağlamda hukukun görevi, ‘‘çoğunluğun uzun vadeli çıkarlarının, azınlığın kısa vadeli çıkarlarına karşı savunulması’’dır. Hukuk, nihai olarak iktisadi hedeflerin tutturulmasına hizmet etmiyorsa, demokratik (hatta otokratik) bir rejimde muallakta kalır. Yerine mutlaka bıraktığı boşluğu dolduracak kurum ve kurallar gelir. Çünkü iktisadi hayat, kuralsız bir ortamda işlemez. İktisat aktörlerinin hareket alanları mutlaka yasalarla sınırlandırılmalıdır ki; enerji (yani para) ziyan edilmesin.
* * *
İktisadı kuşatan hukuku da siyaset çerçeveler. Bakan Çiçek, siyasetçidir. Şimdiki AKP hükümetinin, yani yapmak istediklerini yapamayan bir hükümetin üyesidir. AKP hükümeti iş başına gelmiştir ama, kendi tabirleriyle iktidar olamamıştır. Halka vaat ettikleri hizmetleri götürmek için kaynak arayışına çıktıklarında, bunların yağmalandığını görmüşlerdir. Onlar bu yağmanın esas sebebini, hukukun vazifesini yapmaması olarak görmektedir. Bakanın isyanının gerekçesi bir iktidar olma mücadelesidir.
Son Söz: Rüşvet, haraç ve irtikap, devlete şirk koşmaktır.
Yazının Devamını Oku 25 Haziran 2003
<B>GEL de Aziz Nesin</B>'i rahmetle anma. Türkiye'de bir aralık askeri darbe (veya ihtilál) lafı çok edilirdi. Aziz Nesin'in beni çok güldüren bir eseri de yapılan, ama sorumlusu (ya da yetkilisi) bulunamayan bir ihtilal üzerineydi. Geçen hafta, meclis soruşturma komisyonunda, herbiri iri cins kazık olan doğal gaz alım ve elektrik üretim anlaşmalarını kimin yaptığı bulunamadı. Söylenenler bana Aziz Nesin'in yazdıklarını hatırlattı. Komisyona gelen devrin başbakanı, ‘‘Ben o kadar sayfa evrakı okuyamam; önüme gelen dosyayı formalite icabı imzalarım’’ diyor. Aynı ifadeyi bakan ve onun altındakiler de söylüyor. Top daire başkanına kadar gitti. O da sıkı bir şutla topu bir müdüre şutladı. Müdür de şimdi uzmana yollar. Uzman da amirlerimin talimatı dahilinde dosyaları hazırladım ve imzaya çıkardım der. Bu suretle soruşturma başladığı yere geri gelir. Ortada yapılmış gayri iktisadi sözleşmeler var, ama yetkilisi belli değil. Ne demişler, ‘‘Başarının hep birden fazla babası olmuştur; ama başarısızlık her zaman bir piçtir.’’
* * *
İş hayatında ilk isyanımı ‘‘şirket kaşesi altına atılmış iki imza’’ kuralına karşı oynamış ve kaybetmiştim. İş yaptığımız yabancı firmalardan gelen mektupların altında, adı soyadı ve ünvanı belli tek bir imza olurdu. Biz de o mektupla ilgili herhangi bir sorun olunca, mektubu imzalayan şahsı arar, meseleyi çözerdik. Bizim yazdığımız mektupların altında ise şirket kaşesi ve imza sirkülerine göre o mektubu imzalamaya yetkili iki yöneticinin (pek tabii okunamaz) imzaları bulunurdu. Ama işin gerçek sorumlusu, sol alt tarafta ‘‘parafı’’ bulunan kişiydi. Bizim yetkililer, sorumlu kişinin parafını görmeden yazıyı imzalamazdı. Bunun üzerine ben de, madem ki, işi bilen paraf sahibleridir, mektupları da onlar imzalasın dedim. Ancak bu çıkışlarım sonuçsuz kaldı. Gelenek değişmedi.
* * *
Yönetim biliminde ‘‘yetki devredilebilir, ama sorumluluk devredilemez’’ diye bir çok önemli bir kural vardır. Yönetim, bir karar alma sürecidir. Yönetici de bu tanıma göre ‘‘karar alıcı’’ dır. Yönetici, karar alma yetkisini isterse astına, astı da, dilerse kendi astına delege edebilir, yani devredebilir. Delege edilen şey sadece yetkidir; sorumluluk olduğu gibi kalır. Yönetim biliminin ikinci kuralı ‘‘sorumluluk almadan yetkili olunamayacağıdır’’. Kendisine yetki delege edilen alt yönetici, bu yetkiyi kullanınca, otomatikman kullandığı yetki kadar sorumluluk üstlenmiş olur. Hiç bir makam sahibi, üstlerim emrettiği için öyle yaptım, benim hatalarımından ben değil, amirlerim sorumludur diyemez. Bu ifadede doğru olan, amirlerin de en az onun kadar sorumlu olduğudur. Ama üstün sorumluluğu, astı sorumluluktan kurtarmaz. Demek ki; bir kurumda alınan kararlardan, kararlar hangi kademede alınırsa alınsın, hiyerarşide yukarıya doğru her makam, astlarıyla birlikte sorumludur. Kurumların karar alma kaneviçesi bu ilkelere göre dizayn edilir. Sorumluluktan kurtulmak için, kendisine devredilen yetkiyi kullanmaktan kaçınan yönetici, istifa etmiş addedilir. Bana yazılı emir verin, ileride beni sorumlu tutmasınlar gibi kurnazlıklara yönetim disiplininde yer yoktur. Nitekim aynı gerekçeyle, astının aldığı kararı bozan üst, astını görevden almış demektir. Hiç bir yönetici, makam sahibi olduğu sürece, sorumluluktan kaçınamaz. Karardan önce açığa alınan veya istifa eden yönetici, sorumlu olmaz.
Son Söz : Yetki delege edildikçe, sorumluluk artar.
Yazının Devamını Oku 21 Haziran 2003
<B>HANGİ</B> işten, diye sormayın. Başlık, tam tersi yani, bu işten çok zararlı çıktık da olabilirdi. Bugünkü konumuz, herhangi bir işten kárlı veya zararlı çıkma hesabının yapılmasında karşılaşılan temel bir sorunu tartışmak. Sözünü edeceğim meseleye, muhasebede ‘‘hesap devresi’’ni saptama denir. Her muhasebe işleminin karşılaştığı iki temel sorun vardır. Birincisi ‘‘ölçme’’, ikincisi ‘‘zamanlama’’dır. İsterseniz somut bir olay üzerinde konuşalım da ne demek istediğimi daha iyi anlatayım.
Mesela, Amerikan askerlerinin Türkiye üzerinden geçip, Irak'ta bir kuzey cephesi açmasına, Türkiye, Amerika'nın istediği kolaylığı göstermedi. Yani buna dair teskere TBMM'de onaylanmadı. Gerçi bu geçiş izninin verilmemiş olması, Amerikan ordusunu kuzey cephesi açmaktan vazgeçirmedi. Çok sınırlı bir hava indirmesiyle ve uzun yıllardan beri geleceğini ABD'ye ipotek etmiş Irak'lı Kürtlerin yardımıyla, Amerikalılar bu işi zorlanmadan başardı. Zaten son 12 yıldır, İncirlik Hava Üssü'den kalkan uçaklarla ABD, 36. paralelin üstünde kalan bu bölgeyi, fiilen Irak askerinden arındırmıştı. Dolayısıyla pratik olarak hiç bir zayiat vermeden kuzey cephesi de açıldı. Türkiye'nin geçiş izni vermemiş olması, fiilen ABD'nin askeri harekatına çok az bir zarar verdi; ama ABD bu işe çok bozuldu. Tam ihtiyacım olduğu bir anda, bana el vermeyen dostu ben ne yapayım diyerek, Türkiye'yi bundan sonra sözünden çıkmayacak hale getirecek bir ‘‘psikolojik baskı’’ kampanyası başlattı. Bu kampanyayı da başarıyla uyguluyor.
* * *
Bu kampanyanın en önemli dayanağı, teskerenin reddedilmiş olmasından dolayı Türkiye'nin çok büyük iktisadi kayıplara uğradığı tezidir. İşte tam bu sırada şu soruyu soruyorum? Teskere reddinin yarattığı kayıplar, hangi ‘‘hesap devresi’’ içinde değerlendiriliyor? Bu işin bilançosu kapandı mı ? Zararın hesabında kullanılan hesap dönemi, kaç ay veya kaç yıl? Gelecek beş veya on yıl içinde, Türkiye'nin önüne ne gibi tehlike ve fırsatlar çıkacak ve bu teskerenin reddinin yarattığı ‘‘ABD ile soğukluk’’ bu ülkeye, ne kazandırıp ne kaybettirecek; bunlar biliniyor mu?
Bu değerlemeyi yaparken, ABD'nin genelde Orta Doğu ve özelde Irak stratejisinin nasıl sonuçlanacağını kestirmeye çalışın. ABD'nin Irak'ı işgal ederek hata etmiş olması ihtimali yok mu? Kaldı ki; Avrupa Birliği'ne girmeye çalışan Türkiye, herşeyden önce demokratik bir ülke olacaksa, bu rejim milletin tercihleriyle, devletin tercihlerinin örtüşmesini gerektirmez mi? Teskerenin reddini millet onayladı mı, onaylamadı mı? Türkiye'nin kendi içinde barışık bir ülke olmasının hiç mi getirisi yok? Türkiye'nin ‘‘yönetilebilir’’ bir ülke olarak kalmasının veya tersinin, Dünya için getiri ve götürüsünü hesap etmeye çalışın. Türkiye'nin komşu ülkelerinin halkları indinde nasıl bir devlet olarak algılanması, uzun vadede Türkiye'nin çıkarınadır? Onu düşünün. Çünkü bilanço henüz kapanmadı.
Son Söz: Olayı değerlemeyi bırak, olanı değerlendirmeye bak.
Yazının Devamını Oku 18 Haziran 2003
<B>UZANLARIN</B> işlettiği Çukurova ve Kepez hidroelektrik santrallarına devlet tarafından el konulmasından sonra, yine Uzanlara ait Star gazetesinin ertesi gün attığı başlık <B>‘‘Kalleş’’</B> idi. Burada kalleş, Başbakan R. Tayyip Erdoğan oluyordu. Gazeteye göre Tayyip Erdoğan, kendisine tehlikeli bir siyasi rakip haline gelen Cem Uzan'dan kurtulmak için, elindeki devlet yetkisini haksız olarak, hatta ‘‘kalleşçe’’ kullanarak, Uzanları iktisaden çökertme yolunu seçmişti.
* * *
Düşünün; devlet, haksız rekabet yaptıkları ve kamu çıkarlarını gözetmedikleri iddiasıyla, Uzanlara verilmiş bir işletme imtiyazını iptal ediyor. Bunun üzerine imtiyaz sahibi Uzanlar, yine sahip olduğu gazeteden başbakana ‘‘kalleş’’ diye hitap etmekten hiç fütur getirmiyor. Bu iptal, kanunlara uygun mu değil mi, ben bilmiyorum. Mahkeme kararı çıkıncaya kadar da kimsenin kesin bir şey söylemesi mümkün değil. Ama imtiyazı iptal edilen Uzanlar, bu iptalin kanunlara aykırılığına ve bunun siyasi bir rakibi elimine etme eylemi olduğuna karar vermişler. Bununla da yetinmeyip, bu kararın arkasında olan Başbakan'ı ‘‘kalleş’’liğe mahkum etmişler bile. Dikkat edin, Uzanlar, hükümetin bu kararına karşı, (en doğal hakları olan) hukuki bir kampanya değil, kararı alanlara hakaret kampanyası başlatıyor. Bunu da gazeteleri vasıtasıyla yapıyor. Nitekim, Uzanların sahip olduğu medya dışında hiç bir basın yayın organı, iptali böyle değerlendirmiyor. Zaten, Star'ın sahibi Uzanlar olmasa, o gazete de böyle bir başlık atmazdı. Patron emretti diye, bir başbakana karşı bu kadar saygısız olabilen bu gazeteden kim korkmaz? Sıradan bir iş adamının, gazetecinin, bürokratın hatta hákimin veya savcının, bu şartlar altında Uzanların herhangi bir eylemine karşı çıkması veya bir karar alması ve uygulaması mümkün mü? Peki o durumda Uzanların haksız olduğu olayı bilenler ne diyecek? Herkes korkuyor! Eğer AKP hükümeti de aynı psikozda olsa ve yasalara uygun olduğuna inandığı bir kararı, Uzanların gücünden korkup, uygulamasa ne olacak? Böyle devlet idaresi, böyle ülke yönetimi olur mu? Neresinden bakarsanız bakın pis bir tablo.
* * *
Biz bu hale bir günde gelmedik. Banka, basın ve ticaretin ‘‘tek elde’’ toplanmasının sakıncalı olduğunu anlamadık. Uzanlar bu işi bir adım daha ileri götürdüler ‘‘banka, medya, ticaret artı siyaset’’ kertesine taşıdılar. Bu kadar gücün tek elde toplanmasının ‘‘yapısal bir sakatlık’’ olduğunun toplumuzda halen de anlaşılmadığı kanaatındayım. Yaşadığımız çirkinlikler, ‘‘iyi insan-kötü insan’’ ölçütüne indirgenemez. Uzanlar kötü, Karamehmetler iyi; Bilginler-Cinerler kötü, Doğanlar iyi diyerek bir yere gidemeyiz. Serbest pazar ekonomisine dayalı, liberal bir demokrasinin mimarisinde mutlaka ‘‘iş bölümüne’’ riayet edilmelidir. Siyasetle, ticaret; bankacılıkla, sanayicilik bir arada olamaz. Önce, hangi işlerin tek elde toplanamayacağının bilincine varmamız şart. Sonra her işin kendi başına kárlı olması ilkesine inanacağız. Sürekli zarar eden her şirketin aslında‘‘şike’’ yaptığını yani hilekár olduğunu bileceğiz. En önemlisi, basın özgürlüğünün, basının ekonomik özgürlüğü olduğunu idrak edeceğiz.
Son Söz: Besleme basın, özgür olamaz.
Yazının Devamını Oku 14 Haziran 2003
<B>AMERİKA</B>'nın Irak'a karşı gerçekleştirdiği askeri harekatı, biraz da kaza eseri olarak, Türkiye tam desteklemedi. Hepimizin bildiği gibi, 60 bin Amerikan askerinin ülkemizden geçerek, Irak'a kuzeyden girmesine TBMM izin vermedi. Gerçi evet diyenlerin sayısı, hayır diyenlerden fazlaydı, ama kabulde ‘‘katılanların yarıdan bir fazlası evet demeli’’ şartı olduğu için, mahut teskere reddedilmiş oldu. Daha önce, Amerika'nın Türk limanlarını ve hava alanlarını geliştirmesine izin vermiş, sonra da ‘‘sıkı pazarlık’’ (?) etmiştik. Amerika ön izni aldığı ve pazarlığı sonuçlandırdığı için, esas geçiş iznini çantada bildi. Askerlerini gemilere bindirip, İskenderun'a yolladı. Hatta, bir kısım silah ve teçhizatı Irak hududuna kadar taşıdı. Bu yüzden teskerenin kabul edilmemesi, Amerika için tam bir hayal kırıklığı oldu. Gerçi sonra, hava sahasının kullanılmasına ve yine Türkiye üzerinden malzeme ikmaline izin verildi. Lakin Amerika'nın kızgınlığı geçmedi. Amerikan yardımı, 6 milyar dolardan 1 milyara düştü. O da şarta bağlandı.
* * *
Teskerenin kabul edilmemesi, bazılarımızı çok telaşlandırdı. Omuzumuza konan talih kuşunu ‘‘pışt, pışt’’ diyerek kovmuş olduğumuzu söylediler. Kırk yılda bir, elimize ülkenin makus talihini yenecek bir fırsat geçmişti ve biz bunu tepmiştik. Hele hele Amerika, Irak'ı kısa sürede dizleri üzerine çöktürünce, üzüntü daha arttı. Bırakın fırsat kaçırmayı, başımıza belayı tam aldığımıza káni olduk. İran, Suriye ilişkilerimiz veya Kıbrıs ya da Kuzey Irak'la ilgili tutumumuzu beğenmeyen Amerika'nın kafası atsa ve Türkiye'ye karşı bir askeri harekata girişse ne olacak? Kim, Amerika'ya dur diyecek? Türkiye akıllı bombalara kaç gün dayanır? Zaten yapılan kamuoyu yoklamaları, ‘‘Allah'tan başka kimseden korkmayan’’ halkımızın yüzde 71'in Amerika'dan korkmaya başladığını gösteriyor. En büyük müttefikimiz, en büyük ‘‘tehdit’’ haline geldi. Bak şu teskerenin ettiğine.
* * *
Teskere'nin oylandığı günkü yazımda, milletvekili olsam ‘‘tezkereye evet derim, çünkü Türkiye'nin siyasi ve iktisadi gerçekleri bunu emrediyor’’ diye yazdım. Ama aynı yazıda, eğer o günkü oylamadan hayır çıkarsa da hiç üzülmeyeceğimi söyledim. Halen de kanaatım değişmedi. Ama bir noktada fena yanıldım. Amerika'nın, müttefiki Türkiye'nin demokratik bir yöntemle aldığı bu karara, hoşlanmasa bile saygı duyar dedim. Hatta bu kararda da bir hikmet vardır; belki de böylesi, herkes için daha iyi olmuştur diye düşüneceğini (gerçekten de öyle oldu) sandım. Aldanmışım.
* * *
Şimdi, talih kuşu meraklılarına müjdem var. Kuş yeniden geliyor. Çok uzak olmayan bir gelecekte ABD'nin, Iran'a veya Suriye'ye karşı bir harekata girişmesi hiç de sürpriz olmayacak. Bu durumda ABD, Türkiye'ye yine işbirliği önerecek, daha doğrusu dayatacak. Yani kabul edilmeyen teskerenin bir benzeri TBMM'ne yine gelebilir. Herhalde ‘‘kuşu’’ bu sefer kovmayacağız. Zaten ABD de artık işi sıkı tutuyor. ABD'nin propaganda uzmanları, Türkiye üzerine müthiş bir psikolojik baskı uyguluyor. Öncelikle etkili başlık atan gazetecileri, sonrada yetkili işadamlarını kullanarak Türkiye'ye ‘‘sıkı bir zılgıt’’ çektiler. Sopayı görünce, yelkenlerimiz suya erdi. Nitekim şu sıralarda, ‘‘ABD'ye, kafa mı tutmalı, yoksa alttan mı almalı?’’ diye bir anket yapılsa, sonuçta ‘‘höt demeden al sana teskere demeli ki; erkeklik bizde kalmış olsun’’ cevabı, en fazla oyu alır.
Son Söz: Müttefik, peyk değildir.
Yazının Devamını Oku