Ege Cansen

Faizler derhal düşürülmeli

6 Ağustos 2003
<B>GEÇEN</B> hafta sonunda IMF, Tükiye için çok önemli bir kararını dünyaya duyurdu. Kararın özeti şu: Türkiye'nin 2004 ve 2005 yıllarında IMF'ye geri ödemesi gereken borç anapara taksitlerini düşürdü. Yani, Türkiye IMF'ye bu yıllarda sırasıyla, 4.5 ve 2.3 milyar dolar daha az para ödeyecek. Bu karar, Türkiye'nin IMF'ye olan borçlarının yeni bir geri ödeme takvimine bağlandığı anlamına da gelir. Daha da önemlisi, bu ödeme planın ileride gerekirse yeniden de değişebileceğinin mesajı da verilmiştir.

Hatırlanacağı üzere mayıs ayında Economist Intelligence Unit (EIU) bir rapor yayınlamış ve 2004 yılı içinde Türkiye'nin yeni bir finansal krize gireceğini öngörmüştü. Saygın bir kuruluş olan EIU'nun bu öngörüsü genellikle kabul görmemişti. Ama ne de olsa kulaklara kar suyu kaçmıştı. Kısaca kötü bir ‘‘beklenti’’ yaratılmıştı. Bu beklentinin tersine dönmesi için Türkiye dışından iyi bir sinyale ihtiyaç vardı. İşte, IMF bu iyi sinyali şimdi vermiş bulunuyor. Dolayısıyla ‘‘beklentiler’’ iyiye dönecektir.

* * *

İktisatçıları, ‘‘parasalcılar’’ (monoterist) ve ‘‘yapısalcılar’’ (structurelist) olarak iki grupta toplamak mümkün. Ben ikinci gruba dahilim. Türkiye'de medyanın adına sık yer verdiği iktisatçıların büyük çoğunluğu birinci gruptandır. Pek tabii, ne parasalcılar ne de yapısalcılar diğer tarafın görüşünü kökten reddetmez. Ben ekonominin parasal değil, yapısal, hatta kültürel bir fenomen olduğuna inanırım. Ama parasal olayları da hiç küçümsemem. Ekonomik krizlerin, yanı fakirleşmenin finansal krizlerin sonucunda da ortaya çıkabileceğini, daha doğrusu çıktığını biliyorum. Bu sebeple IMF'nin son kararını büyük memnuniyetle karşıladım. Bu kararla, 2004 yılında Türkiye'de finansal bir kriz çıkma tehlikesi iyice azalmış bulunuyor.

IMF bu açıklamasıyla eski tabiriyle, ‘‘hadiselere tekaddüm’’ etmiştir. İngilizce deyişiyle, ‘‘pre-emptive’’ davranmıştır. Yani kötü birşey olmadan, o kötü şey olmasın diye bir tedbir almıştır. Bu tedbir doğrudur ve zamanlıdır. IMF, kedi olalı ilk defa fare tutmuştur.

* * *

Şimdi top Türkiye'de ve özellikle Merkez Bankası'nda. MB, hiçbir endişeye kapılmadan kısa vadeli faizleri ciddi oranda düşürmelidir.

Faizler, reel olarak yüzde 7'ler altında seyrettiği sürece parasal bir fenomendir. Reel faizlerin yüzde 8'i geçmesi halinde olay yapısal hale dönüşür. İşte faizle ilgili kavranması güç olan değişim budur. Türkiye'de geçtiğimiz yıllarda reel faiz seviyesi, yapısal sakatlıklar doğuracak kadar yüksek olmuştur ve devam etmektedir. Türk ekonomisinde esas düzeltilmesi gereken sakatlık budur.

MB faizleri düşürünce, toplam tasarruf miktarı azalmaz. Olsa olsa tasarrufların bir kısmı daha dövize kayar. O da döviz fiyatlarını yukarıya doğru hareketlendirir. Bu da çok iyi olur. Bu suretle, hem yükseliş trendine giren ihracat, doğal yoldan teşvik edilmiş olur; hem de Hazine daha ucuza borçlanır.

Bu arada hükümetin, IMF'nin kararını yanlış yorumlayıp savurganlığa başlamamasını bilhassa tavsiye ederim. IMF'nin bu kararı AKP'ye verilmiş bir ‘‘ödül’’ değil, Türk ekonomisinin düşmesi muhtemel tehlikeye karşı verilmiş bir ‘‘ödün’’dür.

Son söz: Tasarruf faizin fonksiyonu değildir.
Yazının Devamını Oku

Kamu ağaları

2 Ağustos 2003
<B>ÖNCE</B> olayı özetleyim, sonra yorumlara geçeriz. Bundan bir süre önce Sermaye Piyasası Kurulu (SPK) Başkanlığı'na Dr. <B>Doğan Cansızlar</B> adında bir yüksek bürokrat atandı.Cansızlar, göreve gelir gelmez, SPK için büyük yatırım projeleri yapmaya başladı. Tabii yatırım denince akla hemen yeni binalar, yeni mobilyalar, yeni arabalar, yeni bilgisayar sistemleri, yeni telefonlar v.s. gelir. Cansızlar da aynen böyle yaptı. Hızlı bir harcama kampanyası başlattı. Sonunda o kadar hızlandı ki; merkezi Ankara'da bulunan SPK'nın, İstanbul'un en fiyakalı binalarından Akmerkez'de bulunan ve SPK'nın kendi malı olan bürosunu beyenmeyip, daha fiyakalı bir mekana, Gökkafes'e taşınmaya karar verdi. Bu amaçla, o binada 15 milyon dolara iki daire aldı. Görenlerin söylediğine göre kendine, belki de 750 metrekarelik kocaman bir yazıhane döşedi. Bütçesi bu harcamalara yetmeyince, İstanbul Menkul Kıymetler Borsası'ndan borç aldı.

* * *

Dr. Doğan Cansızlar yatırım harcamaları programını ilan ettiğinde, onun bu kampanyasına karşı çıkan bir yazı yazmıştım. O gün bu gündür, işlenmesi gereken çok sayıda iktisadi konu üst üste geldiğinden, bir daha Cansızlar'ın harcama tutkusuna dönmedim. Ama bu arada Sabah yazarlarından Necati Doğru, SPK Başkanı Cansızlar'ın vicdan sızlatan harcamaları karşısında isyan etti. Kendine mahsus baharatlı üslubuyla bu konunun üstüne gitti. Hemen benzeri her vakada gördüğümüz tepki burada da oluştu. Dr. Cansızlar eleştrileri değerlendirmedi. Sadece öfkelendi. Bir lahza durup, ‘‘acaba hata mı ediyorum?’’ diye düşünmedi; geri adım atmayı aklından bile geçirmedi. Necati Doğru'yu sindirmek için tüm gücüyle harekete geçti. Doğru'nun sütunundan edindiğimiz bilgilere göre, kendisine hakaret edildiği iddiasıyla dava açtı, yetmedi bürokrat arkadaşlarına eski defterleri karıştırmaları ricasında bulundu ki, onlar da üç yıl önceki konuları tekrar ortaya çıkardılar. Bu da yetmedi, Basın İlan Kurumu'na müracaat ederek, Sabah gazetesinin ilanlarının kesilmesini istedi. Eleştiriyi dikkate alacağına, işi kan davasına dönüştürdü.

* * *

Doğru'nun sütunundan öğreniyoruz ki; Başbakanlık Teftiş Kurulu, Maliye Teftiş Kurulu ve Yüksek Denetleme Kurulu müştereken, SPK'nın yani Dr. Cansızlar'ın harcamalarını incelemiş ve usulsüzlük bulmuş. SPK'yı uyarması için raporunu başbakanlığa sunmuş. Gerçi sakatlık usulde değil esasta, ama olsun. Bu da işin olumlu sayılabilecek başka bir veçhesi.

* * *

Türk devletinin iki yakasının bir araya gelmesi için iki temel meseleye çözüm bulmamız gerek. Birincisi, kişiler servetlerinin kaynağını açıklamaya mecbur olmalı. Diğer adıyla Maliye'nin ‘‘nereden buldun?’’ sorusuna herkes cevap vermeli. Çünkü, yolsuzlukları önlemenin tek çaresi budur. Devletin de bu soruyu sormaya hakkı vardır. İkinci mesele kamu kaynaklarının harcanması. Her kamu yetkilisi ‘‘nereye harcadın?’’ sorusuna cevap vermelidir. Çünkü parayı (vergiyi) veren halkın da bu soruyu sormaya hakkı vardır. Bunu da basın yoluyla yapar. Pek tabii, bu sorunun cevabı, ‘‘kendime başkanlık sarayı yaptırdım, kim ne karışır’’ olamaz. Maalesef, yüksek bürokratların ‘‘büyük oda-pahalı mobilya’’ tutkusu tedavi kabul etmiyor. Bu da az gelişmiş ülke yöneticilerinin, kendini önemsetme gösterisi oluyor herhalde.

Son Söz: Kişinin değeri, yazıhanesinin yüzölçümünden anlaşılmaz.
Yazının Devamını Oku

Sorumluluk alamamanın sorumluluğu

30 Temmuz 2003
<B>İMAR</B> Bankası'nın gümlemesinden sonra, kamunun borçları daha da arttı. Çünkü devlet, kişi başına 50 milyar lira olan sigorta tavanını kaldırıp, bu bankaya yatmış tasarruf mevduatının tamamını ödemeyi üstlendi. (Vermemesi gereken bir söz verdi.) Devlet, parayı nereden bulacak? Bütçe açık olduğuna göre, borçlanacak. Borcu da faizi ile birlikte halk ödeyecek. Teorik olarak, batan bankanın varlıkları nakte döndükçe, devlet verdiği bu paralarının bir kısmını kurtaracak. Peki ödenecek toplam ne? Rakam 500 milyon dolarla 5 milyar dolar arasında dolaşıyor. Geçen hafta da yazdığım gibi, ‘‘kayıtsız mevduat’’ diye bir şeye inanmıyorum. Burada müthiş bir sahtekarlık var. Devlet, isterseniz BDDK değin, tuzağa düştü. Çünkü bugüne kadar yapması gerekenleri yapmadı. Zannedilir ki; hiç bir şey yapmazsan, hiç bir şeyden sorumlu olmazssın. Halbuki sorumluluk kavramı, bir şeyler yapması gerekenlerin hiç bir şey yapmamasını da kapsar. Bu bankaların mevduat toplama lisansları bundan yıllar önce iptal edilmeliydi. Lisans iptal etmenin sorumluluğundan kaçıldı, milyarlarca dolar para ödemek sorumluluğuna düşüldü. Ama ortada suçlu yok. Hukuk bu mu? Yargıtay başkanından toplumu aydınlatmasını bekliyoruz.

* * *

Bankacılık, en rizikolu işlerden biridir. Hemen her ülkede, zaman zaman bankacılık krizleri çıkar. Bu krizlerin ceremesini öncelikle o bankalarda mevduatı olanlar çeker. Türkiye'deki gibi mevduatı olmayanlar değil. Bu uygulama da hukuka uygun herhalde. (Hukuk konusundaki cahaletim yazdığım her satırda nasıl da belli oluyor.) Başka ülkelerde de bankacılık krizleri yaşanması, Türkiye'de yaşanan bankacılık kepazeliklerini normal gördüğüm anlamına gelmez. Türkiye'de durum anormaldir. Çünkü:

1. Reel faizler dayanılmayacak kadar yüksektir.

2. Bankaların sahiplik yapısı ahlaki zafiyete açıktır.

3. Bankaların ve onların kredi müşterisi olan şirketlerin bilançoları ve kár / zarar hesaplarının hemen hepsi yanlıştır.

4. Bankaların denetimleri, işin esasına taalluk etmeyen usullere uygunluk kıstasında yapılır. Kaldı ki, bunlar dahi kaale alınmaz.

5. Siyasi iktidarlar, kamu bankalarını ‘‘milli gelirin yeniden dağıtım aracı’’ olarak görür ve böyle işletir.

6. Halkımız kárın ‘‘günah’’, zararın ‘‘sevap’’ olduğuna inanır. Halbuki; kapitalizm, yani doğal iktisadi düzen, bize bunun tam tersini söyler.

7. Türkiye'de kapitalist sistemin altyapısını oluşturan bir hukuk yoktur.

Şimdi gelelim ulusal ekonomiyi güçsüzleştiren bu sakatlığın tedavisine.

1. Reel faizlerin yüzde 7'ler düzeyine düşürülmesi, ekonominin bir numaralı hedefi ilan edilecektir.

2. Bankacılıkla, patronların kendini finanse etme devri kapanacaktır.

3. Zarar ettiği için sermaye yeterlilik rasyosu tutmayan bankaların, mevduat toplama lisansları iptal edilecektir. Zararlı bankaya sermaye şırınga etmek çare değildir.

4. Banka kára geçip, sermaye yapısını kuvvetlendirdikten sonra, lisans iade edilebilir.

5. Batan bankalarla birlikte, mevduat sahipleri de batacaktır.

Son Söz: Kaderi, yaptıkların değil, yapmadıkların belirler.
Yazının Devamını Oku

Uzanlar'ın dramı

26 Temmuz 2003
<B>BU </B>ülkenin iktisadi düzeninin (yani düzensizliğinin) değişmeyeceği kesin. Bu, kader değil, kısır döngüdür. İngilizce'de ‘‘you will become misfit, by being fit, to an unfit fitness’’ diye bir tekerleme vardır. Bunu Türkçe olarak şöyle söyleyebiliriz: ‘‘Uygunsuz düzene uyum gösteren, uygunsuzlaşır’’. Kişilerin, herhangi bir işte başarılı olması için, içinde bulundukları ortama uyum göstermeleri gerekir. Dolayısıyla, uygunsuz ortama uyum göstermek, uygunsuz işler yapan biri olmak demektir. Toplumu oluşturan kişiler uygunsuz işler yaptıkça da ortamın uygunsuzluğu artarak sürer.

* * *

Son haftaların bombası, İmar Bankası. İmar Bankası'nı yönetim kurulu, bundan bir süre önce toptan istifa etti. Banka organsız kaldı. Duruma BDDK el koydu. Önce bankanın lisansı iptal edildi; sonra da tasfiyesine karar verildi. Tasarruf Mevduatı Sigorta Fonu, tasfiye edilen bankalarda kişi başına 50 milyar liraya kadar bir ödeme yapmayı üstlenmişti. İmar Bankası da tasfiye edilince, her bir mudiye en çok 50 milyar lira ödenmesi gerekirdi. Ama hükümet, yeni bir bankacılık krizi çıkmasından çekindiği için, bu tavanı sonsuza yükseltti. (Şimdilik kaydıyla.) İlk belirlemelere göre, bankada 900 trilyon dolayında tasarruf mevduatı vardı. Bazı mudiler, her ne kadar resmi kayıtlarda gözükmüyorsa da kendilerinin bu bankaya daha fazla tevdiat yaptıklarını iddia etti. Gazetelere yansıdığı kadarıyla, kayıt dışı mevduatla birlikte, BDDK'nın ödemesi gereken (aslında gerekmeyen) para neredeyse 5 milyar dolara yaklaşıyormuş.

* * *

Ben hesap kitaptan iyi anlarım. Koyun kaç kilo gelir, dana kaç kilo, kantara çıkarmadan söylerim. Bende oluşan kanaat, 5 milyarın balon olduğudur. Ne kayıtlı, ne de kayıtsız, İmar Bankası'na kesinlikle bu kadar mevduat yatmış olamaz. Bir zamanlar, iflas eden işadamları, iflas masasına kızlarını ve karılarını en büyük alacaklı diye yazdırıp, hakiki alacaklıların hakkını gaspeterdi. Aynı şey şimdi bu bankada niye yapılmış olmasın? Hükümet, mevduat sahibi vatandaşları zarara uğratmamak endişesiyle bu paraları ödemek gafletinde bulunursa, işte o zaman tuzağa düşmüş olur. Ayrıca unutulmasın mudiye ödenecek her kuruş, gerçek vatandaşın, yani halkın cebinden çıkacaktır. İnsan, kayıt dışı mevduat kargaşasını yaratanlarla, bankayı hortumlayanlar ortaktır diye düşünüyor.

* * *

Şimdi şu soruyu sormanın tam sırasıdır. Uzan Grubu, başarılı mıdır? Düne kadar, en azından görüntüde, bu sorunun cevabı evet idi. Hem de çok başarılıydılar. Elektrik üretimi ve dağıtımı, çimento, GSM telefon, medya ve bankacılık sektörlerinde at koşturuyorlardı. Baba Kemal Uzan yılların müteahhididir. Uzan Grubu bu kadar genişlemeden önce de kendisi zengin bir adamdı. Oğullarıyla birlikte böylesi büyük saltanatın içinde değildi ama, büyük oyuncuydu. Gazetesi bile vardı. Ne oldu da Uzanlar, bu kadar büyük bir çıkıştan sonra bu kadar büyük bir düşüş yaşadılar? Uzanlar'ın yaşadığı dramın tohumları, yükseliş devrinde atıldı. Onlar bu ülkenin uygunsuz ortamına çok iyi uyum gösterdiler. O kadar iyi uyum gösterdiler ki; ‘‘alem buysa, kral biziz’’ dediler. Tahta oturduklarında yolun sonuna gelmişlerdi. Bunu görünce, çaresizlikten ya herro ya merro deyip, siyasete de daldılar.

Son Söz: Ortama uygun olsa bile uygunsuzluk, uygunsuzluktur.
Yazının Devamını Oku

TOBB, Habur'u işletemez

23 Temmuz 2003
<B>GAZETELERDEN</B> okuduğumuza göre, Habur sınır kapısının işletmesi TOBB'a yani Türkiye Odalar ve Borsalar Birliği'ne verilecekmiş. İşte bu olmadı. Olmadı, yani olmaması gerekir demektir. Sebebini açıklayayım.

Kapitalizm, bu kelime rahatsızlık veriyorsa ‘‘serbest pazar ekonomisi’’ diyelim, çok sağlam teoriler üzerine kurulu, karmaşık ve işleyişi, insanı bunaltan ayrıntıda hukuki kurallara bağlanmış büyük bir senfonidir. Bu senfoni, katı bir disiplinle icra edilirse, ortaya tadına doyulmayan görkemli bir müzik çıkar. Aksi takdirde sonuç patırdı ve gürültüdür. Diğer bir değişle, aldatmaca, kargaşa ve yolsuzluktur. Yani geri kalmışlık.

Kapitalizmin iki ayağı varsa, bunlardan biri ‘‘fiyat mekanizması’’ diğeri de ‘‘iş bölümü’’dür. Gerek mikro düzeyde, yani firma seviyesinde, gerekse makro düzeyde, yani ülke çapında ‘‘iş bölümü’’ yapmak şarttır. İş bölümü sayesinde verimlilik artar. Yani hem maliyetler düşer, hem de kalite yükselir. Bu gerçeği, bundan 200 yıl önce ilk Adam Smith farketmiştir.

* * *

Şimdi gelelim somut olayımıza. TOBB, sanayi ve ticaret odalarıyla borsaların bir üst kuruluşudur. Ticaret odaları, tacirlerin daha iyi ticaret yapabilmesi için çalışır. Yarı kamusal bir kuruluştur. Üyelerinden para toplayarak yaşamını sürdürür. Üyelerine hizmet eder. Üyelerinin toplumla ilişkisinini iyileştirmek maksadıyla ve sırf bu maksat çerçevesinde kalarak, doğrudan topluma da hizmet sunabilir. (Tüketici haklarının korunması gibi.) Ama bir ticaret odası, asla ticaret yapamaz. Çünkü ticareti onun üyeleri yapar. Bir kuruluş, kendisini meydana getirenlere rakip olamaz. Nitekim, Tabipler Odası da hasta tedavi edemez, hastahane kuramaz veya işletemez. Hastaları, bu odanın üyeleri olan tabipler tedavi eder. Aynı şekilde Mühendisler Odası, ne proje yapar ne de müteahhitlik. Bu işleri onun üyeleri yapar. Bu üyeler isterlerse, tek başlarına ve birlikte hareket edebilir. Gazeteciler Cemiyeti, gazetecilik yapamaz, gazete çıkaramaz. Baroyu avukatlar kurar, ama baro hukuk bürosu değildir. Dava alamaz. Davayı avukatlar alır.

* * *

Ticaret ve sanayi odalarıyla, borsaların bir üst kuruluşu olan TOBB'un ticaret yapması, yani Habur Sınır Kapısını'nı işletmesi kesinlikle kapitalisit sistemin teorisine uygun değildir. Böyle bir girişimin, ticaret ve idare hukuku bakımından da mümkün olmaması gerekir. İşin bu yönünü hukukçulara bırakıyorum. Hülle yapıp, işi kitabına uydursunlar diye değil; bunun kanunların ruhuna aykırı olduğunu topluma haykırsınlar diye.

Eğer Habur kapısının, özel sektör tarafından işletilmesi uygun görülmüşse, bu işi yapabilecek yüzlerce otelci ve turizimci girşimci bulunur. Sırası gelmişken söyleyeyim. Ticaret Odaları üniversite de kuramaz. Bu da hem kapitalizmin teorisine hem de hukuka aykırıdır. Odalar, vakıf da kuramaz. Vakıf, özel hukuk kurumudur. Para vakfedenin özel kişi olması gerekir. Dolayısıyla odalar vakıf yoluyla da, umuma açık üniversite kuramaz. İsterlerse sadece üyelerinine her tür eğitim verebilir.

Son Söz: Biz yaptık oldu; olmaz.
Yazının Devamını Oku

En az iki hedef gerek

19 Temmuz 2003
<B>MERKEZ </B>Bankası (MB), geç ve güç de olsa faizleri biraz daha indirdi. Faizleri niçin indirdiğini de şöyle açıkladı. MB'ye göre, hem piyasalarda enflasyonun düşeceğine dair beklentiler artık yeterince kuvvetlenmiş hem de hükümetin IMF ile mutabık kalınan ‘‘istikrar paketi’’ne yani ‘‘niyet mektubu’’na uygun hareket edeceğine güven artmış. Eh hal böyle olunca da uygulanmakta olan ‘‘örtülü enflasyon hedeflemesine’’ uygun olarak da faizleri indirmeye karar vermişler.

MB'nin Türk ekonomisi içindeki önemi giderek artıyor. Başkanı da belli zamanlarda bir bilge kişi olarak konuşarak, hem iktisat dersleri veriyor, hem de ekonomideki beklentileri yönetiyor. Serbest pazar ekonomilerinde, yani ister tüketici, ister üretici, ister yatırımcı olsun, bireylerin serbestçe karar aldığı ortamda, beklentileri yönlendirmek, ekonomiyi yönetmenin yarısıdır denilebilir. Alınan herhangi bir karar geçmişi değiştiremez, ama geleceği şekillendirebilir. Dolayısıyla, mantıki bir zaruret olarak, alınan her karar geleceğe aittir. Gelecek ise belirsizdir. Bu yüzden her karar ister istemez ‘‘belirsizlik’’ ortamında alınır. Belirsizlik ne kadar azaltılabilirse, alınan kararların rasyonelliği de o kadar artar. Bu aynen, siste ilerleyen gemilerin yavaş seyretmesi, sis açılıp kaptan önünü görür hale gelince de hızlanmasına benzer. Ekonomide hız ‘‘verimlilik’’ demektir.

* * *

Tam bu noktada çok temel bir doğa kuralına değinmek istiyorum. Mesela hız, verimlilik demektir dedim. Bunun işletme ekonomisi dilindeki karşılığı ‘‘bilanço devir hızının artması’’dır. Devir yükseldikçe, aynı sermaye ile daha fazla iş yapılır. Yani verim artar. İsterseniz hız kavramının en çok kullanıldığı ulaşımdan örnek verelim. Eğer taşıt araçları daha hızlı hareket ederse, araçların günlük taşıma kapasiteleri artar. Yani aynı sayıdaki araçla daha fazla iş yapılır. Peki, hızlanmanın hiç sakıncası yok mu? Evet var. Bir defa kaza riski artar. İkincisi taşıtlar daha çabuk yıpranır. Üçüncüsü, yapılan birim iş başına harcanan enerji artar. Buradan çıkaracağımız sonuç, herhangi bir sistemde sadece tek bir parametreyi en yüksek değere getirerek, maksimum verimin elde edilemeyeceğidir. Mutlaka onu denetleyen ve dengeleyen bir ikinci göstergeye ihtiyaç vardır.

* * *

MB başkanı, döviz fiyatlarının enflasyonun gerisinde kalmasından şikayet edenlere ‘‘Ekonomide hem enflasyon hem de kur hedefi olmaz; bizim hedefimiz enflasyonu indirmektir, kurlarla ilgili bir hedefimiz yoktur’’ diyor. İşte bu yanlıştır. Çünkü, eğer kurlar bu seviyelerde uzun süre devam ederse, oluşacak cari işlem açıklarından dolayı, en istenmeyen bir zamanda döviz fiyatları aniden yükselir, tutturulmuş düşük enflasyon seviyesini patlatır. Yani, en az iki hedefi de gözetmek lazımdır derken ‘‘İhracatçılar ağlıyor, onlara meme verelim’’ demiyorum; düşük döviz fiyatlarıyla tutturulan enflasyon hedefi, kurlar yükselişe geçince bir anda berhava olur hatırlatmasında bulunuyorum. Daha önce de yazdığım gibi, benim esas önerim M.B.'nin daha fazla döviz satın alması değil, faizleri daha hızlı düşürmesidir. M.B., faizleri yüksek tutarak bugüne kadar enflasyonun ineceğine kendisi de inanmıyormuş intibaı verdi. Bir bakıma ‘‘yüksek enfslasyon beklentilerini’’ eliyle besledi. MB'nin şimdi güvendiği hükümetin icraatı bir başka yazı konusu. Benim endişelerim devam ediyor.

Son Söz: Tek kutuplu mıknatıs olmaz.
Yazının Devamını Oku

Bankaya selam hataya devam

16 Temmuz 2003
<B>PAZAR </B>günkü Hürriyet'in onuncu sayfasında kocaman bir resim ve kocaman bir haber. Resimdeki kişi Türkiye Ev Tekstili Sanayicileri Derneği (TETSD) Başkanı Yılmaz Ulusoy. Haberin başlığı ‘‘Birleşip güçlendik, sigortacı da bankacı da oluruz’’. Yılmaz Ulusoy ‘‘TETSD'nin 467 üyesi var ve bunlar 1386 fabrikayı temsil ediyor. Üç yıldır üzerinde çalıştığımız sektörel dış ticaret şirketini kurduk. Hepsi katıldı. Şimdi bir de sigorta şirketi kuracağız ya da alacağız. Ardından da birkaç yıl içinde bir finans kuruluşu (banka) kuracağız’’ diyor. Ayrıca, sektörel dış ticaret şirketlerinin bazı kötü örneklerini de gördüklerini ve incelediklerini hatırlatarak ‘‘Biz bu kötü örnekler gibi olmayacağız. Çok başarılı işler yapacağız’’ diyor. Buyrun cenaze namazına.

Anlaşılan ne yaşanan bankacılık rezaletleri ve felaketleri ne de ülkenin içine düştüğü finansal ve iktisadi krizlerden kimse ibret almıyor. Kendine bir ders çıkartmıyor. Bu tuhaf durum için aklıma iki açıklama geliyor.

1. İşadamlarımız, yanlışlığı hem pratik hem de teorik olarak ispatlanmış yol ve yöntemleri bir de kendileri denemek istiyor. Onlar kötüydü ve yanlış yaptı, ben iyiyim ve doğrusunu yaparım gibi garip bir dayılanma ve bilime meydan okuma huyu var bu kişilerde. Onun için, hatanın üstüne üstüne gidiyorlar. Hayata karşı zar atıyorlar.

2. Aslında onlar da bu yol ve yöntemlerin yanlış olduğunu bal gibi biliyorlar. Ama bir şeyi daha biliyorlar. Daha önce bu yanlış yollara sapmış işadamları, doğru yoldan gidenlerden daha kısa zamanda daha fazla servet sahibi olmuş. Bankacılıkta rezaletler yaşanmış, ülke finansal krizlere girmiş, halk fakirleşmiş, kamu borçları gırtlağa kadar yükselmiş, ama bu kabil kişilerin ne paralarına, ne de itibarlarına hiç halel gelmemiş. Dolayısıyla girişimciler, ülke ekonomisi için ne kötü olursa olsun, bu irrasyonel yapılanmalara bayılıyor. Ben de, ben de diye üstüne atlıyor.

* * *

Otuz yıldır söylediklerimi ve yazdıklarımı tekrar edeyim. Sanayicilerin banka sahibi olması ayıptır ve yanlıştır. Sanayici kredi kullanır, yani bankadan borç alır. Banka ise mevduat toplar. Bankaya tevdi edilen para bir emanettir. Banka, bu emaneti en titiz şekilde muhafaza etmekle yükümlüdür. Ancak geri alacağından emin olduğu sanayici, tüccar veya tüketicilere ödünç olarak verir. Karşılığında da teminat alır. Eğer kredi kullanan sanayici, mevduat toplayan bankanın hakim ortağı ise bu yapıda ‘‘ahlaki zafiyet’’ oluşur. Yani bankanın içinin boşaltılması riski doğar. Kimse ben yapmam demesin. Eğer patlatma niyeti yoksa, ateşle barut yan yana getirilmez. Sevişme emeli yoksa, erkekle kadın aynı yatakta yatmaz. Kendimi tutarım olmaz. İnsan şeytana uyar, kaza çıkar. İşadamı, banka sahibi olunca, mevduata tasallut eder. Herkes kendine torpil geçer, kendine yeterince adil davranmaz. İşadamlarının banka sahibi olma hevesleri, caka atma arzusundan gelmiyorsa, ortada mutlaka kötü niyet vardır. İşadamının işini büyütmek, parlak projelerini hayata geçirmek için paraya ihtiyacı varsa, bankadan kredi alır, kendine ortak bulur, halka açılır, halka tahvil satar, satıcı kredisi kullanır, iş avansı toplar. Ama ne sigorta şirketi ne de banka sahibi olamaz.

Son Söz: Özel banka yetmezse, özel merkez bankası verelim.
Yazının Devamını Oku

Bu dünyadan bir Çelik Gülersoy geçti

12 Temmuz 2003
<B>ÇELİK Gülersoy'</B>u kaybettik. Kendisi seyrek gördüğüm, ama bir arada olunca da uzun uzun sohbet ettiğimiz bir dostumdu. İstanbul'da yaşayıp da Çelik Gülersoy'un bu şehir için yaptıklarını takdir etmeyen bir kimse olamaz diye düşünüyorum. Gerçi son on yıldır, Gülersoy bir hayli inzivaya çekilmişti. Ama yine de durmuyor, bir yerlerde tarihi bir değer bulup onu ihya ederek toplumun hizmetine sunmaktan geri kalmıyordu.

* * *

Çelik Gülersoy,
hukuk tahsil etmişti ama aslında bir mimardı. Zevk sahibiydi. Eski binalar ve onların detayları hakkında inanılmaz bilgi birikimi vardı. Hem onarım ve inşaat işlerine aklı eriyor, hem de netice almasını biliyordu. Gülersoy, içine kapanık bir bilge adam değildi. Tam aksine, bir işadamı kadar girişimci, inatçı ve mücadeleci bir insandı. Bu yüzden hayatı sürtüşmelerle geçmiştir. Zaten öyle olmasaydı geride bu kadar çok eser bırakamazdı. Çelik Bey'in yaptıklarını estetik olarak beğenmeyenler de vardır. Soğuk Çeşme Sokağı'nı ihya etmesi, yani Topkapı Sarayı'nın dış duvarlarına yaslanmış Osmanlı devrinin ‘‘kaçak’’ evlerinin restorasyonu bence müthiş bir projeydi. Buradaki evlerin rengárenk boyanması çok eleştirilmişti. Sokağın yeni halini, sahte bir tiyatro dekoruna benzetenler çıktı. Merak ettim birkaç kez gidip inceledim. Oraların eski halini bilen bir vatandaş olarak yapılanları çok beğendim. Adeta büyülendim. Zaten kendisinin Sultanahmet civarındaki tüm çalışmaları olağanüstüdür. İstanbul'a kazandırdığı eserler ise saymakla bitmez. Bu arada Bolu Dağı'ndaki Koru Oteli'ni de zikretmeden geçmeyeceğim. Çelik Bey, genel müdürü olduğu TTOK'a (Türkiye Turing ve Otomobil Kurumu) devletin tahsis ettiği kamusal kaynakları en hayırlı biçimde harcamıştır. Keşke hem bu kurumun imtiyazları, hem de Çelik Bey'in yetkileri devam etseydi de İstanbul daha çok güzellikler kazansaydı. Şurası muhakkak ki, Çelik Gülersoy yaşamamış olsaydı, İstanbul bugün daha çirkin olurdu.

* * *

Çelik
Bey'le son buluşmamızda trafik meselelerini konuşmuştuk. Bana, 1970 yılında bastırdığı ‘‘Trafik Sorunumuz Üzerine Düşünceler’’ adlı kitabından bir tane verdi. Bu kitap, İ.Ü. Hukuk Fakültesi Kriminoloji Enstitüsü'ün 1967'de tertiplediği ‘‘Türkiye Trafik Problemleri Semineri’’nin sonuçlarını ve kendisinin bu konudaki gözlemlerini içeriyor. Kitaptan Gülersoy'un trafikle ilgili bir cümlesini aktaracağım. ‘‘Trafik de kendi başına bir olay olmayıp, bütün sosyal olgular gibi, toplumsal yapının kendi yüzünü seyredebileceği sadık bir aynadır.’’ İktisadi bakımdan çok büyük bir ‘‘verimsizlik’’ kaynağı olan İstanbul'daki trafik vahşetinin sadece bir veçhesine Çelik Bey'in ‘‘sadık aynası’’nı tutmak istiyorum. Kent ulaşımında en kıt ve en pahalı kaynak, taşıt araçları değil, yollardır. Halbuki, İstanbul'un en sıkışık caddeleri, yol değil otoparktır. Buralar sanki marifetmiş gibi dörtlü flaşörleri yanan veya yanmayan araçların işgali altındadır. Yolların taşıma kapasitesini azaltıp, ulaşım hızını düşüren bu üşengeç, şımarık ve şirret araç sahipleriyle baş etmeye polisin ne niyeti ne de gücü vardır. Çünkü ‘‘toplumun gerçek yüzü bu bencilliktir’’. İstanbul'da sadece ana caddelerde park yasağı uygulansa, ulaşım ‘‘tek bir kuruş harcamadan’’ inanılmaz derecede rahatlar. Bu da belediyenin işine gelmez.

* * *

Son Söz: Ben, bizin düşmanıdır.
Yazının Devamını Oku