3 Eylül 2003
<B>GEÇEN </B>yıl sonunu 1.64 milyon TL dolayında kapayan dolar fiyatı, şu sıralarda 1.40 milyon TL civarında. Bilançolarında dolar cinsinden döviz borcu olan firmaların, buna KİT'ler de dahildir, bu farktan dolayı bir ‘‘kur farkı gelirleri’’ oluşuyor. Bu gelir kalemi ‘‘Gelir Tablosu’’na dahil edilince, firmaların ‘‘Vergi Öncesi Kár’’ rakamı artıyor. Hatta bir kısmının zararı, kára dönüşüyor. 2002 yılı sonunda dolar 1.34 milyon TL idi. Yıl sonunda da yukarıda yazdığım gibi, 1.64 oldu. Geçen yıl her bir milyon dolarlık döviz kredisi yüzünden firmalar 300 milyar lira ‘‘kur farkı gideri’’ yazdılar. Bu yıl ise her bir milyon dolara borç için 240 milyar lira ‘‘kur farkı geliri’’ yazıyorlar. Hal böyle olunca, KİT'ler dahil birçok firma, 2003 yılında, 2002 yılının aynı devresine göre çok ciddi kár artışı sağlamış gibi duruyor. Şimdi soru şu: Acaba bu yılın kár rakamlarına ne kadar güvenmeli? Geçen yıl-bu yıl kıyaslamalarında, kár rakamlarının yöneticilerin performansını göstermede anlatım gücü ne? Pek tabii cevap verilmesi gereken diğer soru, geçmiş yıllardaki ‘‘kur farkı giderleri’’nin de ne kadar gerçek olduğu? O yılların ‘‘Gelir Tablosu’’ analizlerinde bu hususa dikkat edildi mi? Yoksa o yıılarda, şirketlerin performansı olduğundan daha mı düşük değerlendi?
* * *
Görüldüğü gibi, gayet ciddi bir muhasebe meselesiyle karşı karşıyayız. Konumuz vergi beyannamesinin doldurulması değil. Neyin matrahtan indirilip, neyin indirilmeyeceğini vergi uzmanlarına sorup öğrenirsiniz. Bahsettiğim mesele, öncelikle firmaların ‘‘mali tahlilini’’ yapanlar için varit. Ayrıca, bu sorunun cevabı, makro ekonomik yorum yapan iktisatçıların, bütçedeki faiz giderlerinin büyüklüğünü ve KİT bilançolarının, kamunun finansman dengesi üzerindeki etkisini irdeleyebilmesi için de gerekli.
* * *
Gelelim meselenin tahliline. (Konuyu gereksiz bir karmaşıklığa sokmamak için, enflasyon düzeltmesini tartışmanın içine katmıyorum.) Firma hesapları, iki grupta toplanır. Birinci gruba ‘‘aktif-pasif’’, ikinci gruba ‘‘gelir-gider’’ kalemleri girer. Bunlara iktisat dilinde ‘‘stok’’ ve ‘‘akım’’ hesapları denir. Olağan şartlar içinde stok hesaplarından kár veya zarar edilmez. Yani firmanın bilanço pozisyonlarından para kazanması ne amaçtır ne de ‘‘operasyonel’’ performans göstergesidir. Bunlar, olsa olsa ‘‘spekülatif’’ kayıp veya kazançlardır. Buna mukabil, borçların ve alacakların yarattığı faiz gelir veya giderleri ise ‘‘akım’’ hesaplarına dahildir. Bu gelir ve giderler tahakkuk ettiği gün muhasebeleştirilmelidir. Buna mukabil stok kalemlerinden elde edilen kár veya zarar, ‘‘realize edildiği’’ taktirde kayda alınmalıdır. Mesela firmanın sahip olduğu bir arsa, çok değerlenebilir. Bu arsa satılmadan, yani o aktif (veya pasif kalem), firma mülkiyetinden çıkmadan, tahakkuk etmiş olağanüstü bir ‘‘kár’’dan bahsedilemez. Herhangi bir rakam da muhasebeleştirilemez. Somut olayımızda soru, bilançonun parasal kalemlerinden olan ‘‘döviz borcunun’’ veya ‘‘mevcudunun’’ hesaplanan kur farkının ne zaman bir kár veya zarar doğurduğudur. Cevap, geri ödenen veya bozdurulan ‘‘kısma’’ (yani tamamına değil) ait olan miktarlar, realize edildiği gün şeklinde olacaktır. Dolayısıyla, toplam döviz borçları azalmayan bir firmanın, ‘‘kur farkı kazancı’’ olamaz. Hakeza toplam döviz borcu azalmayan bir ülkenin, ‘‘kur farkı kazancını’’ faizden düşerek, dış borçlara ‘‘eksi faiz ödendi’’ denemez.
Son Söz: Yanlış hesapla, doğru bilanço çıkmaz.
Yazının Devamını Oku 30 Ağustos 2003
<B>SABIK</B> Cumhurbaşkanı <B>Süleyman Demirel</B>, geçen hafta sonunda Hürriyet'in konuğu olmuş. Gazetemiz, iki gün boyunca <B>Demirel</B>'in görüşlerini yayınladı. Pazartesi günkü manşet, ‘‘Referandumu Büyük Farkla Kazanırım’’ idi. Ben önce dokuzuncu cumhurbaşkanının hangi referandumdan bahsettiğini anlamadım. Metni okuyunca Demirel'in kendini, Başbakan Erdoğan'ın yerine koyup konuştuğunu anladım. Demirel, şöyle diyordu: ‘‘Açık söyleyeyim, referandum propagandasını ben yapsam, çok büyük oyla kazanırım.’’ Arkasından da düşündüğü propaganda teması açıklıyordu. ‘‘Sekiz milyon orman kenarında, üç milyon orman içinde yaşayan köylü var. Ormana olan muhabbetiniz kadar, bu ülkenin halkına da muhabbetiniz olsun; veto edecek nesi var?’’
* * *
Ben bu ifadeyi okuyunca, Başbakan Erdoğan ‘‘aramadığı’’ kanı buldu; derhal 2B tasarısını olduğu gibi Çankaya'ya yollayacak ve Cumhurbaşkanını köşeye sıkıştıracak diye düşündüm. Anayasa değişikliği aynen geri yollansaydı, Sezer daha önce reddetiği tasarıyı ya imzalayacak, ya da kaybetmesi çok muhtemel bir referanduma götürecekti. Halbuki olaylar böyle gelişmedi. Erdoğan, ertesi gün ‘‘Devletin tepesinde çatışma var görüntüsü vermek istemiyorum’’ diyerek 2B tasarısını askıya aldı. Erdoğan'ı ‘‘uzlaşma arayan’’ tutumu dolayısıyla bir defa daha takdir ettim.
* * *
Demirel ile Erdoğan arasında çok önemli bir farkı dikkatlerinize sunmak istiyorum. Demirel, siyasette aktif olduğu sürece ‘‘gerilim mühendisliği’’ yapmıştır. Mezarını ziyaret ettiği Özal cumhurbaşkanı, kendisi başbakanken, devletin tepesinde yarattığı gerilimlerin üzerinden çok zaman geçmedi. Herşey, herkesin aklında. 12 Eylül 1980'e gelindiğinde, kendisi başbakandı, ama yaratılan gerilim yüzünden Meclis bir cumhurbaşkanı bile seçememişti. Demirel'in siyaset sanatı, sürekli gerilim yaratma üzerine kuruluydu. Anlaşılan 2B konusu, şimdi onun ağzını sulandırıyor. Ah, ben şimdi başbakan olsam, şu cumhurbaşkanını ile ilişkileri nasıl da gererdim diye iç geçiriyor.
* * *
Gelelim 2B, yani orman vasfını kaybetmiş arazilerin satışı tasarısına. Bu tasarının, Demirel'in söylediği şekilde orman köylüsünü korumakla hiç bir ilgisi yok. Birinci amaç devlete gelir sağlamak. ‘‘Ormana duyduğunuz muhabbet kadar, bu ülkenin halkına da muhabbetiniz olsun’’ ithamı ile karşı karşıya kalmaktan korkmak lazım. Bu söz, insanı linçe götürür. Sanki ortada ‘‘ormandan mı, halktan mı yanasın’’ diye bir tercih yoklaması var? 2B tasarısına karşı çıkanları, 'halkını sevmeyenler' diye ilan etmek insaf ve vicdanla bağdaşır mı? Topluma böyle nifak tohumları atılır mı? Ama amacınız ne pahasına olursa olsun referandumu ezici bir şekilde kazanmaksa, ülke yangın yerine dönmüş ne gam.
* * *
2B konusu referanduma giderse, ben ‘‘evet’’ oyu vereceğim. Gerekçem, bu hükümete kangren olmuş bir yarayı (fiili işgalleri) iyileştirme fırsatı tanımaktır. Bir yönetimin ‘‘var olan bir meseleyi, yok sayarak’’ başarı kazanması mümkün değildir. 2B konusunda yapılması gereken her ikaz yapılmıştır. Çıkacak kanundan sonra, rant ve orman yağmasına yeniden geçit verilirse, onun da vebali bu hükümete ait olur.
Son Söz: Kavgada galip gelen, haklı demek değildir.
Yazının Devamını Oku 27 Ağustos 2003
ULAŞTIRMA Bakanı Binali Yıldırım, ‘‘Vatandaş, otobüs fiyatına yakın bir fiyatla uçağa binecek’’ demiş. Erzincan'nın Refahiye İlçesi'ne bağlı, Kayı Köyü'nde doğup büyüyen Binali Yıldırım, konuşmasına şöyle devam etmiş: ‘‘Biz çocukken, köyün tarlalarında gökyüzünden geçen uçaklara bakardık. Uçaklar ufuktan kayboluncaya, boynumuz ağrıyıncaya kadar bakar ve onlara kendimizin ne zaman bineceğinin hayallerini kurardık. Bu ülkenin insanı artık, uçağa ne zaman binebilirim hayalini kurmayacak. Bunun çalışmasını hızlı bir şekilde yürütüyoruz. Otobüs fiyatına yakın bir fiyatla artık vatandaşlarımız uçağa binebilecektir.’’ Bakan Yıldırım, geçenlerde de ‘‘Halkımız, uçağı sadece hacca giderken binilen bir vasıta olarak görmemelidir’’ demiş ve átıl duran havaalanlarını işletmeye açarak Anadolu'nun çeşitli şehirlerine uçak seferleri koyacağını söylemişti. Ulaştırma bakanının bu konuşmalarını duyduktan sonra, bir iktisat yorumcusu olarak, derin bir kedere kapılmamam mümkün değil. Bakan Yıldırım, çok gerilerde kaldığını sandığım, ‘‘halkçı-devletçi’’ bir pencereden dünyaya bakıyor. Bu pencerenin (paradigmanın) bir ülkeyi iktisaden felakete götürdüğü tecrübeyle sabitken, kendisi hálá böyle batıl fikirleri açıkça savunabiliyor. Allah, Başbakan Erdoğan'a, Hazine Bakanı Babacan'a ve Maliye Bakanı Unakıtan'a kolaylık versin. Eğer onların da iktisadi dünya görüşü Bakan Yıldırım'la aynı ise halimiz tam dumandır.1. Türk Hava Yolları, halka açık bir anonim şirkettir. Sermayesinin daha büyük bir kısmının, yani yönetim gücünü temsil eden bir oranının yerli veya yabancı yatırıcımlara satılması (özelleştirilmesi) gündemdedir.2. Şirketler ancak kár ederse, asalak olmadan yaşar ve gelişir. İktisadi ahlák budur. Bu yüzden bir şirketin, mesela THY'nin özelleştirilmesinden vazgeçilse bile, ‘‘kárlı’’ çalışma ilkesinden vazgeçilemez. 3. Bakan'ın ‘‘otobüs fiyatına yakın bir fiyatla’’ yolcu taşıyacağız demesi, bu hizmeti zararına yapmayı göze almak demektir. Eğer, halen uçulmayan bazı Anadolu şehirlerine sefer koymanın iktisadi bir gerekçesi varsa, THY'nin bunu yapması kadar doğal bir şey olamaz. Ama belli ki; Bakan Yıldırım ‘‘kára, zarara bakılmadan’’ kendince halka hizmet için, rantabilitesi olmayan uçuş hatları ihdas etmeyi aklından geçirmektedir. 4. Bu sütunu izleyenler, ‘‘işletme ekonomisi’’ uzmanı ve hocası olduğumdan bahsettiğimi hatırlayabilir. Zararlı işleri kárlı gibi göstermek için yapılacak numaraların hepsini bilirim. Marjinal maliyetleme, kısa vadede zarar ama, uzun vadede kár veya dışsal ekonomi yaratma yoluyla, total sistemde kára geçme gibi gerekçelerin arkasına sığınanlara çok bozulurum. Sakın ha THY bana, bunlara benzer açıklamalara dayanan bir mektup yollamasın.5. Eğer Bakan Yıldırım, dünyaya baktığı bu ‘‘halkçı-devletçi’’ pencereyi değiştirmeyecekse, THY'nin özelleştirilmesini veya kárlı çalışmasını unutmak gerekir. O zaman da THY'nin zararlarının veya zararların kamufle edilmiş hali olan ‘‘sermaye açığı’’nın bütçeye ‘‘transfer harcaması’’ olarak konduğunu görmek istiyorum.6. Eğer THY, otobüse yakın fiyatla yolcu taşıyacaksa, bu kendi ayakları üzerinde duran otobüs firmalarına karşı haksız rekabet demektir. Rekabet Kurulu'nu göreve davet ediyorum.Son Söz: Zarar varsa, onu ödeyen de vardır.
button
Yazının Devamını Oku 23 Ağustos 2003
<B>HEPİMİZ</B> ağzımız açık <B>Uzanlar'</B>ın geçmiş marifetlerini izlemekle meşgulüz. Kendi hesabıma konuşuyorum. Meğer, Uzanlar'ın karışık işler çevirdiği genel bilgisi dışında hiçbir şey bilmiyormuşum. Her gün yeni bir numaralarını öğreniyoruz. Önce İmar Bankası'ndaki ‘‘hayali mevduat’’la ilgili kanaatimi tekrar edeyim. İmar Bankası, halktan beş milyar dolar tasarruf mevduatı toplamış olamaz. Zaten bankanın şube müdürleri gazetelere ilan vererek kayıt dışı hiçbir işlem yapmadıklarını beyan ettiler. Demek ki, kayıtdışı diye bir şey yok. Bu kayıt dışı mevduat tiyatrosu, murakıpları sersem etmek için Uzanlar tarafından döşenmiş bir dizi mayındır. Maalesef BDDK, bu mayın tarlasına düşmüş gibi sesler çıkartıyor. BDDK hiç tereddüt etmeden, hayali olduğu anlaşılan mevduatın, mevduat sigortasına dahil edilemeyeceğini ilan etmelidir.
* * *
Uzanlar'la ilgili hikáyeler arasında beni en çok etkileyeni, Ertuğrul Özkök'ün çarşamba günkü yazısı oldu. Bir devrin SPK Başkanı Profesör Dr. Muhsin Mengütürk, işbaşındayken Uzanlar'ın şerrinden vazifesini yapamamış. Bu hal onu kahretmiş. Uzanlar hakkında suç duyurusunda bulunduğu için tehdit edilmiş ve ailesine zarar gelmesinden korktuğu için pısmış. Bu psikoz sonucunda bir gün, Türkiye'nin en büyük ve en güçlü gazetesinin genel yayın müdürünün karşısında hırsından ‘‘hüngür hüngür’’ ağlamış (veya tekzip ettiğine göre) öyle bir intiba vermiş. Hürriyet de bu konuda bir şey yapamamış. Genel Yayın Yönetmenimiz bile, ancak geçen çarşamba günü, yani olaylardan çok sonra, başından geçenleri hikáye edebildi. Bu satırları, Ertuğrul Bey'in yazısında adı geçenleri eleştirmek için değil, Uzanlar'ın yarattığı ‘‘terörü’’ vurgulamak için yazıyorum. Herhalde ben de bu işlerin tanığı olsam, korkudan farklı bir şey yapamazdım.
Bu yazının esas amacı, Başbakan Erdoğan'ın hakkını teslim etmektir. Eğer Tayyip Erdoğan'ın kararlı ve gözüpek duruşu olmasaydı, Uzanlar hakkında hiç kimse bir şey yapamazdı. Dolayısıyla, ne kayıt dışı veya ‘‘hayali’’ mevduat ve onun türevi kaçaklar, ne de diğer rezaletler ortaya çıkacaktı.
* * *
Bu işin sonu nereye varacak?
Birinci ihtimal, dağ fare doğuracaktır. Hákimlerimiz ‘‘delil yetersizliği’’nden Uzanlar hakkında peş peşe takipsizlik ve beraat kararı verecektir. Çoğu dosya avukat numaraları sayesinde zamanaşımına uğrayacaktır. Uğramayanlar, bir iki yıl sonra çıkacak genel af ve vergi barışı kapsamına gireceği için düşecektir. Kısaca Uzanlar'a hiçbir şey olmayacak ve onlar diğer hortumcu işadamları gibi, iade-i itibar edip başları dik aramızda dolaşacaktır. İkinci ihtimal, Uzanlar'ın adamları, Erdoğan'ın danışmanlarıyla buluşacak ve ‘‘büyük barış’’ anlaşması imzalanacaktır. Kuvvetle tahmin ediyorum, bu büyük barışın zemin etütleri şimdiden başlamıştır. Büyük barıştan sonra, zaten ‘‘cüzdanları ile vicdanları arasına sıkışmış’’ karar alıcılar, daha da rahatlayacaktır. Üçüncü ihtimal, Cem Uzan başbakan olacaktır. Halkımız ‘‘Çaldı, ama çok çalıştı’’ diyerek, nice belediye başkanını bağrına bastığı gibi, Cem Uzan'ı da bağrına basacak ve onu ‘‘Yaptıkları, yapacaklarının teminatıdır’’ diyerek başa getirecektir. Dördüncü ve en zayıf ihtimal, Başbakan Erdoğan'ın cesur tutumu, Türkiye'de yepyeni bir temizlenme döneminin ateşini yakacaktır.
SON SÖZ: Suçlular, yargılayamaz
Yazının Devamını Oku 20 Ağustos 2003
<B>SON</B> on yılın en cazip ürünü kuşku yok ki, cep telefonudur. Cep telefonu, toplumsal ve bireysel hayatımızı tam anlamıyla esir almıştır. İletişim ve ulaşım iktisadi hayatın iki önemli girdisidir. Telli telefon şebekeleri, öncelikle iki ‘‘yer’’ sonra iki kişi arasında iletişim kurarken, şebekeye bağlı telsiz telefon, yaygın adıyla cep telefonu (GSM), nerede olurlarsa olsunlar, doğrudan iki ‘‘kişi’’ arasında bağ kurmaktadır. Bu eskisinden çok farklı bir ‘‘fayda’’dır. Cep tefonlarının yaygın hizmet sunabilmesi için, GSM sistemleri mecburen telli telefon şebekesiyle bütünleşmiştir. Aksi takdirde cep telefonları bugün ulaşmış oldukları yaygınlığa ve hizmet kalitesine ulaşamazdı. Belki ileride telli telefon şebekeleri tamamen kalkacaktır. Ama hem işin başlangıcında, hem şimdi, hem de görünür bir gelecekte bu iki sistem bir arada yaşamaya devam edecektir.
* * *
Türkiye'de telli telefon sistemi, kurulduğu günden beri devlet tekelindedir. Bilindiği üzere geçmişte, hükümet içi krizlere sebep olma pahasına, Telekom'un özelleştirilmesine ‘‘derin bürokrasi’’ izin vermemiştir. Buna mukabil, cep telefonu işi, özel sektör tarafından hayata geçirilmiştir. Ama teknik bir zaruret olarak, devletin eli bu telefon işinin içinden çıkmamıştır. Gelinen şu son aşamada, bırakın telli telefon sisteminin yani Telekom'un özelleştirilmesini, cep telefonu operatörleri devletleştirilmektedir. Aycell'de uygulalanan rehabilitasyon planı ve Aria ile Aycell'i birleştirme projesi, bu sektörde fiili kamulaştırmanın başladığını göstermektedir. Bu süreçte Turkcell ve Telsim'e karşı sübvansiyonlu fiyatla, haksız rekabet suçu işlenmektedir. Bermutad ulusal kaynaklar heba edilmektedir. Çünkü bu kampanya zarar yaratma pahasına yürütülmektedir.
* * *
Cep telefonu işini, başından beri çok kötü yönettik. Muazzam bir katma değer yaratacak, ulusal ekonominin prodüktivitesini arttıracak ve milli gelirin yükselmesini sağlayacak cep telefonu ‘‘imtiyaz sistemi’’ ancak bu kadar berbat idare edilebilirdi. Türkiye'de ikiden fazla cep telefonu şirketine ihtiyaç yokken ve bundan fazlasının kurulması, ulusal kaynaklarının israf edilmesi sonucunu doğuracağı gün gibi açıkken (ve de tarafımızdan bu köşede bir çok kere dile getirilmişken) inatla ve ısrarla üçüncü imtiyaz ihalesi yapıldı. Bu da yetmedi, ‘‘partililere’’ iş bulunsun diye dördüncüsü kuruldu. Bu akıl dışı yatırımlar korkunç zararlara sebep oldu. Hani zannedersiniz ki, ‘‘Zararın neresinden dönülse kárdır’’ denecek ve bu zararlı işletmeler kapatılacak; nerede? Dayadınız mı sırtınızı, bir yandan ‘‘zarar işlemez’’ yarı kamu kuruluşu İş Bankası'na diğer yandan da devlet tekeli Telekom'a, alimallah ölüyü diriltirsiniz. Hele hele işin içine ‘‘Bendensin Berlusconi’’ muhabbeti girdi mi kimse seni tutamaz. Şimdi yapılan aynen budur. Nitekim gazete ilanlarından anladığımıza göre Aycell, devletin ‘‘resmi’’ cep telefonu olmuş bile. Derin bürokrasiye sesleniyorum. Artık bu işi uzatmanın alemi yok; Turkcell'i Telsim'i de alın aranıza, Türkiye'nin tellisiyle, telsizsiziğle tek bir ‘‘Devlet Telefon Tekeli’’ (DTT) oluşsun. Özelleştirme, rekabet, verimlilik, kárlılık gibi yöneticilerin canını sıkan konular da gündemden kalksın. Emir ve görüşlerinize arzederim.
Son Söz: Çıtasız yüksek atlama olmaz.
Yazının Devamını Oku 16 Ağustos 2003
<B>DÜNYANIN</B> en zengin belediyesi İstanbul Belediyesi'dir. Bunu gözlemlerime dayanarak söylüyorum. Londra, Paris, Tokyo veya Boston belediyelerinin bütçeleri resmi istatistiklere göre İstanbul'dan daha büyük olabilir. Ama bu kesinlikle yanlıştır. Yukarıda adını saydığım şehirleri son 20 yıl içinde, defalarca ziyaret ettim. Hiç birinde İstanbul'daki kadar israf görmedim. İstanbul belediyesinin değirmeni döndüğüne göre, bunun suyu biryerlerden geliyor. Nereden geliyor bilmiyorum; ama geliyor. Hem öyle bol geliyor ki, ‘‘yarısı sarf- yarısı israf’’ edimesine rağmen bu akar su bir türlü bitmiyor. İnşallah bu paralar, merkezi bütçeden çıkmıyordur. Yoksa artık bir daha olmaz denilen yeni iktisadi krizin sorumlusu İstanbul olur. Belediyemiz, hamle üzerine hamle tazeliyor. Beyaz taşlı sağlam kaldırımları söküp, pembe taşlarla yeniden döşüyor. Ufak tefek tamirat görmüş, ama daha yıllarca hizmet verecek asfatları kazıyıp, tekrar döküyor. Bir işi bitirmeden, on işe başlıyor. İstanbul şantiye değil, yangın yerine döndü. İstanbul'da on tane öğle fotoğraf çekerim ki, burası harpten çıkmış Bağdat'tır diyeniz çok olur.
* * *
1959'da ölen rahmetli hocam Fuat Çobanoğlu, ‘‘Gösteriş tüketimi her ülkede vardır; ama gösteriş yatırımı daha ziyade fakir ülkelerde yapılır’’ derdi. Bizim gibi az gelişmiş milletlerin iktisadi zaafı, zannedildiği gibi aşırı tüketim değil, verimsiz yatırımlardır. Türk insanında inanılmaz bir ‘‘yatırım hayranlığı’’ vardır. Ne kadar saçma sapan olursa olsun, halkımız her tür yatırımı sever. Yatırım yapanı da takdir eder. İsterse, yapılan o yatırımların hiç birinin ‘‘getirisi, götürüsünden’’ yüksek olmasın. Fark etmez, vatandaş onu da sever. Çünkü bireylerin kendi ‘‘dar alan’’ gözlemleriyle vardığı hüküm şudur: Yatırım, herşeyden önce iş demektir. İstihdam demektir. Yatırım bir harekettir. Hareket olan yerde de bereket vardır. Nitekim, başka hiç bir tören, halka, temel atma kadar seviç vermez. Onun için siyasi liderlerin değişmez tutkusu, olabildiği kadar çok temel atmak ve kurdele kesmektir.
* * *
Medyada sık sık, bu fakir ülkede çok pahalı düğünler yapılılıyor, bunlar israftır diye ‘‘popülist’’ yazılar çıkar. Halbuki, çok tenkit edilen bu pahalı düğünlerin, başkalarının hasetini çekmekten başka, özellikle iktisadi bakımdan hiç bir sakıncası yoktur. Hatta faydası vardır. Pahalı düğün yapmak, zenginler için bir itibar kazanma yoludur. Bu bir tatmindir. Eğer harcanan paralar, namuslu yollardan kazanılmışsa, düğün sahibine ‘‘helal olsun patlatlattığın bu havai fişekler’’ demek gerekir. Kişinin kazandığı parayı dilediği gibi harcayabilmesi, temel bir özgürlüktür. Kaldı ki; on pahalı düğünlerde sarf edilen para, belediyenin bir günde sarf ettiği değil, ‘‘israf’’ ettiği paranın yanında devede kulak kalır.
* * *
Belediyeler, halkın parasını harcar. Belediye başkanlarının, düğün yapan damat babası gibi, halka ‘‘ben sizin için şunları yaptım demesi’’ yakışık almaz. Çünkü harcadığı paranın sahibi, övündüğü kişilerdir. Bir belediye başkanı, eğer yaptıklarıyla övünecekse halka, onların kendisine emanet ettiği paraları ne kadar titizlikle harcadığını anlatmalı ve yaptığı işlerin isabetini ve verimliğini öne çıkarmalıdır.
Son Söz: Kamu parasıyla, caka satılmaz.
Yazının Devamını Oku 13 Ağustos 2003
<B>ÖNCE </B>bilimin tanımıyla işe başlayayım. Bilim, idraktir. İdrak, anlama, akıl erdirmedir. Önce algılamak, sonra kavrayabilmektir. Algılanan, kavranılan, akıl erdirilen şey ise evrensel düzenin (veya ilahi nizamın) kuruluş ve işleyiş kanunlarıdır. Bilimin pratik yararı ikidir: Bunlar, 1. Olmasını istediğimiz şeyleri oldurabilme, 2. Olmamasını istediğimiz şeylerin olmamasını sağlama yöntemleri geliştirmesidir. Buna bilimde ‘‘sebep-sonuç’’ ilişkisi denir. Çünkü sebepsiz, sonuç olmaz. Önce evrenin kanunların fiziksel olanlarını algılayabiliriz. Fizik kanunlarını çerçeveleyen büyük besteye ise metafizik denir. Metafizik, fizikle çelişmez; onu kapsar. Metafiziğin yakalanabilecek ipuçları veya gözlemlenebilecek yansımaları fizikseldir. Fizik, derinine kavrandıkça, metafizik daha da anlaşılır hale gelir. Ahlák, metafizik bir kavramdır. Ama ne olduğunun anlaşılabilmesi için, hayatın kendisinin, yani fiziksel evrenin sistematik bir şekilde gözlemlenmesi ve izlenmesi gerekir.
* * *
Gelelim işin pratiğine. Ahlak, bir yasaklar dizisidir. Bu diziyi, toplum veya onun adına hareket eden kişi veya kurumlar geliştirir. Yasaklar, kişiler üzerine getirilir. Toplum, bireylerden kurululur; ama onların toplamından ibaret değildir. Toplum, kendini teşkil eden bireylerden ayrı organizmadır. Aynen vucudun canlı hücrelerden kurulu olmasına rağmen, bu hücrelerin toplamından ibaret olmadığı gibi. Toplum, sonlu ömürlü insana göre, sonsuz ömürlüdür. Dolayısıyla, toplumun fayda maksimizasyon modeli, bireyin fayda maksimizasyon modelinden farklıdır. Zaman zaman da birbiriyle çelişir. Yasakların, yani ahlak normlarının amacı, kişiyi kendi çıkarlarını maksimize etmeye çalışırken, toplumun çıkarlarını zedelememesini sağlamaktır.
* * *
Yolsuzluk, bir ahlák sorunudur. Yolsuzlukların yüksek olduğu toplumlar, ahláken düşük düzeydedir. Bu bir değerleme değil, ahlákın tanımından çıkan mantıksal bir sonuçtur. Yolsuzlukları kapsamayan bir ahlák düzeni olamaz. Eğer, TBMM raporunda ‘‘láikler ahláksızdır’’ gibi hakaret kastı taşıyan bir anlam çıksın diye ‘‘yolsuzluklar laik ahlákın meselesidir’’ ibaresi kullanılmışsa, bu ancak láik ahlákı yüceltir. Çünkü bu ibare ‘‘din, yolsuzluklarla meşgul olmaz’’ anlamına gelir ki; hiç bir dinin böyle bir görevsizleşmeyi kabul etmesi mümkün değildir. Eğer bir dinin mensupları, yolsuzluklar bizim dinimizin bize yasakladıklarına dahil değildir diyorsa, o kişiler dinsiz demektir. Çünkü, yolsuzluklarla mücadeleyi, kendi sorumluluk alanı dışında tutan bir ‘‘inanç sistemi’’ din olamaz. Olsa olsa, hurafeler ve gelenekler dizisi olur. Dinlerin temel iddiası, kaniatın ve hayatın her veçhesini kapsamaktır. Dinlerin yolsuzluklarla mücadele işe yaramayacağı talihsiz bir tezdir. Aslında TÜSİAD raporuna itiraz burada gelmeliydi. Halkımız, ankete verdiği cevapta, yolsuzluklarla mücadelede ‘‘din büyüklerinin yolsuzluklara karşı çıkması’’ etkili olmaz demektedir. Keşke çok etkili olur deselerdi. Din, yolsuzlukla mücadelede etkili olmayacaksa, nerede toplumsal bir fayda yaratacaktır? Dinciler böyle bir anlama hatasına düşmemeliydi. Şunu düşünmeliler: Eğer dinler bu dünya için gerekli olmasaydı, hiç bir kitap bu fani dünyada yaşayanlara tebliğ edilmezdi.
Son Söz: Ahlák da, din de, aklın türevidir.
Yazının Devamını Oku 9 Ağustos 2003
<B>GÖZDEN</B> kaçırmış olanlar için tekrar edeyim. AKP hükümeti birkaç ay önce, ruhsatsız olarak kamu arazileri üzerine bina etmiş olanlara, işgal ettikleri yerleri satarak 25 milyar toplanabileceğini iddia etmişti. Ben de ‘‘Değil 25 milyar, bu satışlardan nakit olarak 2.5 milyar dolar toplansın, Taksim Meydanı'nda horoz gibi öterim’’ demiştim. Aslında yazı, bir iddia değil, bir ikazdı. AKP'nin bu kadar büyük bir para toplama projesinden ürkmüştüm. Sadece işgal edilmiş arazilerin satışından 25 milyar dolar toplanamayacağı için, asla yapılaşmaya açılmaması gereken ormanların ve sahillerin talan edilmesi tehlikesinin artacağını vurgulamıştım. Yazının amacı unutuldu. Hatırlarda 25 milyar dolar toplanmazsa, benim tek ayağımı kaldırıp horoz gibi ötmem bölümü kaldı. Ekodiyalog ortaklarım Deniz Gökçe ve Asaf Savaş herhalde o sabah benimle olurlar. Asaf, ‘‘Dostumu yalnız bırakmam, iddiaya girmedim, ama senin yanında ben de öterim’’ dedi. Deniz, öteceğini henüz deklare etmedi; ama iş ‘‘horozlanmaya’’ gelince, herhalde en gür onun sesi çıkar; bundan eminim. Bu arada CNN'den Meliha Okur, ‘‘Hocam, ben horoz gibi ötemem, ama isterseniz gelip tavuk gibi gıdaklarım’’ diye bana moral verdi. Anlayacağınız, 25 milyar doların ilk 2.5 milyarı toplanınca epey şenlik olacak. Hem devletimiz, belini büken kamu borçlarından az da olsa kurtulacak, hem de bir sabah vakti hepimiz çok eğleneceğiz.
* * *
Bu konuyu tekrar gündeme getirmemim sebebi belli. Hükümet 25 milyar doları toplamak için, gerekli her tür yasal değişikliği geçen hafta yaptı. İcabında konu referanduma gidebilecek. Yani bu para ya toplanacak, ya toplanacak. Çünkü iktidar olabilmesi için AKP'ye harcayacak para gerek. Gel de UDİDEM (Ulusal Dinamik Denge Modeli) mucidi T. Çiller'i anma.
* * *
Bugünün önemli meselesi olan enflasyonun modası geçti veya geçmek üzere. Son yıllarda enflasyonu düşmeyen, bize emsal ‘‘az gelişmiş’’ ülke kalmadı. Sıtmanın ortadan kalkması gibi, enflasyonun da sonu gözüktü. Kamu borçlarının döndürülmesi, enflasyonla birlikte reel faizler de düşeceğinden, bugünkü kadar büyük bir problem teşkil etmeyecek. İşte o zaman dikkatimiz ‘‘reel’’ ekonomik meseleler üzerinde yoğunlaşacak. Bunların başında da kötü yapılaşma var. Şehirleşme bile diyemiyorum. Karadeniz sahillerinden başlayın, Kuşadası'na kadar gidin veya zavallı Ecevit'in dağ tepelerindeki köykentine kadar çıkın göreceğiniz tek şey, doğanın içine eden, her biri birbirinden çirkin koca koca apartmanlar. Hepsi akla ziyan, gayri iktisadi, yarısından çoğu kullanılmayan, inşa maliyetine bile alıcı bulamayan bir sürü iğrenç beton yığını ülkemizi baştan başa kaplamış durumda. Altan Öymen bir yazısında, TEM yolundan şehre gelirken gözleriyle, ‘‘sıvasız binaları sıvamaktan, damsız binalara çatı yapmaktan yorgun düştüğünü’’ söylemişti. Yıllardır o yoldan geçerken hissettiğim ve sebebini bulamadığım iç sıkıntımın bundan isabetli açıklaması olamazdı. ‘‘25 milyar dolar toplanacaktır’’ diye tehditkar bir tavırla haykıran başbakanın sesi, bunun için beni kedere boğuyor. Eğer tek ayağımı kaldırıp, horoz gibi ötersem, bilin ki ebediyen yenilmişliğimi ilan etmiş olacağım. O da şart. Çünkü zaten, iş işten geçmiş.
Son Söz : Dur Memet! Döktüğün bu beton, doğayla birlikte senin de sonun olabilir.
Yazının Devamını Oku