1 Ekim 2003
<B>İNGİLİZCE</B>'de <B>‘‘Floating Rate of Exchange System’’</B> Türkçe'ye <B>‘‘Dalgalı Kur Rejimi’’</B> diye tercüme edildi. Yazılarımda ve TV konuşmalarımda bir süre ‘‘yüzer kur’’ deyimini sıkça kullanarak tutturmaya çalıştım; başarılı olamadım. İletişimde sıkıntıya girmemek için, ben de ‘‘dalgalı kur’’ tabirine döndüm. Ama hálá ‘‘yüzer’’ sözcüğünün, sistemin işleyişini anlatmak bakımından, ‘‘dalgalı’’dan daha isabetli bir sıfat olduğu kanaatındayım.
* * *
Şubat 2001'de geçtiğimiz dalgalı kur, önce yukarıya doğru anormal iki çıkış yaptı. Bu kabil çıkışlara teknik analizde ‘‘iki hörgüç’’ deniyor. İkinci hörgüç 2001'in Ekim ayındaydı. Bir Dolar 1.670.000 seviyesine kadar çıktı. Bugün ise, 1.400.000'ün altında dolaşıyor. Zaten grafikte hörgüç şekli oluşması için, Doların o seviyeden hızla aşağı inmesi gerekiyordu. Aslında o günün dolar fiyatı ile bugünün Euro fiyatını karşılaştırmak daha doğru. Çünkü çapraz kurda, bu iki para birimi yer değiştirdi. Demek ki dolar, Euro karşısında değer yitirmeseydi, şimdi 1.600.000 TL dolayında gezinecekti. Bu rakamlar ‘‘nominal’’ olarak dahi bir inişi gösteriyor. Eğer döviz fiyatlarının Şubat 2001'den bu güne kadarki seyrini, enflasyona göre düzeltip, yeni bir grafik çizersek, esas o zaman dalganın ne büyük olduğu anlaşılır. Pek tabii, iki hörgüçün tepe noktaları sürdürülebilir değildi. Aynen bugünün dip noktanın sürdürülebilir olmadığı gibi.
* * *
‘‘Gerçek Döviz Kuru’’ diye bir deyim var. Bununla, bir ülkenin cari işlemler dengesini ‘‘sıfır’’ noktası civarında tutan kur kastediliyor. Mesela Çin ve Japon paralarının fiyatı düşük. Dolayısıyla bu ülkelerin cari işlem fazlaları var. Dolar ise aşırı değerli. Dolayısıyla ABD'nin büyük cari işlem açığı var. Peki kurların, cari işlemleri dengeleyen düzeyde oluşmasına ‘‘engel olan güç’’ nedir? Yani niçin, cari işlemler bazı ülkelerde bazı yıllar dengeye gelmiyor? Bunun sebebi sermaye hareketleridir. Kısaca kural şu: Yabancı tasarruflar bir ülkeye girerse, orada yerel para değer kazanmakta ve cari işlemler açığı oluşmakta; tasarruflar yurt dışına kaçarsa, o ülkede yerel para değer kaybetmekte ve cari işlemler fazlası oluşmaktadır.
* * *
O zaman şu soruyu sormak gerek: Peki niçin yabancı tasarruflar (veya daha önce dışarı çıkmış yerli tasarruflar) bir ülkeye gelir? Sebebi çok açık ve nettir. Çünkü o ülkede daha yüksek bir ‘‘getiri’’ vardır. Bu getiri, salt ‘‘yüksek reel faiz’’ şeklinde olabileceği gibi, tasarruflara ‘‘güvenli liman’’ teşkil etme şeklinde de olabilir. Mesela İsviçre, düşük reel faiz vermesine rağmen, çok güvenli bir ülkedir. Buraya çok miktarda yabancı tasarruf akar. Ancak İsviçre'li bankalar bu paraları başka ülkelere, özellikle Amerika'ya plase ederek, ülkelerinde cari işlem açığına sebep vermezler. Amerika'da (düne kadar) hem faizler yüksekti hem de güven. Dolayısıyla oraya da çok para gitti. Doğal olarak, ABD cari işlemler açıkları verdi.
Gelelim Türkiye'ye. Türkiye'nin cari işlem açığı vermesinin esas sebebi, Türkiye'de TL'nin reel faizinin yüksek olmasıdır. Bunun dışında bir neden aramak beyhudedir. Eğer döviz fiyatların, cari işlemler açığını sıfırlayacak noktaya ‘‘kriz çıkmadan’’ gelmesi isteniyorsa, TL faizlerini düşürmekten daha az sakıncalı bir yol yoktur.
Son Söz : Faizi tut, dövizi sal.
Yazının Devamını Oku 27 Eylül 2003
<B>BDDK </B>Başkanı <B>Akçakoca,</B> Kasım 2000'de başlayıp, Şubat 2001'de patlayan mali ve iktisadi krizden sonra, bankacılık kesiminin yeniden yapılandırılmasının ülkeye 43,6 milyar dolara mal olduğunu söyledi. Bu miktarın 21,9 milyar dolarının ‘‘görev zararı’’ karşılığında kamu bankalarına, kalan 21,7 milyar doların da, özel bankalara şırınga edildiğini söylüyor. Hemen ilave edeyim, kamu bankalarının zararlarının tümü ‘‘görev’’lerinden doğmamıştır. Bu zararların çok önemli bir bölümü, kamu bankalarının ‘‘üstlerine vazife olmayan’’ kredilerden kaynaklanmıştır. Daha doğrusu, yetkili mevkilerde bulunan siyasilerin eş, dost ve akrabalarına ve (tabii biraz da kendilerine) çıkar sağlama ahlaksızlığından neşet etmiştir. Açıklanan bu zararlara, gün ışığına henüz çıkan İmar Bankası'ndaki inanılmaz ‘‘hayali/kaçak mevduat’’ rezaleti dahil değildir.
* * *
İktisadi olayları algılama sisteminin temelinde, ‘‘Lavazye’’ kanunu diye bilinen ‘‘Hiçbir şey yoktan var olmaz, varken yok olmaz; sadece hal değiştirir’’ ifadesinin yattığı kuşkusuz. Bu ilkeye dayanarak ‘‘Madem ki, ortada 43,6 milyar dolar aktarma var, öyleyse patronlar buna eşit miktarda servet edinmiştir’’ diye düşünülmektedir. Bu hükümden sonra da ‘‘Sıkalım bu patronların ümüğünü, kusturalım yuttukları paracıkları’’ denmektedir. Acaba, ümüğü sıkılacaklar sadece patronlar mıdır?
* * *
1. En büyük hünerleri, özellikle kamu bankalarından kredi alıp, gayri iktisadi yatırımlar yapmak olan egosu hormonlu şarlatan işadamlarının, bu kadar parayı batırırken, şahsen haksız servetler edindiklerinden hiç şüphem yok. Yaşantıları meydanda.
2. Bu, işten anlamaz işadamlarının ‘‘hukukun üstünlüğü’’ sayesinde zulaya attıkları haksız servetlerini tam hesap etmek mümkün değil. Bana çok kaba bir tahmin yap derseniz, azami 1,6 milyar dolar derim.
3. Kalan 42 milyar doların bir kısmı, iktisadi veya gayri iktisadi işletmelere yatırılmıştır. Bu işletmelerin (fabrika arazisi ve binaları, makine ve teçhizat, gemiler, kamyonlar, iş hanları vs.) iktisap değeri de bol kepçe tarafından 3 milyar dolar eder.
4. Lavazye Kanunu'na göre karşılığı bulunması gereken 39 milyar dolar zarar hálá karşımızda durmaktadır. Bunun en önemli kısmı, yüksek reel faizlerle ‘‘yerli ve yabancı’’ tasarruf sahiplerine gitmiştir. Bu konuda tahminim, 25 milyar doların buraya gittiğidir. Yani, iş hayatıyla hiçbir ilgisi olmayan masum (?) tasarruf sahiplerinin kursağından son 10 yılda 25 milyar dolar geçmiştir. Bu miktarın muhtemelen 5 milyar doları yabancı‘‘sıcak para’’ yatırımcılarına gitmiştir.
5. Geri kalan 14 milyar doların bir kısmı da, düşük faizle, hatta ‘‘eksi reel faizle’’ ödünç para alan ve bu paraları dahi ödemeyen çiftçi ve küçük esnafın cebine gitmiştir. Buradaki tahminim 4 milyar dolardır.
6. Muhtemelen 1 milyar dolar, fahiş ücret ve prim alan banka ve şirket yöneticileriyle, rüşvet alan kamu yöneticilerine gitmiştir. 3 milyar doların da işletme zararlarına, yani maliyetin altında satışla ve fuzuli giderlere harcandığını tahmin ediyorum.
7. Kalan yaklaşık 6 milyar doların da stopaj ve sair vergilerle devlet kasasına gitmiş olması gerekir.
Son Söz: İktisatta, her şeyin her şeyle ilgisi vardır.
Yazının Devamını Oku 24 Eylül 2003
<B>YILLARDAN</B> beri, ekonomi denince, akla öncelikle faiz ve döviz gelmektedir. Gerçekten de faiz ve döviz (fiyatları) ulusal ekonominin sağlığı açısından çok önemlidir. Çok kaba bir tasnifle, ekonomi yorumcularını ikiye ayırabiliriz. Birincisi, faiz hadlerinin yükselmesinden; ikincisi, döviz fiyatlarının artmasından endişe etmeyenler. Ben, bilindiği gibi ikinci kategoriye dahilim. Tekrar etmek gerekirse, faiz hadlerinin yükselmesini, ekonomi için çok zararlı bulurken, döviz fiyatlarının artmasından hiç endişelenmem. Hatta denebilir ki, birinci oldukça ekonominin krize gitmesinden korkar, ikinci oldukça ülke ekonomisinin ‘‘dışa açık’’ şekilde yani doğru yoldan büyüyeceğine inanırım. Ancak Türkiye'de sözü geçen iktisatçıların çoğunluğu birinci kategoriye girer. Onlar faizler düştükçe ekonominin krize girmesinden korkar ve ‘‘faizler yükseltilmelidir’’ tavsiyesinde bulunurlar. Döviz fiyatları düştükçe de memnun olurlar. Asla döviz fiyatlarının artmasını istemezler. Bunun bir açıklaması olmak gerekir.
* * *
Aslında, iktisatçılar arasında böyle ciddi bir fikir ayrılığı olmamalıdır. Çünkü iktisadi stratejilerin hedefleri konusunda herkes mutabıktır. Amaç, milli gelirin artması, enflasyonun önlenmesi, istihdamın çoğalması ve gelir dağılımının daha eşitlikçi olmasıdır. Bu hedeflere, isterseniz bir de döviz dengesinin sağlanmasını (cari işlemler hesabının sıfır noktası civarında dolaşması) ekleyebiliriz. Madem ki, iktisatçılar hedefler de mutabıktır, niçin yol/yöntem konusunda farklı tercihlere sahiptir?
* * *
Bunun sebebi öncelikleri farklı görmektir. Mesela en kısa zamanda enflasyonu aşağı çekme hedefleniyorsa (tabii enflasyonu yüksek bir ülke ekonomisinden söz ediyoruz) bir yandan yüksek faizlerle yatırım ve kısmen de tüketim harcamaları frenlemek, yani enflasyonda ‘‘talep çekmesi’’ gücünü kırmak, diğer yandan düşük döviz fiyatlarıyla ‘‘maliyet ittirmesi’’ enflasyonu yavaşlatmak en emin yoldur. Amprik bulgular, az gelişmiş ekonomilerde, enflasyonun, döviz fiyatlarına duyarlı olduğunu göstermektedir. Yani, döviz fiyatları durunca, enflasyon düşmektedir. 2001'de ve bu yıl başından beri Türkiye'de yaşanan olgu budur.
* * *
Benim dahil olduğum görüş sahiplerinin ilk itirazı, bu yöntemle sağlanacak düşük enflasyonun kalıcı olamayacağı noktasında yoğunlaşmaktadır. Eğer, düşük döviz fiyatları, cari işlemler açığını sürdürülemez (mesela milli gelirin yüzde 6'sı) mertebesine yükseltirse, ülkenin önce bir devalüasyon krizine girmesi ve bunu máli ve iktisadi krizlerin izlemesi kaçınılmazdır. Dolayısıyla, enflasyonu düşürmenin bir hüsranla sonuçlanmaması için, cari işlemler açığının büyümesine izin verilmemelidir. Bunun çaresi, yüksek faizlerle ekonomiyi daraltmak mıdır? Diğer görüş sahiplerine göre evet. Benim bu noktadaki itirazım, yüksek reel faizlerin ‘‘fahiş’’ mertebelere çıkmasındadır. Bunun da ölçüsü reel olarak yüzde 10'u geçmesidir. İşte o zaman gün kurtulmakta, ama ekonomiye kalıcı hasar verilmektedir. Yani bankacılık kesiminde dayanılmaz düzeyde ‘‘kötü alacaklar’’ oluşmaktadır. Bunun sonucunda bankalar batmakta ve batık alacakların yükü devletin (yani halkın) sırtına bindirilmektedir. Bunu 2001 krizinde bilfiil yaşadık. Tekrar duruma düşmemek için, hem TL faizlerini daha da düşürmeli, hem sıcak para girişlerini vergileyerek, döviz fiyatlarını yükseltmeliyiz.
Son Söz: Dış borç veren yoksa, dış açık vermek mümkün değildir.
Yazının Devamını Oku 20 Eylül 2003
<B>BUNDAN </B>yaklaşık kırk yıl önce, Arçelik şirketinin verdiği bursla, iş idaresinde uzmanlık eğitimi almak için Amerika'nın Pennsylvania Üniversitesi'ne gitmiştim. Üniversitenin çeşitli girişlerindeki tabelalarda, üniversitenin adından başka iki yazı vardı. Biri ‘‘Leges Sine Moribus Venae’’ diğeri ‘‘1756'da Benjamin Franklin tarafından kurulmuştur’’ ibaresiydi. Önceleri Latince motto hiç ilgimi çekmedi. Herhalde ‘‘her şeyin hayırlısı’’ gibi aksi várit olmayan bir iyi niyet temennisidir diye düşündüm. Üniversitenin paratonerin mucidi Benjamin Franklin tarafından kurulmuş olmasının neden önemli olduğunu da anlamadım. Sonra, Amerika'nın büyük Doğu üniversitelerinden ilki olduğu halde, buranın bir mederese türevi olmadığının vurgulanmak istendiğini keşfettim. Kramer adında yaşlı bir profesör, uluslararası iş idaresi dersi veriyordu. Yabancı ülkelerde iş yapmanın en riskli yönünün, o ülkenin hukuku olduğunu söylüyordu. Hocaya göre dünyada iki tür yargı sistemi vardı. ‘‘Şekli’’ esas alan yargı, ‘‘gayeyi’’ esas alan yargı. (İngilizce'de ‘‘form’’ ve ‘‘motive’’). Amerikan mahkemelerinin kararlarında ‘‘motive’’ (gaye, amaç, kasıt, saik) esas alınır, Avrupa ve birçok başka ülkede yargıçlar sadece ‘‘şekle’’ bakar derdi. Son kırk yıl içinde beynelmilel ticaret hukukuna Amerikan anlayışı ve yöntemleri hákim oldu. Bu mesele büyük çapta halloldu.
* * *
Serbest pazar sisteminin, ancak ‘‘Kanun Hákimiyeti’’nin (Rule of Law) mevcut olduğu topraklarda iyi sonuçlar sağlayabileceğini sık sık tekrar ediyorum. Serbest pazar sisteminin, Türkiye'de halkın refahını sağlayamamasında, ‘‘şekil’’ üzerine alınan yargı kararlarının yarattığı ortamın ciddi etkisi olduğu kanaatindeyim. Türkiye'de trilyonlar hortumlayan sahtekár işadamlarının, bizlere nanik yaparak ortalarda dolaşmalarına imkán sağlayan yargı kararları karşısında ileri sürülen bir argüman var: ‘‘Hákimler ne yapsın? Onlar, yürürlükteki yasalara göre karar vermeye mecbur. Maalesef, kanunlarımızda çok boşluk var. Bu yüzden alınması gereken alınamıyor.’’ Kesinlikle katılmadığım sav, işte budur. Hiç kimse, hákimlerden yasalara aykırı karar vermesini istemiyor. Sadece şekle takılıp kalmamalarını istiyor. Hákimlerin ‘‘kanunun etrafından dolaşanları, şekil şartlarını yerine getirip, gayri meşru gayelerini gerçekleştirenleri’’ teşhis edip mahkûm etmesini istiyor. Kendisi on milyon dolarlık yalıda keyif sürmeye devam ederken, gecekonduda oturan çulsuz çaycısını idare meclisi başkanı yapan işadamının, ‘‘Ben sadece hissedarım, alınan kararların altında imzam yok, beraatimi talep ediyorum’’ savunmasını yutmaması için yalvarıyor. Şunu soruyoruz: Hortumlanan bankanın ‘‘nihai menfaattarı’’ (ultimate beneficiary) patronlar, süper lüks hayat yaşarken, ‘‘işlemlerde usul hatasına rastlanmamıştır’’ diye halkın 20 milyar dolarının talan edilmesini takipsiz bırakıp, millete bir bardak soğuk su içirmek mi ‘‘hukukun üstünlüğü’’ oluyor?
* * *
Benim muhkem kanaatim, bu topraklarda ‘‘uygulanan hukuk’’la, ‘‘uygulanan dinin’’ aynı mantıksal ve matematik kurguya sahip olduğudur. Tabiri caizse, Türkiye'de hukuk değil, ‘‘laik şeriat’’ geçerlidir. Hüner hileyi kitabına uydurmaktır. Hepimiz, dinden ve hukuktan çok korkuyor, ama saygı duymuyoruz. (Yazının son sözü, başlığın mealen karşılığıdır.)
Son Söz: Ahlakı olmayan kanunlar, faydasızdır.
Yazının Devamını Oku 17 Eylül 2003
<B>BU</B> rakam, yani yılda 300 milyar dolar, gelişmiş ülkelerin kendi çiftçilerine ödediği tarım desteklerinin toplamıdır. Geçen hafta Meksika'nın Cancun adlı sayfiye bölgesinde yapılan WTO ( World Trade Organization) yani Dünya Ticaret Örgütü toplantısında, tartışmaların odaklandığı nokta burasıydı. 1999'da ABD'nin Seattle, 2001'de Katar'ın Doha şehirlerinde yapılan bundan önceki toplantılarda da anlaşmaya varılamayan hususların merkesinde yine ‘‘gelişmiş ülkelerin, kendi tarım sektörlerine sağladıkları desteklerin kaldırılması’’ konusu vardı. O zaman da bir anlaşmaya varılamamıştı, şimdi de varılamadı.
* * *
Tarım desteklerinin, incelenmesi ve irdelenmesi gereken çok değişik yönleri vardır. Her ülkenin kendi tarımına verdiği desteğin, kendine göre haklı (veya dışarıdan bakınca haksız) gerekçeleri de mutlaka mevcuttur. Tarıma verilen destek paralarının, ulusal bütçelerden mi, yoksa Avrupa Birliği'nden veya diğer dış yardımlar gibi, ülke dışı kayaklardan mı sağlandığı da ayrı bir tartışma konusudur.
Bugün uluslararası iktisat açısından ‘‘anlaşmazlığın’’ esasını anlatacak ve gelişmiş ülkelerin kendi çiftçilerine verdikleri, günde bir milyar doları bulan tarım desteklerinin az gelişmiş ülke ekonomilerini nasıl perişan ettiğini açıklayacağım. Gelişmiş ülkeler, kendi tarım kesimlerine çeşitli yöntemlerle parasal destek sağlamaktadır. Sağlanan bu destek yüzünden uluslararası iktisatta üç gelişme ortaya çıkmaktadır.
* * *
1) Gelişmiş ülkelerde, kendi ihtiyaçlarından çok fazla tarım ürünü yetiştirilmektedir. Bundan kurtulmak gerekmektedir.
2) Gelişmiş ülkelerde, tarım ürünlerinde yurt içi fiyatlar, uygulanan tarım ürünleri ithalat kısıtlamaları yüzünden olması gerekenin üzerinde teşekkül etmektedir. Bu pahalılık, uluslararası piyasa fiyatlarına göre yüzde 30'dan az değildir. Bunun için gelişmiş ülke halkının fazladan ödediği meblağ, yılda kişi başına 1000 dolardır.
3) Yetiştirdikleri tarım ürünlerini uluslararası piyasalarda satmaya çalışan az gelişmiş ülkeler, gelişmiş ülkeler, tarım ürünü fazlalarını dampingli (maliyetinden düşük) fiyatla piyasaya döktüklerinden ancak zararına fiyatlarla ihracat yapabilmekte, hatta kendi yurt içi piyasalarında bile çiftçiler para kazanamamaktadır.
* * *
Az gelişmiş ülkeler, sanayi ürünleri ihracatında, ne fiyat ne de kalite bakımından, gelişmiş ülkelerle başa çıkacak durumda değildir. Doğal olarak, bu ürünlerde yurt içinde de ithal malları karşısında rekabet güçleri sınırlıdır. Rekabet üstünlüğüne sahip oldukları varsayılan tarımda ise 'damping'li satışların oluşturduğu fiyatların yarattığı haksız rekabete maruz kalmaktalar. Az gelişmiş ülkelerin WTO toplantılarına taşıdıkları talepleri, gelişmiş ülkelerin kendi çiftçilerini desteklememeleri. Sizler tarımınız desteklemekten vazgeçin, bizler sizden dış yardım istemeyeceğiz diye haykırıyorlar. Madem ki, serbest rekabeti savunuyorsunuz, madem ki, gümrüklerin sıfırlanmasını istiyorsunuz, öyleyse bu serbestleşmeye tarım ürünlerini de dahil edin, ama zararına fiyatla ürün ihraç eden çiftçinizin zararını karşılamayı da bırakın demekteler. Yerden göğe kadar halkılar.
Son Söz: Doğru kararı almadan önce, tüm yanlışları yapmak şart değildir.
Yazının Devamını Oku 13 Eylül 2003
<B>ÖNCE</B> popülizmin tanımını yapalım, sonra yolumuza devam ederiz. Popülizm, halka şirin görünmek için, aslında halkın lehine olmayan söylemlerde ve eylemlerde bulunmaktır. Sözcüğün Türkçe karşılığı ‘‘halk yağcılığı’’ olabilir. Yukarıdaki tanımında kulanılan ‘‘halk’’ deyimini de ayrıca tanımlamamız gerekir. Halk, toplumun imtiyazsız kitlelerine verilen bir isimdir. Yani halk kelimesinin kapsamına, iş adamları, yüksek bürokratlar, yargıçlar, profesörler, rütbeli subaylar, gazeteciler, siyasiler ve sair ayrıcalıklı kimseler girmez. Gerçi buralardaki sınırları çizmek o kadar kolay değildir. Yine de halk deyimin ‘‘halk otobüsleriyle seyahat edenler’’ anlamına geldiğini söylersek, algılaması kolay bir somut tanım getirmiş oluruz. Eğer bir kişi, acaba ben halktan biri miyim merak ediyorsa, cevap olarak şehir otobüslerine binip binmediğini düşünsün yeter. Pek tabii, günlük konuşmalarda halk kelimesi bazan, imtiyazlı imtiyazsız, toplumu teşkil eden tüm vatandaşlar anlamında da kullanılmaktadır.
* * *
Gazeteciler ve siyasetçiler, aynı iplikten dokunmuş kumaşlardır. Özellikle ülkemizde her gazeteci biraz siyasetçi; her siyasetçi, biraz gazetecidir. Bazılarımız ise sürekli olarak ‘‘gazeteci-siyasetçi’’dir. Ne olursa olsun bu iki kimliklerinden vazgeçmezler. Bu da bir bakıma ‘‘mesleki ahlák’’ yani etikle bağdaşmayan bir tutumdur. Hiç olmazsa, birini yaparken diğerinden vazgeçmek gerekir. Ama ikisini birden olmanın, hem getirisi daha yüksek, hem de rizikosu daha düşüktür.
* * *
Siyasetçilerin de gazetecilerin de en büyük zaafı ‘‘popülist’’ olmaktan kendilerini alamamalarıdır. Popülizm, popüler yani ‘‘çok oy toplayan siyasetçi’’ veya ‘‘çok okunan gazeteci’’ olmanın kestirme yoludur. Şimdi düşünün, Anadolu veya Trakya'nın çeşitli il ve ilçelerine halkın nabzını tutmaya gittiniz. Halk, sizi ‘‘Ankara'ya mesaj yollama’’ güvercini veya ‘‘şikayet megafonu’’ olarak görmektedir. ‘‘Yaz gazeteci ağabey veya abla’’ deyip hükümet bütçesinden, o yöreye daha fazla para aktarılması sonucunu doğurucak yüz çeşit talebini (projesini) ortaya koyacaktır. O noktada gazeteci, bu taleplerinde halkın haklı mı haksız mı olduğunu irdeleyemez. Ayrıca üstüne de vazife değildir. Bütçede yeteri kadar faiz dışı fazla oluşmazsa, ülkenin yeni bir iktisadi krize düşme tehlikesi yükselir, dolayısıyla merkezi hükümet bütçesine daha fazla yüklenilmemeli diye düşünmek ‘‘safdillik’’; bunları dert anlatan halka söylemek ise tam anlamıyla ‘‘hıyarlık’’tır. Eh, bir gazeteci de hıyar olamayacağına göre, ertesi günkü yazısında ‘‘yöre halkının çok haklı isteklerine’’ yer vermek mecburiyetindedir. Gazeteci peş peşe, yüz il veya ilçeye gitse ve aynı minval talepleri dinlese, her belde için ‘‘bunlar da çok haklı’’ diye yazmaya devam edecektir. Peki, gazetecinin ‘‘Ankara'nın dikkatine sunduğu’’ bu isteklerinin tümünün bütçeden karşılanması mümkün müdür? Hayır. Gazeteci, İstanbul'a döndüğünde ‘‘Bütçe Açıkları Alarm Veriyor’’ diye bir yazı döşenir; olur biter. Böylece tüm doğruları yazan bir gazeteci olarak görevini eksiksiz yapmış olmanın huzuruna kavuşur.
* * *
Yazısı bitince, akşam kendi meşrebine uygun yerde buluşup, düzeyli tartışmalar yapmak üzere arkadaşlarını cepten aramaya başlar. İşimiz zor.
Son Söz: Şeytanın avukatı, aslında bir melektir.
Yazının Devamını Oku 10 Eylül 2003
<B>RODOS</B>'lu <B>Andronikus</B>, M.Ö. 50 dolaylarında <B>Aristo</B>'nun (doğumu M.Ö. 384) yazılarını sıraya koymuş. Yazılarından bir kısmını <B>‘‘Fizik’’</B> cildinden sonraya yerleştirmiş. Bunlara da META-FİZİK (fizikten sonra) adını vermiş. Böylece yeni bir kavram ve yeni bir kelime doğmuş. Metafizik, fizik ötesi demek ama, fizikle ters düşen demek değildir. Metafizik, fizik bittikten sonra başlayan idrak bölgesidir. Evreni tümüyle kavrayabilmek için, algılama ve anlama alanının, fiziğin ötesini de kapsaması gerekir. Metafiziğin, ruh çağırmakla, astrolojiyle, UFO'lara inanmakla bir ilgisi yoktur. Pek tabii, maddeden çok mánáyla uğraşmayı sevenlerle, evreni fizikten ibaret sananlar arasında zaman zaman bilinçli, bilinçsiz tartışmalar olur.
* * *
İktisatla ilgili tartışmaların da buna benzer bir seyri vardır. Sadece daha çok fabrika veya elektrik santralı kurarak iktisadi meseleleri halledeceğine inanıp madde bağımlısı hale gelenlerle, dünyayı mali kuruluşların ‘‘faiz-döviz’’ pencerelerinden görenlerin, ‘‘bütünü’’ algılama ve kavrama güçlükleri vardır. Bütün gün ‘‘kriz ne zaman çıkacak, fırsat ne zaman doğacak’’ tahmininde bulunup, buna göre ‘‘pozisyon’’ kararı almanın makro ekonomiye bir katkısı yoktur. Aynı şekilde, fabrikalar kapanmasın, bankaları bırakın, reel sektörü destekleyin diyenler de iktisadı ‘‘bütünüyle’’ kavramamış demektir.
* * *
Uygulamalı iktisadın, bir ülkede a) milli geliri arttırma, b) gelir dağılımını ádil hale getirme, c) fiyat istikrarını sağlama, d) işsizliği asgariye indirme gibi temel iktisadi politika hedeflerini tutturmada yararlı olması için ‘‘aletlere’’ ihtiyacı vardır. Buna, iktisadi donanım veya teknoloji denebilir. Zaten teknoloji, alet geliştirmek ve onları kullanmaktır. İktisadın temel aleti ‘‘hukuk’’tur. Kanun yapmanın ve uygulamanın ana amaçlarından biri, belki de birincisi de, yukarıda sıraladığımız iktisadi hedeflerin gerçekleşmesine yardımcı olmaktır. Başta borçlar kanunu, medeni kanun, ticaret kanunu, bankalar kanunu, vergi kanunları, icra-iflas kanunu olmak üzere, yürürlüğe konan yasaların çoğu, iktisadi ilişkileri tanzim etmek üzere tasarlanır. Hukukun ‘‘fikr-i müdîri’’ iktisattır. Uygulamalı iktisadın bu aletlerine ‘‘kurallar’’ takımı diyebiliriz. Uygulamalı iktisadın diğer takım çantasında da ‘‘kurumlar’’ vardır. Ticaret mahkemeleri, mali polis, vergi denetimi, merkez bankası, bankalar ve diğer mali kuruluşlar, menkul kıymetler borsası, sermaye piyasası kurumu, BDDK, rekabet kurulu gibi kuruluşların da nihai amacı da halkın refahını arttırmaktır. Yukarıda sayılan ‘‘kurallar’’ ve ‘‘kurumlar’’ iktisadın ‘‘fizik’’ bölümüne girer. Bunun ötesinde bir de iktisat metafiziği vardır.
* * *
İktisadın metafiziği, genel ‘‘metafizik’’in bir parçasıdır. Yani iki ayrı metafizik yoktur. İktisadın metafiziği deyimini kullanmaktan muradım, iktisadın da fizik yapısından öte bir metafizik yapısı olduğunu vurgulamaktır. İktisat metafiziğinin, iktisat fiziği üzerine yansımasına ‘‘kültür’’ denir. Kültür, bir toplumun yüzyıllar boyunca edindiği her şeydir. Dindir, gelenektir, görenektir, değer yargılarıdır, dünya görüşüdür, bilgidir, beceridir, yaşam tarzıdır, sanattır, estetiktir ve ahláktır. İktisatın fiziği, yani kural ve kurumları, iktisadi hedeflerin tutturulmasında kendilerinden bekleneni vermiyorsa; sorun, metafizikte demektir.
Son Söz: İktisadi altyapı, kültürdür.
Yazının Devamını Oku 6 Eylül 2003
<B>BUGÜN </B>size bir köyün hikáyesini anlatacağım. Bu kentköy, son sekiz yıldır ailecek haftanın birkaç gününü geçirdiğimiz Zekeriyaköy. Daha doğrusu o köyün Garanti-Koza Evleri yöresi, kısaca bizim köy. Köyümüz, Kilyos'a 7-8 kilometre mesafede, çevresi ormanlık bir vadide kurulmuştur. Evinizin penceresinden baktığınızda mutlaka ormanı görürsünüz. Köyümüzde herhangi bir binanın balkonundan öyle resimler çekebilirsiniz ki, görenler herhalde burası Avrupa veya Amerika'nın şık bir banliyösü der. Bu köyde yaşamak çok keyiflidir. Ancak bir o kadar da meşakkatlidir. Köyde hırsız girmedik ev kalmaması dışında, fazla bir hareket yoktur. Elektrik de sık kesilir. Özellikle kışın yaşam zorlaşır. Bazen üç dört gün, kardan yollar kapanır. Hava, şehir içine göre genelde 4 derece daha soğuktur. Hele kuzeydan Karadeniz rüzgárı esti mi, su birikintileri hemen donar. İklim, bitki yetişmesine son derece uygundur. On yıl önce dikilen ağaçların boyu, on metreyi geçti bile. Köyümüzde yaklaşık 800 ev var. Üçte ikisi dolu. Buraya yerleşenlerin öğrenim seviyesi, tahmin ediyorum sadece Türkiye'de değil, dünyada da en yüksek düzeydedir. Kısaca ‘‘Bu milleti eğitmek lazım’’ diye başlayan konuşmalar, köyümüz sakinleri için geçerli değildir. Burada yaşayanlar, tabiri caizse fazla bile okumuştur. Hemen herkes İngilizce bilir ve yurtdışında bulunmuştur.
* * *
Köyümüzün en belirgin özelliği, burada köpeklerin Hindistan'daki inekler gibi kutsal sayılmasıdır. Sitede beş yüz kadar sahipli ve ‘‘köpekperver’’ veya ‘‘köpekperest’’in himaye ettiği yüz kadar da kutsal ve egemen sokak köpeği vardır. Köpek saldırılarından korumak için, iki adım ötedeki komşunuza arabayla gitmeniz gerekir. Bir başka korunma yöntemi de kalın bir sopayla dolaşmaktır. Köpekler, hava karardıktan sonra sürekli havlar. Bu köyde horoz ötmesiyle uyanmak mümkün değildir. Ama köpeklerin koro halinde havlamasıyla yataktan fırlamak mutattır. Sitemizin diğer bir özelliği, başta hanım ve genç sürücüler olmak üzere, herkesin arabasını mümkün olduğu kadar hızlı sürmesidir. Araçlar her yere, lalettayin park edilir. Sürücünün tek amacı, yürüme mesafesini asgariye indirmektir. Sitenin bir başka alışkanlığı da çöpleri, çöp kutularının yanına bırakmaktır. Bu çöpler, köyün eski sahipleri inekler tarafından yenir. Köyümüzde, ortak hizmetleri yürüten bir kooperatif vardır. Ancak yüzlerce ev sahibi, kooperatife para ödemeden, sağlanan hizmetlerden yararlanmakta, yani asalak yaşamakta hiç beis görmez.
* * *
Bu kadar okumuş, hali vakti yerinde, dostlarıyla iyi ilişkiler kuran, iyi giyinen, iyi yiyen, iyi içen, iyi konuşan, ülkenin ve dünyanın gidişine çok üzülen insanın nasıl olup da ‘‘kendi standartlarında’’ uygar bir yaşam çevresi oluşturamadığının bir izahı olmak gerekir. Galiba sebep bir tanımda yatıyor. Benimsenen ‘‘gelişme’’ tanımına göre, maddi ve manevi imkánlarımız arttıkça, sadece ‘‘ego’’muzu geliştiriyoruz. Ben şuyum, ben buyum, ben böyleyim, ben şöyleyim, ben en başarılıyım diye övünüp duruyoruz. Buna mukabil ‘‘süper-ego’’larımız, yani sosyal sorumluluk bilincimiz çok az gelişiyor. Çevremizde yanlış giden şeylerden kendimizi sorumlu tutmuyoruz. Aksaklıklardan sürekli şikáyet ediyor daha iyisini istiyoruz. Ama iş ödev yapmaya gelince, yan çiziyoruz.
Son Söz: Faydalı olmanın ilk adımı, zarar vermemektir.
Yazının Devamını Oku