29 Ekim 2003
<B>İSTANBUL</B>'un çağdaş bir şehir olamamasının sebeplerinin başında, semt pazarları gelmektedir. Göçebe kültürünü değiştirmemiş, devlet düzeni kuramamış orta çağ toplulukların yaşam tarzını yansıtan semt pazarları, İstanbul için bir ülser, hatta kanser halini almıştır. Bu pazarlar her gün irileşmekte ve kentin her noktasına metastaz yaparak şehri tedricen öldürmektedir. Semt pazarları meselesi, neredeyse ameliyat edilemeyecek kerteye gelmiştir. Maalesef bu pazarlar, birçok İstanbullu için yaşamının ‘‘olmazsa olmaz’’ şartı gibi algılanmaktadır. Pazarcıların militan bir menfaat kümesi haline gelmiş olması bir yana, tüketiciler de onlara kol kanat germektedir. Halkın bu kadar benimsediği habis bir oluşumla nasıl mücade edilecektir? Yanlışlığına inansa bile (ki çoğu inanmıyor) hangi belediye başkanı bu çarpık düzeni değiştirmeyi göze alabilir? Üstelik semt pazarları medyada sürekli övülmektedir. Tam bir açmazla karşı karşıyayız. Yazıyı bu satıra kadar okuyanların, binde birinin dahi benimle hemfikir olduğunu sanmıyorum. Yine de yazmaya devam edeceğim. Öncelikle semt pazarı sevenlerin akıllarına gelebilecek ilk itirazları cevaplandırayım.
* * *
1. Semt pazarları ucuzluk sağlamaz. İktisatta ucuzluk diye mutlak bir kavram yoktur. Ucuzluk tamamen izafidir. Bunun yerine, kişi başına milli gelir ve gelir dağılımı kavramları vardır. Kişi başına milli geliri yüksek ve milli gelir dağılımı adil olan ülkeler, genel fiyat seviyesi ne olursa olsun, vatandaşları için gerçekte ucuz ülkelerdir. Bu dediklerimin en iyi örnekleri İsviçre ve İskandinav ülkeleridir. Bu ülkelerde ‘‘fiyatlar yüksek, fakat geçim kolaydır’’. Bunu da semt pazarlarıyla sağlamazlar. Semt pazarlarının fayda ve mahzurlarını, tartışırken a) verimlilik, b) milli gelire katkı ve c) gelir dağılıma etki kriterlerini kullanacağim.
2. Avrupa'da da mevcut olan semt pazarları, İstanbul'dakilerine kıyasen çok küçüktür. Bunlar, şehrin bu iş için tahsis edilmiş bir meydanında ve haftada bir gün açılır. En önemlisi, semt pazarlarında sadece üreticiler tezgah açar ve gıda maddeleri satılır. Türkiye'deki semt pazarları da başlangıçta böyleydi. Şehir veya kasabalarının civarındaki bahçelerde üretim yapan köylüler, mallarını halden geçirmeden kendileri pazarlardı. Bu süreçte oluşan ticari kár ve mekan rantı köylülere geçmiş olurdu. Bu transfer kazancı sayesinde fakir köylüler bir nebze korunmuş olurdu. Üstelik kente gelen köylüler, kentteki dükkanlardan alışveriş ederek yerleşik esnafın cirosunu arttırdı. Ortada iki yönlü bir fayda söz konusuydu. Bir caddenin, bir gün süreyle trafiğe kapanması da, zaten fazla bir araç trafiği olmayan şehirde sorun teşkil etmezdi.
3. Semt pazarlarında fiyatlar, malların kalite farkını hesaba katsak bile, dükkanlara göre düşüktür. Bunun açıklaması şudur: 1) Satış maliyeti içinde dükkan kira ve sair masraflar yoktur. Perakendecilikte en önemli maliyet kalemleri önce mekan giderleri, sonra ücretlerdir. Ödenen işgaliyeler minimumdur. 2) Pazarlarda yapılan satışların yüzde doksandokuzu kayıtdışıdır. Son noktadaki bu kayıtdışılık, hammaddelerinin üretildiği ve hatta ithal edildiği noktaya kadar gider. Kaçırılan tüm vergiler, maliyeti düşürür. 3) Semt pazarlarında sürüm yüksektir. Pazarlara uzaktan da müşteri gelir ve çok mal alır. Eve taşıma maliyetini müşteri yüklenir. 4) Pazarcılık, aile işletmesidir. Emek maliyeti düşüktür. (Devamı var)
Son Söz: İlkelleşme çözüm getirmez.
Yazının Devamını Oku 25 Ekim 2003
<B>SERMAYE </B>hareketlerini irdeleyen perşembe günkü yazımda <B>‘‘ne kadar para, o kadar büyüme’’ </B>paradigmasının yanlışlığına değinmiştim. Bugün bu konuyu tartışmaya devam edeceğim. Normal yurdum iktisatçıları arasında genel kabul görmüş yanlışların birincisi budur. Onlar, Türkiye gibi bir ülkenin, yabancı sermaye gelmeden kalkınamayacağına inanır. Geçen hafta, Osmanlı Bankası'ndaki karikatür sergisini dolaşınca anladım ki; bu batıl inanç bize atalarımızdan devrolmuş. Soyut olarak sorulduğunda, yabancı sermaye girişinin, Türkiye gibi sermaye birikimi düşük bir ülkede milli gelir artışı sağlayabileceği söylenebilir. Madem ki üretim için, doğal kaynaklar dışında, esas olarak emek ve sermaye gereklidir; üstelik ülkemizde emek bol, sermaye ise kıttır; öyleyse sisteme ne kadar sermaye şırınga edilirse, üretim (milli gelir) o kadar artar. Öyle ise ne yapalım? Ülkemize yabancı sermaye çağıralım. Tercihan doğrudan yatırım şeklinde gelsin. Yani sabit sermaye yatırımı yapsın. Fabrikalar kursun. Olmazsa, finans kapital olarak gelsin, ister sıcak, ister soğuk olsun, yüz kere fıymış olsun, yine de gelsin. Böylece, arsa-bina spekülasyonundan başka bir şeyden kár edemeyen, teknoloji cahili sözde işadamlarımız, gelen bu yabancı sermayeyi borç olarak alır ve yatırım yapar. Üretim artar ve milli gelir yükselir. Bunun için ne gerek? Dövizi düşük, faizi yüksek tutmak yeter. İşte size, kötülerin en kötüsü ‘‘genel kabul görmüş yanlışlar’’ şampiyonu bir para politikası.
* * *
7 Eylül 1946 devalüasyonunda ilkokul öğrencisiydim. Hiçbir şeye aklım ermiyordu ama, gazeteler 7 Eylül kararlarıyla, hükümetin halkı perişan ettiğini yazıyordu. Ben de hükümete bozuluyordum tabii. 1958 devalüasyonunda ODTÜ'de iktisat öğrencisiydim. Dolar, Merkez Bankası'nda 3, karaborsada 15 liraydı. Devrin başbakanı Menderes'e sormuşlar: ‘‘Beyfendi (o zamanlar başbakanlara beyfendi denirdi) devalüasyon yapacağız, dolar kaç lira olsun emrediyorsunuz?’’ O da cevap vermiş: ‘‘Merkez Bankası kuruyla, karaborsa kurunu toplayıp, ikiye bölün.’’ Onlar da öyle yapmışlar ki, dolar 9,02 TL olmuştu. (Ne hassas hesap?)
* * *
Bu ülkede en ayıp şey, devalüasyondur. Aileden orospu çıkması gibi bir şeydir. Kim hangi cüretle, ülkenin onuru olan ulusal paranın değerini düşürür? Paranın aşırı değerlenmesine sebep olmak ayıp değildir. Döviz karaborsası yaratmak ayıp değildir. Cari işlemler açığı verdirmek ayıp değildir. Üç ayda yüzde 50 reel faizle tahvil ihraç etmek ayıp değildir. Mevduata yüzde 30 reel faiz vermek veya kredi faizlerini reel yüzde 80'e yükseltmek ayıp değildir. Bir gecelik faizin yüzde 7000'e çıkması ayıp değildir. Ama devalüasyon kelimesini ağıza almak bile ayıptır.
* * *
Bir ülke cari işlem fazlası veriyorsa bu, ulusal tasarrufların bir kısmı yurtdışına gidip, dövize dönüşüyor anlamına gelir. Eğer bir ülke cari işlem açığı veriyorsa bu, yabancıların tasarrufları, faizle ödünç alınıyor demektir. Bu bir eşitliktir. Son yirmi yılda, ekonomisi en hızlı büyüyen ülkeler arasında Çin ve diğer Pasifik kaplanları gelir. Bunların hepsi, ‘‘cari işlem fazlası’’ vererek büyümüştür. Cari işlem açığı vererek büyümek diye nebat yoktur. Bilmem anlatabildim mi? (ABD ekonomisini ayrıca tartışırız.)
Son Söz: Yabancı sermaye, cari işlem fazlası veren ülkeye gider.
Yazının Devamını Oku 23 Ekim 2003
<B>1989</B> yılında yürürlüğe giren 32 Sayılı Kararname, her türlü servet transferlerini, yani yurt dışına para yollanması veya yurt dışından para getirtilmesini serbest bırakmıştı. Bu kararnamenin müellif mimarı Turgut Özal'dı. Türkiye'nin, devlet memuru olmayan, bilimsel anlamda ilk Merkez Bankası Başkanı Rüşdü Saracoğlu, bu kararnameye karşı çıkmıştı. Ancak Özal ‘‘bu bir siyasi tercihtir, karar verilmiştir, siz uygulamayla ilgilenin’’ diyerek tartışmalara bir nokta koymuştu. 1994 ve 2001 krizlerinin çıkmasında ve derinleşmesinde bu kararnamenin çok önemli payı vardır. İstanbul'u ziyaretinde Nobel ödüllü iktisatçı Robert Solow'a‘‘Özel servet transferleri dahil, her tür sermaye hareketlerinin serbest olması, Türkiye gibi yüksek enflasyonlu ülkelerde fiyat istikrarın tesis edilmesinde yani enflasyonun kalıcı olarak düşürülmesine ne gibi bir etki yapar?’’ diye sordum. Gayet kısa olarak ‘‘engel teşkil eder’’ demişti. Şimdi, bu kararnamenin değiştirileceğini öğreniyoruz. Bunda Kemal Derviş'in ‘‘sermaye girişleri kısıtlanabilir’’ şeklindeki son çıkışının da etkisi olmuştur. Gerek, sermaye hareketlerini kısıtlayan 1930'ların Türk Parasının Kıymeti Koruma Kanunu, gerekse bu kısıtları kaldıran 32 Sayılı Kararname, aslında aynı bátıl iktisat inancına dayanır. Eğer yeni çıkarılacak mesela 33 sayılı kararnamenin özünde bu bátıl inanç varsa, yine yanlış yapılacak demektir. İşte bugün açıklamak istediğim esas konu, bu bátıl inancın ne olduğudur.
* * *
İktisadi kalkınma, ‘‘sermaye birikimi’’ demektir. İktisaden az gelişmiş ülkeler, sermaye birikimleri düşük olduğu için yeterince hızlı kalkınamaz. Kalkınamadıkları için de sermaye biriktiremezler. Bu kısır döngüyü kırmak için önce ‘‘yurt içinde teraküm eden sermaye, dışarı kaçmasın’’ sonra da‘‘ülkeye, yabancı sermaye gelsin’’ denir. 32 sayılı kararname, ikinci görüşün ürünüdür. Özal, eğer doğrudan yabancı sermaye yatırımları gelmiyorsa, hiç olmazsa mali yatırımlar (sıcak para) ülkeye gelsin, bu suretle kalkınmayı hızlandırırım diye düşünmüştür. Bugün bile birçok iktisatçının zihninin gerisinde ‘‘ne kadar para, o kadar kalkınma’’ paradigması yatar. Mali yatırımların, yani kısa vadeli yabancı paranın, az gelişmiş reytingi düşük bir ülkeye girmesi için ‘‘teşvik’’ edilmesi gerekir. Teşvik ise yüksek reel faizdir. ‘‘Yabancılara ödenen yüksek reel faiz, bir ülkenin kendi öz sermayesinin hasılasının bir kısmını dışarıya aktarmasıdır.’’ Diğer bir değişle, yüksek reel faiz rüşvetiyle bir ülkeye mali sermaye çekmek, aslında o ülkenin içinden yaratılan sermayenin (ulusal tasarrufların) yurt dışına sızması sonucunu doğurur. Çünkü, yabancı yatırımcılara vaat edilen yüksek reel faizler, bu paraların plase edildiği‘‘reel ekonomide’’ yaratılan katma değerle ödenemez.
* * *
Yüksek reel faizlerin, vaat edilen yüzdede ödenmesi için, vade tarihinde ulusal paranın değerinin düşmemiş olması şarttır. İşte yabancı parayla kalkınma modelininin ikinci tuzağı buradadır. Merkez Bankaları, ulusal paranın değerinin yükselmesinden, enflasyonla mücadele kolaylaştığı için çok hoşlanır. Ayrıca bu durum, dış borçlar küçülmüş izlenimi verir. Ancak aşırı değerlenmiş ulusal para yüzünden, ihracat mutlaka sekteye uğrar, mali kriz çıkar ve büyüme durur. Yetmiyormuş gibi, bu süreçte ulusal tasarruflar bir daha dönmemek üzere yabancı yatırımcılara kaptırılmış olur. Ülke tekrar fakirlik kısır döngüsüne, üstelik daha beter geri döner.
Son Söz: El parasıyla, kalkınmaya girişilmez.
Yazının Devamını Oku 18 Ekim 2003
<B>HEPİMİZ</B>, 43 milyar dolarının bankalarda deve olmasından şikayetçiyiz. Bu rakama İmar Bankası rezaleti dahil değil. Bu paraların, hortumculardan söke söke geri alınmasını istiyoruz. Öyleyse BDDK veya Maliye Bakanlığı, kimsenin gözünün yaşına bakmasın, tahsilatı hızlandırsın, gerekiyorsa yeni kanunlar çıkarılsın ve halkın parası kurtarılsın deniyor. Acaba bu öfke ne kadar işe yarar? Bu meseleye daha soğukkanlı yaklaşmak gerekmez mi?
Arazi istifçisi, bi işten çakmaz sözde iş adamlarının, hakim hissesine sahip oldukları bankalara yatan mevduatı, kendi şiketlerine kredi diye aktarması affedilmez bir suçtur. Bu Türk bankacılık sisteminin yüzkarasıdır. Maalesef, ‘‘holding bankacılığı’’ denen bu yapılanmanın ne kadar yanlış olduğu bugün bile yerince anlaşılmış değildir. Ancak, bankalara geri dönmeyen kredilerin sadece bir kısmı, banka sahiplerinin popüler deyimi ile ‘‘hortumladığı’’ paralardır. Bundan çok daha fazla tutarlar makro ve mikro sebeplerle şirketlerde batmıştır. Bunlar nasıl kurtarılacak? Esas sorun burada. Halen, bu gayeyle ‘‘İstanbul Yaklaşımı’’ diye bir yöntem uygulanmaktadır. Bu günkü yazıda bu yaklaşımı irdelemeye devam edeceğim.
1. BDDK'ya intikal etmiş veya etmemiş hortumlama tanımına girmeyen milyarlarca dolar tutarında donuk banka kredisi var.
2. Eldeki bilgilere göre dosya sayısı onbini aşmış durumdadır.
3. Bankalar, bunlar için kısmen zarar karşılığı ayrılmıştır. Karşılık ayrılmış veya ayrılmamış olsun, alacakların hepsi tahsile çalışılmaktadır.
4. Gerek bankalara olan kredi, gerekse devlete olan vergi ve sigorta borçlarını, hatta personelin ücret alacaklarını dahi ödeyemeyen şirketler ‘‘acze düşmüş’’tür. Yani kötü yönetilmiştir.
5. BDDK veya alacaklı bankalar bu zavallı şirketlerle bir masaya oturmakta ve bankaların kabul edebileceği şartlarla ve genellikle tutturulması mümkün olmayan bir ‘‘geri ödeme planı’’ yapılmaktadır.
6. Sonrada, şirketlerden bu plana uymaları beklenmektedir. Pek tabii, daha birinci yılda plan aksamakta, tekrar masaya oturulmaktadır.
7. Yanlışlık, yaklaşımın kendindedir. Batık şirketlerde ‘‘borç geri ödeme’’ planı değil ‘‘yüzdürme’’ projesi yapılır.
8. Önce söz konusu firmanın yaşamasını sağlayacak bir ‘‘çekirdek becerisi’’ (core competence) var mı ona bakılır. Yoksa, firmaya yeni bir misyon bulunur. Yüzdürme projesi bunun üzerine inşa edilir.
9. Eğer projenin başarılı olacağı anlaşılırsa, bankaların firmadan alacaklarının bir kısmı sermayeye dönüştürülür, bir kısmı patronun şahsi varlıkları veya şirketin kullanılmayan aktifleri satılarak geri ödenir. Borçlar makul seviyeye indirilir ve faizli kredi olarak kullanılmaya devam edilir.
10. Eğer bir firmada bunları yapmak mümkün değilse, o zaman bu firma sektörün en güçlüsüne satılır. Bu da olmuyorsa tasfiyesine gidilir.
* * *
Ancak benim önerdiğim yöntem ‘‘normal yurdum mevzuatı’’ içinde çalışmaz. Çünkü bu yöntemde, operasyonu yapacak kişilerin ‘‘yetkili’’ olması ve takdir hakkını kullanarak ‘‘subjektif’’ kararlar alması gereklidir. Bu ise, sorunu çözecekleri sürüm sürüm süründürecek ‘‘hukuki mayınlarla’’ dolu bir yoldur. Bu ameliyatları yapmak için yeni yasalara değil, yeni bir hukuk felsefesine ihtiyaç var. Aksi takdirde bu işler hiç bitmeyecektir.
Son Söz: Yetki külfete dönüşürse, sorumluluk almamak çare olur.
Yazının Devamını Oku 15 Ekim 2003
<B>NAZAR</B> değmesin, işler iyi gidiyor. <B>‘‘Ne iyi gidiyor?’’</B> diye soracak olursanız, mesela enflasyondaki düşüş derim; mesela büyüme derim; mesela reel faizlerde düşme derim. Tabii, herkesin bilinç altında bir tedirginlik var. Ne yapıldı da ekonomide işler iyi gitmeye başladı diye düşünüyoruz. Aklımıza pek fazla birşey gelmiyor; düzelmenin nedenlerini izah edemiyor ve aslında pek bir şey yapmadan işler düzelmiştir diyoruz. O zaman da, bir şey yapmadan da ekonomide işler kötüleşebilir diye beklemek mantıki oluyor. Kaldı ki son otuz senede, beş yılda bir krize yakalanmış bir ekonominin evlatları olarak, kriz korkusunu içimizden atamamız çok doğal. Üstelik ‘‘fazla kahkaha, göz yaşı getirir’’ öğüdüyle büyütülmüşüz.
Gelin hep birlikte nerelerde doğru yaptığımız hatırlamaya çalışalım.
1. Her sistemde olduğu gibi, ekonomilerde de bir kendi kendini düzeltme mekanizması vardır. Üstelik krizlerle birlikte, ekonomiler olması gereken seviyelerin de altına düşer. Dolayısıyla, her krizden sonra toparlanma beklenir. Bunu bildiğimizden son krizde fazla paniklemedik.
2. Türkiye, 2001 krizinde yüzde 9 küçüldü. Yani çok derin bir uçuruma yuvarlanmadık. (Mesela Arjantin ekonomisinin, son krizde neredeyse yüzde 40 küçüldüğünü hatırlayalım.) IMF'ye gidip borç istedik. Zaten krize, biraz da onların yüzünden yakalanmıştık. IMF yardımları sayesinde, mali sistemin eriyip çökmesine izin vermedik. Münferit olaylar dışında, bankalarda ödeme zafiyeti yaşanmadı.
3. Kemal Derviş'i göreve çağırdık. Derviş, dışarıya güven verdi; içeride disiplini sağladı. Hazırlanan Güçlü Ekonomiye Geçiş Programı sayesinde bankacılık sektöründe çok büyük bir ameliyat yapılabildi. Sektör güçlendirildi. Şarlatan iş adamlarının kendi bankalarını hortumlama süreci durdu. (İmar Bankası skandalı hariç)
4. İstikrarla (yani enflasyonla mücadeleyle), kalkınmanın (yani kişisel gelirlerin artmasının) aynı anda olamayacağını idrak ettik. Gelir arttırma talepleri, ne hükümetten ne de özel sektörden fazla yüz bulmadı. Reel ücretleri gerileterek, ihracatta maliyet avantajı sağladık.
5. Firmalar, iç piyasaya daha fazla mal satma ümitlerini kaybedince, ihracata ağırlık verdi. Zorlanan sanayicilerden ‘‘ihracat kahramanları’’ çıktı. Burada, Gümrük Birliği'ne girmiş olmanın avantajını kullandık.
6. En önemlisi, ama gerçekten en önemlisi, dürüst bir seçim yaparak, ülke idaresinde demokratik bir görev değişimini gerçekleştirdik. Siyasete ‘‘demokratik’’ istikrar getirdik. Bu husus, demokrasiye bağlı Batılı ülkelerinin takdirini kazanmamızı sağladı. Dünya finans piyasalarında, siyasi istikrarsızlık yüzünden düşen reytingimizi arttırdık.
7. Ülke içinde barış ortamını sağladık. Burada Başbakan Erdoğan'ın liderliğinin etkisi büyük oldu. Vatandaşın kendi ülkesine olan güveni arttı. Kaçan paralar geri geldi. İş yapma arzusu yükseldi.
8. Irak savaşının yarattığı karmaşada ‘‘Türkiye önemli bir ülkedir; istikrarı Avrupa ve Amerika için çok gereklidir’’ argümanını iyi kullandık.
Son Söz: Doğruyu tanımlayamayan, yanlışa düşmekten kurtulamaz.
Yazının Devamını Oku 11 Ekim 2003
<B>PEK</B> tabii, hiç bir ülkenin anayasasında böyle bir hüküm yok. Tam aksine vergi almanın, yol ve yöntemleri hakkında hükümler vardır. Bunların başında da, vergilerin kanunla konacağı kuralı gelir. Kanunları kim yapar? Millet meclisleri. Vergi koyma veya kaldırma önerilerini kim yapar? Hükümet. Çünkü, ülke ekonomisini yönetme sorumluluğu ondadır. Bir ülkeyi yönetmek demek, herşeyden önce bütçeyi denkleştimek demektir. Ekonomi, zannedildiği gibi Merkez Bankası tarafından yönetilmez.
Merkez Bankası, ekonomik sistemin çok önemli bir kurumudur, o kadar. Bütçesi açık veren bir ülkeyi, hiç bir merkez bankası başkanı, krizden kurtaramaz.
Türkiye, özellikle son 10 yılda, çok kötü bir ekonomik performans sergiledi. Bunun bir nuralı sebebi de ‘‘açık bütçe’’lerdir. 2001 krizinin hasarlarını henüz tamir edemedik.
IMF'nin bütçe dayatmaları ve dahili sıcak paranın TL'ye dönüşmesiyle döviz fiyatları geriledi ve o sayede enflasyon düştü. Buna, iktisatçılar olarak hepimiz çok seviniyoruz.
Çünkü enflasyonla bir yere gidileceği yok. Şimdi tasamız, enflasyondaki bu düşüşün kalıcı olması. Bunu da kalıcı hale getirecek en önemli etken ‘‘bütçe denkliği’’. Adına ‘‘mali’’ veya ‘‘fiskal’’ politikalar denilen önlemler dizisinin özünde, devletin gerektiği kadar vergi toplaması gelir. Planladığı vergi gelirlerini elde edemeyen bir hükümet, açık finansmana baş vurur. İçeriden ve dışarıdan fahiş faizler ödeyerek borçlanır. Bunun sonucunda makro dengeler bozulmaya başlar. Gelsin yeni bir kriz, gelsin yeni bir fakirleşme süreci. Bu mu yapılmak isteniyor?
Amerika'nın, Irak'a müdahalesi başlamadan Meclis'te bir tezkere oylandı. Hatırlayanınız vardır herhalde. Amerikan askerlerinin Türkiye üzerinden Irak'a geçmesine izin vermedik. Verseydik; 8.5 milyar dolar hibe alacaktık. (Vermemekle çok iyi ettik kanaatında olanlardanım. Bugün de Irak'a asker yollama kararı almakla yanlış yaptığımız kanısındayım. İşin siyasi yönünü bir tarafa koyalım.)
Netice itibariyle, millet olarak 8.5 milyar dolardan vazgeçtik ve biz bu parayı kendi kaynaklarımızdan yaratırız dedik. İşte Anayasa Mahkemesi'nce iptal edilen ‘‘Ek Taşıt Vergisi’’ bu kararımızın zaruri bir sonucudur.
Komik bir şekilde herkes, vergi iptal kararından çok memnun. Vergisini zamanında yatırmış olanlar, bunu nasıl geri alırım derdine düştü. Yatırmayanlar ise, her zamanki gibi kıs kıs gülmekte.
Arkadaşlar, akılımızı başımıza toplayalım. Kimin vergisini kimden esirgiyoruz.
Bütçe açıklarını kapamak için, ek otomobil vergisi alınmayacak da ne yapılacak? Ne istiyorsunuz? Petrole mi, elektriğe mi zam yapılsın?
Yoksa KDV ve ÖTV mi arttırılsın? Yoksa ‘‘buhran’’ vergisi mi konulsun?
Anayasa Mahkemesi'nin, iptal kararını niçin verdiğini bilmiyorum. Bilmek de istemiyorum.
Zaten, hukuk cahili olduğum için, anlatılanları anlamıyorum. Son zamanlarda Türkiye'de yapılan hukuki tartışmaları da ortaçağ papazlarının veya ülemanın kutsal kitap yorumları kadar absürt buluyorum.
Seçimler iptal edilsin tezi de zırvalıklardan biriydi. Neyse o atladı.
‘‘Hukuk sistemi, ülkenin önünü tıkıyor’’ ifadesine bütün kalbimle katılıyorum.
Son Söz: Hiç bir şeyin referansı, kendisi olamaz.
Yazının Devamını Oku 8 Ekim 2003
<B>ŞİMDİLERDE</B> gündemden düşmüş olmasına rağmen, iş aleminin ve dolayısıyla bankacılık kesiminin derin yarası kanamaya devam etmektedir. Bunun adı <B>‘‘tahsil edilemeyen alacaklar’’</B> sorunudur. Gündemden hiç düşmeyen (ve düşmemesi gereken) batan bankaların 43 milyar dolarlık toplumsal maliyeti de bu ana sorunun bir parçasıdır. 2001 krizinden sonra, batık veya donuk veya geri dönmeyen krediler sorununu halletmek için, İngiltere'de uygulanan ve adına ‘‘Londra Yaklaşımı’’ denen bir usulden mülhem ‘‘İstanbul Yaklaşımı’’ diye bir yöntem benimsendi. 1987 yılında da benzeri bir durum vardı. O zaman da bu meseleyle başetmek için 3332 sayılı yasa çıkarılmıştı. İstanbul Yaklaşımı, maalesef istenilen sonuçları sağlamadı. Sadece, bu işlere aracılık eden ‘‘yaklaşım esnafı’’ biraz para kazandı, o kadar. İstanbul Yaklaşımı'na göre borçları yeniden yapılandırılan firmalardan, donunu toparlayabilen yok denecek kadar az. Bizdeki bilgilere göre, bankacılık sisteminde halen 14 bin dolayında sorunlu kredi dosyası var. Bu dosyalar, ‘‘benden atlasın da, nerede patlarsa patlasın’’ düsturuna göre hareket etmekten başka çaresi olmayan yöneticiler tarafından ‘‘sureta’’ incelenip karar bağlanmaya çalışılıyor. Kısaca sorunlar, sonsuz bir geleceğe erteleniyor. Ertelendikçe de büyüyor.
* * *
Bir meseleler kümesi, bu kadar uzun zaman çözülemez ve bu kadar geniş bir alana yayılırsa, ortada ‘‘sistemik’’ bir neden var demektir. Yani, birbirinden bağımsız gibi duran münferit sorunlar, mikro hatalardan değil, makro hatalardan, yani sistemden kaynaklanmaktadır. Türkiye'nin (ve diğer bazı ülkelerin) batık banka alacakları meselesi de bu tür bir sorun kümesidir. Pek tabii, batık krediler kümesi içinde, kötü niyetli aktörlerin, yani düzenbaz iş adamlarının, bizzat tertiplediği bir sürü soygun vardır. Ama o vakalar da bile, ortada bu kötü davranışlara gerekçe teşkil eden sistemik bozukluğun payını unutmamak gerekir. Türkiye'de batık krediler sorununun (yegane değil ama) esas nedeni 'yüksek reel faizler'dir. IMF eğitimli yüksek reel faiz kuramcıları, yüksek reel faizler sayesinde, tasarruf açığı olan bir ülkeye, yabancı sermaye gireceği için, milli gelirin artacağına ve yine yüksek reel faizler sayesinde enflasyonun önleneceğine inanmıştır. Neticeler umulan gibi olmamış, üstelik ortaya kocaman ‘‘batık şirketler-batık bankalar’’ sorunu çıkmıştır. Buna mukabil, Çin ve Japonya'daki devasa boyuttaki batık krediler sorunun ana kaynağı ise, zararına dahi olsa sanayileşmeye ve ihracata dayalı büyümeyi sürdürme ve bu yolla istihdamı arttırma politikasıdır. Yani, her ülkenin ayrı ele elınması gerekir.
* * *
Halen BDDK'nın kucağında duran batık alacaklar sorununu, tamamen olmasa bile kısmen çözmek için, İstanbul Yaklaşımı'nı yeni bir kuramsal çerçeveye oturtmak gerektir. Bu yeni çerçevenin esası, geri dönmeyen kredilerin önemli bir kısmının, borçlu firmaların mikro kusurlarından değil, makro ekonomik tercihlerden kaynaklandığını kabul etmektir. Gerekçesini yukarıya yazdım. Eğer bu önermem doğruysa, İstanbul yaklaşımının amacını, donuk banka alacakların ‘‘tahsil edilmesi’’nden, zor durumdaki ‘‘firmaları yaşatılması’’na değiştirmek gerekecektir. Batık alacaklar sorunun çözümüne ilişkin modelimi anlatmaya devam edeceğim.
Son Söz: Çözüm bulmanın ilk şartı, gerçekleri kabullenmektir.
Yazının Devamını Oku 4 Ekim 2003
<B>ZAMAN</B> zaman işlediğim faiz konusuna tekrar dönüyorum. Bunun sebebi, <B>‘‘yüksek reel faizlerin’’</B> bir ekonomi için ne kadar yıkıcı olduğunun bir türlü anlaşılmamış olmasıdır. Merkez Bankası, enflasyonun sıfırın altında gezindiği son aylarda, aklınca enflasyonu frenlemek için, aylık yüzde 3'le 10 katrilyondan fazla parayı piyasadan çekti. Yani tasarruf sahiplerine reel olarak ayda yüzde 3'ten fazla faiz geliri sağladı. Bu geliri kimden aldı, kime verdi. Merkez bankası topladığı paraları, ayda reel olarak yüzde 3'ten fazla getiri yaratan bir işletmeye ödünç verdi de ödediği faizi buradan mı karşıladı. Hayır. Zaten böyle bir getiri doğada yoktur. İnanmayan dünyadaki getirilere ve faizlere bir baksın. Yapılan, milli geliri ve hatta serveti, çok adaletsiz bir şekilde tekrar dağılıma tabi tutmaktan başka bir şey değilidir. Döviz fiyatlarının gerilemesinin yani TL'ye dönüşün sebebi bu iken, dalgalı kur döviz fiyatlarını düşüyor gibi zırva tartışmaya açıldı.
* * *
Kapitalist sistemin en önemli ögesi ‘‘faiz’’dir. Faizin ne olduğu anlaşılmadan, kapitalist ekonominin nasıl işlediği anlaşılamaz. Zaten adı üzerinde kapitalist sistem, kapital yani sermaye kavramı üzerine kurulmuştur. Sermaye denince de akla ‘‘sermayenin hasılası/getirisi’’ ve ‘‘sermayenin maliyeti/götürüsü’’ gelmesi gerekir. İngilizce'de bunlara sırasıyla ‘‘Return of Capital’’ ve ‘‘Cost of Capital’’ denir. İktisadiliğin temeli, sermayenin getirisinin, sermayenin götürüsünden fazla olmasıdır. Ancak bu mukayeseli hesaplama yöntemiyle, yapılan işin iktisadi mi, yoksa gayri-iktisadi mi olduğu anlaşılır. Bu kritere göre ‘‘yapılabilirlik’’ sınavını geçemeyen hiç bir projenin uygulanmaması gerekir. Aksi takdirde, yatırım yapıldıkça o ülkede sermaye birikimi değil, sermaye aşınması ortaya çıkar. Komünist doktrin, bu kriteri reddettiği için, yüksek kültür ve medeniyete sahip olmasına rağmen Rusya ve Doğu Avrupa ülkeleri, yaptıkları‘‘gayri iktisadi’’ yatırımlar yüzünden fakirleştiler, hatta battılar.
* * *
Sermaye kelimesi iki anlamda kullanılır. Birinci anlamı, bilançonun aktif tarafıdır. Burada, dönen ve durağan varlıklar yer alır. İşletme ekonomisinde bunların toplamına ‘‘istihdam edilen sermaye’’ (Total Capital Employed) veya ‘‘fizik sermaye’’dir. Sermayenin diğer anlamı, bilançonun pasif tarafıdır. Burada da ‘‘borç sermaye’’ ve ‘‘öz sermaye’’ bulunur. Buna‘‘finans sermaye’’ de denir. Zihin karışıklığına sebebiyet vermemek için, pasif taraftaki ‘‘sermaye’’ kelimesi yerine ‘‘kaynak’’ deyimini kullanmak daha doğrudur. Bilanço ‘‘denge’’ demek olduğuna göre, bir firmada ‘‘fizik kapital’’ ile ‘‘finans kapital’’ daima birbirine eşittir. Bir firmanın ‘‘faiz öncesi kár’’ rakkamı, bilanço toplamına bölünürse, bulunan yüzdeye, o firmanın ‘‘Sermaye Getirisi’’ denir. Piyasadaki cari kredi faizi ise ‘‘Sermayenin Götürüsü’’ dür. Demek ki iktisadiliğin esası, sermaye getirisinin, kredi faizlerinden yüksek olmasıdır. Bu ifadeden çıkan sonuç, kredi faizleri yükseldikçe, firmaların iktisadiliğinin ortadan kalkacağı ve bunlara verilen kredilerin batacağıdır. Doğal olarak, kredi alan firmalar battıkça, onlara kredi veren bankalar batacak, bankalar battıkça da Hazine ve Merkez Bankası yani ülke ekonomisi batacaktır. Yüksek reel faizlerle kurulmaya çalışılan ‘‘istikrarın istikbali’’ işte budur.
Son Söz: Finans sermayenin getirisi, fizik sermayenin getirisini aşamaz.
Yazının Devamını Oku