Ege Cansen

Bayramların hikmeti

26 Kasım 2003
<B>BEN</B> bütün dinlerin vaz ettikleri kuralların ve tesis ettikleri kurumların bir hikmeti olduğuna inanırım. Her ne kadar bu kural ve kurumların bir kısmı, zaman içinde cehalet ve beşeri zafiyetler yüzünden özünden kopartılıp, saçma sapan, akıl dışı tören veya törelere dönüşmüş bile olsa, derinlemesine bir tahil, bizi kolaylıkla ‘‘ilk tesis’’ anındaki gerekçeye götürür. Korkmayın; bunların özünü kavramak, dindarları dinden çıkarmaz, láikleri de yobaz yapmaz. Unutmayın: Hayatta haklı olmak isteyen, hakikati; hakikati bulmak isteyen de hakkı aramalıdır.

* * *

Bayramlar, tüm dinlerde var olan en önemli kurumlardan biridir. Bayram, ‘‘şenlik’’ demektir. Bayramlarda insanların şen olması ve başkalarını şenlendirmesi beklenir. Bayramlar, şarta bağlı değildir. Yani, havalar çok soğuk veya çok sıcak olunca, enflasyon yüksek çıkınca, milli gelir düşünce veya borsa çökünce bayramlar iptal edilir diye bir kural yoktur. Şartlar ne olursa olsun, bayram gelir. Harpte de, sulhte de bayram kutlanır. Kıtlıkta da, bollukta da bayramda sevinilir. Hastası olan da, kendisi hasta olan da bayram eder. En azından daha şen olmaya çalışır. Pek tabii, herkesin neşesi birbirinin aynı olamaz. Zaten bu husus, o gün bayram olsa da olmasa da böyledir. Bayram gününün şenlik olmasının sebebi, o günün bayram olmasındadır. Başka bir şey olduğu için değil, sırf o gün bayram olduğu için, gün şenlik günüdür. Bayramda, bayram etmek için sebep arayanlar, bayramın hikmetini hiç anlamamış olanlardır. Bayramı önemsemek şart değildir. Ama bayramı küçümsemek, insanları küçümsemek demektir. Bayram, öncelikle başkalarına saygı göstermektir.

* * *

İnsanı şenlendiren iki eylem türü vardır. Biri almak, diğeri vermektir. Hediye almak, para almak, diploma almak, mektup almak (e-mail de olabilir) ev almak, araba almak, elbise almak, cep telefonu almak, simit almak, şeker almak, haşlanmış mısır veya kestane kebap almak insana neşe verir. Çünkü bunlar, ihtiyaçlarımızı tatmin eder. Çoğu insan için hayattan zevk almanın anlamı ‘‘almak’’tır. Bu kişiler, bir şey almadığı ya da alamadığını aldığı an, hayattan zevk almamaya başlar. Halbuki, insana en çok tatmin sağlayan eylem, vermektir. Vermenin zevkine varan kişiler için, hayattan zevk almanın sonu olmaz. Çünkü almanın sonu vardır ama, vermenin sonu yoktur. Herkes gücüne göre başkalarına bir şey verebilir. Hediye vermek, para vermek, hizmet vermek, ilgi göstermek, hal hatır sormak, kısaca ‘‘sevgi vermek’’ alandan çok vereni mutlu ederse, toplumda alandan çok veren olur. O zaman herkes bir şey almış olur.

* * *

Bu bayram iyi bir şey yapamadık; bir yere gidemedik, evde çakıldık kaldık ifadesi, henüz ‘‘alarak hayattan zevk alma aşamasından, vererek hayatın tadını çıkarma aşamasına geçememiş olanların’’ söylemidir. Alamamaktan canınız sıkılıyorsa, vermeyi deneyin. Belki kendinizle daha çok gurur duyarsınız. Vaktinizi verin, yaşlı ve hasta yakınlarınızı ziyaret edin. Gözünü çıkarmadan, düşkünlere yardım edin. Hiç bir şey vermek istemiyorsanız, çevrenize can sıkıntısı değil, neşe verin.

* * *

Son Söz: Bayramlar, alma değil, verme günüdür.
Yazının Devamını Oku

Tedhiş

22 Kasım 2003
<B>TERÖR</B> kelimesinin, dilimizdeki karşılığı <B>‘‘tedhiş’’</B>dir. Anlamı, dehşet verme, dehşete düşürme, şaşırtma, korkutma ve yıldırmadır. Bu amaca hizmet eden her eylem teröre hizmet eder. Yani terör, bomba patlatmak veya intihar saldırısı düzenleyip çok sayıda adam öldürmek değildir. Bu eylemler, terör yaratmanın, yani bir milleti dehşete düşürmenin, korkutmanın, yıldırmanın sık kullanılan yöntemidir. Tekrar edeyim: Terör, patlatılan bombanın insan öldürmesi değildir. İnsan öldürmek sadece araçtır. Amaç, kendilerini ölen insanlarla özdeşleştiren kişileri, dehşete düşmüş, korkmuş, yılmış bir ruh haline sokmaktır. Teslim olmaya zorlamaktır. Ne istersen vereyim, ne dersen yapayım, tek benim ve yakınlarımın canını bağışla diyecek noktaya getirmektir.

* * *

İnsanı, korkuları güder. Korku, doğanın insana verdiği en önemli korunma mekanizmasıdır. Korkmak kadar insan fitratına uyan başka bir ruh hali olamaz. Tüm canlıların beynine, hayatta kalma sürelerini uzatmak maksadıyla, korkma sistemi yerleştirilmiştir. Ancak Allah, insanlara doğal içgüdülerinin yanında ve üstünde bir bilinç (şuur) de ihsan etmiştir. Bilincimizle, durumu muhakeme ederiz. Yine bilincimizle duygularımızın bizi ‘‘bilinçsizce’’ yönlendirmesine izin vermeyiz. Korkarız, bu çok doğaldır. Ama korkuya kapılmamalıyız. Kapılırsak, bizi yolumuzdan çıkarırlar.

* * *

İstanbul'da gerçekleştirilen terörün hedefi, ne Yahudiler ne de İngilizlerdir. Bu terörörün hedefi biziz. Sakın gaflete düşmeyin. Bu eylemler bizi yeniden bir durum değerlemesi yapmaya ve yeni kararlar almaya zorlamaya yöneliktir. Ölenler; ölmüştür. Ölüm korkusu geride kalanlardadır. Ölmek istemiyorsanız, tutumunuzu değiştirin denmektedir. Sakın ha, bu terör bana dokunmaz demeyin. Bırakın terörist eylemin ‘‘kimlik sormadan insan öldürdüğünü’’ eğer şu an dehşet içindeyseniz, terör size dokunmaktan fazlasını yapmıştır. Terörün mağduru, öldürdükleri değil, korkuttuklarıdır. Ölenler sadece talihsiz kurbanlardır. Terörün başarı ölçütü, kaç kişi öldürdüğü değil, kaç kişiyi ne kadar korkuttuğudur.

* * *

Kaç tane terör eylemi yapılırsa yapılsın, bir ülke sırf bu eylemlerin verdiği maddi hasar yüzünden iktisaden çökmez. Çökmeyi bırakın, terör eylemi bir ülkeden olsa olsa kıymık kaldırır. 70 milyonluk bir ülke, 70, 700 veya 7 bin kişi ölmesiyle insan kaynağını kaybetmez. 100 bina yıkıldı diye binasız kalmaz. Terörün yarattığı maddi hasar, mutlak anlamda kabili ihmaldir. Ama yaratacağı manevi hasar, çok büyük maddi kayıplara yol açabilir. Terör, henüz bu ikinci aşamaya geçemedi. Eğer biz izin vermezsek, geçemez de.

* * *

Bu olay vesilesiyle, birbirimize düşersek teröre prim vermiş oluruz. Hiç bir siyasi görüş sahibi, terörü vesile ederek ‘‘Ben demiştim, olaylar beni haklı çıkardı’’ diye başlayan pislik konuşmalar yapmamalıdır. Siyasi tercihler bakımından, hepimizin aynı görüşte olmaması doğaldır. Ancak medeniyet, doğa değil, insan yapmasıdır. Medeni yaşamanın kurallarını da medeniyeti yaratan insanlar koyar. Bu kurallar içinde ‘‘teröre tolerans yoktur.’’

Son Söz : Terörden siyasi kazanç umanlar, siyasi müflislerdir.
Yazının Devamını Oku

Banka faciası

19 Kasım 2003
<B>ÜLKEMİZDE</B> yaşanmış ve yaşanmakta olan bankacılık rezaletlerine, isterseniz facialarına deyin, bir yenisi daha eklendi. Bankacılık Düzenleme ve Denetleme Kurumu (BDDK) Başkanı Engin Akçakoca, görevinden istifa ettikten hemen sonra evine baskın düzenlendi. Medyadan öğrendiğimize göre, bir ihbarı değerlendiren güvenlik güçleri, BDDK eski başkanının evinde (veya arkadaşlarının deposunda) kendisinde bulunmaması gereken resmi yazıları aramak için bir operasyon yapmış. Bu baskınlar sonucunda 17 koli evraka el konulmuş ve incelemelere başlanmış. Hatta, emniyetten verilen bilgilere göre, kolileri açıp evrakı tetkike alan uzmanlar, dosyaların içinde ‘‘evde bulunmaması gereken bazı evrak’’ bulmuşlar bile.

* * *

Bu olay beni hem şaşırttı, hem de şaşırtmadı. Şaşırdım, çünkü şimdiye kadar yüksek bürokratların hiç birinin evinde, ne görevdeyken ne de görevden ayrıldıktan sonra ‘‘bulunmaması gereken evrak’’ araması yapıldığını duymuş değilim. Ayrıca, bir bürokratın evde bulundurmaması gereken evrakı evde bulundurmakla suçlanandığını da ilk defa duyuyorum. Benim bildiğim, devlet dairelerinde bulunması gereken evrakın, dairede bulunamadığıdır. Bunun da sorumlusu veya suçlusu yoktur.

* * *

Şaşırmadım, çünkü bu ülkede zenginlerle uğraşanın başı, eninde sonunda belaya girer. Engin Akçakoca bu bakımdan kesin kusurludur. İşin trajikomik tarafı, anlaşılan çok pimpirikli bir kişi olan Engin Akçakoca, görevden ayrıldıktan sonra, aleyhinde yapılacak kampanyalara karşı kendini korumak için gereğinden çok fazla evrak sureti biriktirmiş. Şimdi kendini korusun diye eve götürdüğü bu kağıtlar başına bela açtı. Demek ki; çok tedbirli olmak da tehlikeli. İnsan nereden gol yiyeceğini bilmiyor. Aklıma başka muzırlıklar da geliyor. İstermisiniz, Akçakoca'nın evinden götürülen evrakın bir kısmı, oradan oraya götürülürken kaybolsun. Hatta konulduğu depoda yangın çıksın. İhbarı yapanların ‘‘bazı önemli evrakı yoketmek için’’ böyle bir tertip içinde olma ihtimalleri yok mu? İzninizle Arsen Lüpen hikayesi yazmaya devam edeyim. Bu evrakın arasına sonradan bazı kişilerin ‘‘yeni’’ evrak sokuşturmaları mümkün değil mi? İhbarcılar bunu da planlamış olamaz mı? Akçokoca, bu kolilerin içindeki evrakı, liste halinde imza mukabili teslim etmedi ki; ileride ‘‘hayır bu yazı benim dosyalarımda yoktu’’ diyebilsin. Neyse, bu kadar boş laf yeter.

* * *

Dünya bankacılık tarihinde rastlanmayan bir sahtekarlık türüne, İmar Bankası olayında raslandı. İnanılmaz bir şey. Bir banka sahibi, halktan topladığı mevduatı 80-20 oranında ikiye ayırıyor. 80'ini ayrı bir kayda alıp, gönlünce harcıyor. 20'sini resmi bilançosunda gösteriyor. Buna göre vergi ödüyor. Sahip olmadığı Hazine Bonolarını, sanki varmış gibi halka satıyor. Topladığı paraları da dilediği gibi kullanıyor. Böylece 5 milyar dolar hortumluyor. Denilebilir ki, BDDK'da vazifesini yapsaydı, bu sahtekarlıkları ortaya çıkarsaydı. Doğru. Bu babda denetleme makamının kesin ihmali var. Engin Akçakoca'nın İmar Bankası skandalı patladığı an ‘‘ben bu işi beceremedim’’ deyip istifa etmesi gerekirdi. Ama hadiseler böyle gelişmedi. Tam tersi oldu. Şimdi şunu da siz yorumlayın. Yapılan son anketlere göre toplumun yüzde 9'u, ülkenin yükselen lideri olarak İmar Bankası'nın sahibi Uzan Ailesi'nin büyük oğlu Cem Uzan'ı görüyor.

Son Söz: Bitmeyen itibar, servettir.
Yazının Devamını Oku

Milli gelir dağılımı

15 Kasım 2003
<B>GEÇEN </B>hafta içinde, Devlet İstatistik Enstitüsü (DİE) <B>‘‘2002 Hane Halkı Bütçe Anketi Gelir Dağılımı Sonuçları’’</B>nı açıkladı. DİE tarafından derlenen bilgilere göre, 1994 yılına kıyasla, 2002 yılında milli gelir dağılımı daha ‘‘eşitlikçi’’ veya ‘‘adil’’ hale gelmiş. Rakamlarla ifade etmek gerekirse, 1994'te en yüksek gelir grubunun yıllık geliri, en düşük gelir grubunun yıllık gelirinden 11,2 kat fazla iken, bu oran 2002'de 9,5 kata inmiş. Ayrıca orta gelir gruplarının hepsinde de en üst gelir grubuna doğru bir yakınlaşma var. Milli gelir dağılımının eşitlikçi hale gelmesi, ekonomi politikalarının temel hedeflerinden biridir. Bu açıdan elde edilen bulgular sevindiricidir. İktisadi ölçümlemeler, kaba hesaplardır. Esasen iktisatta tek bir tarih itibarıyla bulunan nokta değerler fazla güvenilir değildir. Önemli olan eğilimi saptamaktır. Sadece bu son anket değil, eldeki tüm bilgiler, milli gelir dağılımında bir düzelme olduğunu göstermektedir. Geçen yıl, ‘‘VERİ-SGT’’ araştırma şirketi de yayınladığı bir raporda, ayni eğilimi bulmuş ve raporunu iktisat yorumcularına yollamıştı. Hatta DİE'ye göre, en üst gelir grubu 1994'te milli gelirden yüzde 57,2 pay almışken, onların saptamasına göre bu oran, 2002'de yüzde 45,4'de düşmüştü. En alt gelir grubunun payı ise aynı devrede yüzde 4,8'den yüzde 6,5 a çıkmıştı. Yani tüm bulgular, gelir dağılımın düzeldiğini teyit ediyor. Ekonomide ‘‘neler’’ olduğunu saptamaktan daha önemli olan, ‘‘niçin’’ olduğunu açıklayabilmektir. Zaten bilimin de amacı ‘‘sebep-sonuç’’ ilişkisini çözmektir. Artık bu düzelmenin nedenleri üzerinde kafa yormanın zamanı geldi. Çünkü, ancak sebebi bilirsek, sonucu kontrol altına alabiliriz.

* * *

Ben bugünkü yazımda, gelir dağılımı ile servet dağılımı arasındaki özel bir meseleye temas etmek istiyorum. Bunun için de bir hikaye anlatacağım. Bir köyde iki ailenin yaşadığını varsayalım. Bu ailelerden birinin yıllık geliri 3 milyar, diğerinin geliri ise 1 milyar lira. O yıl içinde 1 milyar geliri olan aile, geçim sıkıntısı çektiğini söyleyerek, 3 milyar lira geliri olan aileden 1 milyar lira borç alıyor. Bu sayede her iki ailenin ‘‘kullanılabilir’’ geliri 2'şer milyar lira oluyor. DİE'nin anketçileri bu köye gelse, yapacakları tespit budur. Bu borçlanmanın 10 yıl devam ettiğini düşünün. Yani her yıl geliri düşük aile, geliri yüksek aileden 1 milyar lira borç alarak yaşamını sürdürüyor. Bunun sonucunda geliri yüksek ailenin, geliri düşük aileden 10 milyar lira alacağı oluşuyor. (Dikkat ederseniz hiç faiz hesap etmedim.) Yani, gelir dağılımı eşitlenirken, servet dağılımı değişiyor. Yani alacaklı aile zenginleşirken, borçlu aile fakirleşiyor. Ama ikisi de 10 yıl boyunca ‘‘eşit’’ kullanılabilir gelire sahip oluyor. On birinci yıl, zengin aile artık borç vermeyeceğim, ayrıca alacağımı da yılda yarım milyar lira olarak geri almak istiyorum diyor. Fakir de, borcunu inkar etmeyerek buna razı oluyor. Bu anlaşma sonunda, o yıl zengin ailenin ‘‘kullanılabilir’’ geliri 3,5 milyar liraya çıkarken; fakir ailenin ‘‘kullanılabilir’’ geliri 0,5 milyar liraya düşüyor. Yani on yıldır aralarında ‘‘kullanılabilir’’ gelir farkı olmayan iki ailenin gelir farkı bir anda 7 misli açılıyor.

* * *

Bu hikáyeden sonra, Türkiye'nin iç borçlar meselesini tekrar düşünün. Meşhur ‘‘faiz dışı fazla’’nın, devlet tahviline sahip olan ve olmayan vatandaşlar arasında nasıl bir gelir farkı yaratacağını hesap edin.

Son Söz: Üzümü ye ama, bağını da sor.
Yazının Devamını Oku

Devletçilik sürüyor

12 Kasım 2003
<B>HATIRLAYACAĞINIZ</B> üzere bundan bir süre önce, Türk Hava Yolları'ında yönetim değiştirildi. Çünkü iktidara yeni bir parti geldi, yani patron değişti. Eh, patron değişince de, yeni patronun adamları iş başına gelir. Bunda şaşacak bir şey yok. Benim onaylamadığım husus, yeni patronun THY'nin stratejisini değiştirmesidir. THY bir süredir kára odaklanmıştı. Bu gerekçeyle, filosunu küçültmüş, örgüt yapısını yalınlaştırmış ve ekonomik çalışmayı ilke edinmişti. Nitekim bu kriterlere göre, son yıllarda gayet başarılı bir performans sergiledi. Bu stratejinin gerekçelerinden biri de THY'i ‘‘iyi fiyatla’’ satılabilir hale getirmekti. Çünkü THY, özelleştirilecek devlet şirketleri arasındaydı. Zaten özelleştirmeyle ilgili ilk adımlar atılmıştı. THY'nin hisseleri çoktandır borsada işlem görüyordu. THY bir anonim şirketti ve hakim hissesi, yerli veya yabancı özel bir kişiye satılınca özelleştirilmesi bir anda halledilecekti.

* * *

THY ile ilgili alınan kararlardan anlıyoruz ki, yeni patronun stratejisi THY'i özelleştirmek değil, DHY haline geri götürmek. Önce uçuş noktalarını arttırma ve otobüs fiyatına yolcu taşıma hedeflerini açıkladı. Bu iki hedefin cebirsel sonucu belliydi: THY büyümeliydi. Büyüme, harekettir. Hareket de berekettir. Nihayet çoktandır beklenen bomba proje geçen hafta basına açıklandı. ‘‘THY, 57 yeni uçak alıyor.’’ Bu açıklama, özelleştirmenin sonu demektir. Eğer özelleştirme hedef olsaydı, böylesi bir büyüme projesinin kararı, yeni sahibe bırakılmak gerekirdi. Bu karar, istikbale bir ipotektir.

* * *

Bir yöneticiyi mutsuz eden ve en çok yoran iş, şirketin verimliliğini arttırıcı tedbirleri hayata geçirmektir. Yöneticileri ve patronları hayatta en çok tatmin eden uğraş ise ‘‘yatırım yapmaktır’’. Özellikle de inşaat ve yabancı ülkelerden makine-teçhizat almak. Halk ağzıyla söyleyelim, alışverişe çıkmanın ‘‘dadına doyulmaz’’. Hele hele bir devlet şirketi olarak, yani netice itibariyle devleti borçlu hale getirerek 57 uçak alacağız diye piyasalara çıktınız mı, itibarınız o kadar artar ki, siz bile kendinizi tanıyamaz hale gelirsiniz. Bütün çalışma arkadaşlarınız da çok mutlu olur. Sürekli dış temaslar, tetkik gezileri, gayet görkemli ağırlanmalar inanılmaz derecede doyurucudur. Hele hele iş, fiyat pazarlığına geldi mi, mesleki tatmin doruk noktasına çıkar. Önce, yetkisi sınırlı yöneticiler, satıcı tarafları yorucu ve birbirine kırdırıcı pazarlıkları yapar. Sonra ikinci kademe devreye girer ve elemeyi yapar. Sona kalan satıcı ‘‘patron’’un karşısına çıkarılır. O da yumruğunu masaya vurarak en son indirimleri alır ve işi bağlar. Dikkat ederseniz, milyar dolarlık satınlamalar, yolsuzluk yapmanın kestirme yoludur gibi bir söz etmedim. Bu babda hiç endişem yok.

* * *

Nedense, bizim bakanlarımız ‘‘bakan’’ değil, ‘‘yapan’’ olmak ister. Bu dün de böyleydi, bugünde böyle. Serbest pazar ekonomisinde (ki, bu halkın refahını en fazla arttıran sistemdir) bir hükümetin bakanları, kendilerini telefon, demiryolu veya havayolu şirketinin idare meclisi başkanı yani patronu olarak görmez. Bakanlar, bu işlerin özel kişiler tarafından doğru dürüst bir şekilde yapılmasına bakar. Názır, yani bakan demek budur.

Son Söz: Bakan değil yapan olmak isteyenler, siyasete değil, ticarete atılmalıdır.
Yazının Devamını Oku

Yüksek faiz düşük kur

8 Kasım 2003
<B>ERCAN Kumcu</B>'nun çok isabetli bir kararla alevlendirdiği <B>‘‘düşük kur, yüksek faiz’’</B> tartışmasını sürdürüyorum. Çarşamba günkü yazımda, Türkiye'de son 15 yıldır süren, zaman zaman reel olarak yüzde 30'lara hatta daha yükseklere çıkan fahiş faizlerin, gelişmiş ülke merkez bankalarının, enflasyonda artış sinyalleri veren ekonomilerini soğutmak için uyguladığı, maksimum yüzde 8'lik yüksek faizlerden başka bir nebat olduğunu bilhassa vurgulamıştım. Yazının son paragrafında da, faizleri şirketlerin, iş adamlarının veya devletin ödediği gibi ‘‘genel kabul görmüş’’ bir yanılgıya temas etmiştim. Konuyu irdelemeye, bu noktadan devam edeceğim.

1. Ekonomik tahlillerde, a) devlet, b) şirketler ve c) hane halkı olarak üç kesimin varlığından bahsedilir. Ancak, milli gelir dağılımı analizlerinde devlet ve şirketler denilen kesimler ortadan kalkar. Çünkü, şirketlerin ve devletin yarattığı gelirler de, günün bitiminde hane halkına, yani insanlara intikal eder. Son tahlilde faiz, kişilerin eline geçen bir faktör geliridir. Diğer faktör gelirleri, ücret, kira ve kárdır. Eğer bazı insanlar, yılda yüzde 30 reel faiz geliri alıyorsa, şu sorunun cevabını bulmamız gerekir. Acaba hangi faktör gelirleri düşürülme pahasına bu fahiş faizler ödenmektedir. Şüphe yok ki, bu transferin ana kaynağı ‘‘ücretlerdir’’. Yüksek reel faiz, milli gelir ve özellikle milli servet dağılımını son derece gayri adil hale getirir. Bu başlı başına bir kötülüktür.

2. Rahmetli Turgut Özal'ın icraat yapmak için ‘‘para gelsin de nereden ve nasıl gelirse gelsin’’ şeklindeki batakçı fikirleri yüzünden sermaye hareketleri serbest bırakıldı. Dünya devletleri aynı yıllarda reel olarak yüzde 4-5 faizle borçlanırken, Türkiye bunun yüzde 10 üstünde faiz ödedi. Yüzde 10 faiz, mürekkep hesapla, 14 yılda borcun anaparasını 4'e katlar. Bugün kamu borçlarımızın toplamı 190 milyar dolar dolayındadır. Demekki yılda reel yüzde 10 eksik faizle borçlanabilseydi, yani reel olarak yüzde 5 faiz ödeseydi, kamu borçlarının toplamı şimdi sadece 45 milyar dolar olacaktı. ‘‘Artan kamu borçlarının kaynağı, bütçe açıkları değil, ödenen yüksek reel faizlerdir.’’ Bu, bir haksızlıktır.

3. Bugün ekonomik dengeler bozuktur derken, öncelikle kamu borçlarının milli gelire oranının yüksek olduğu zikrediliyor. Eğer Türkiye'nin kamu borçları, bugünkü seviyesinin dörte veya üçte biri seviyesinde olsaydı, bütçe açıkları olmayacaktı. Böylece ‘‘faiz dışı fazla’’ denen boyunduruk da bu milletin boynuna takılmamış olurdu.

4. Şimdi hep birlikte şu soruya cevap arayalım. Kamu borçlarını, hükümete yapısal tedbirler alması için zaman kazanıyoruz diyerek 14 yılda 4 katına yükselten ‘‘yüksek faiz-düşük kur’’ politikasından daha kötü sonuç veren para politikası ne olabilirdi? Yapmasaydık ‘‘hiper enflasyon’’ olurdu demek bir fehim değil, sadece vehimdir.

5. Yüksek faiz-düşük kur politikası kimsenin tercihi değildi. Bunu kabul ediyorum. Bu politikaya Merkez Bankası adeta sürüklenmiştir. Ancak, para politikası dizayn edenler, eğer izledikleri bu bátıl politikaya bu kadar inanmasalardı, ne 1993-4 de, ne de 2000-1 de döviz satarak ve/veya faiz yükselterek ‘‘döviz fiyatını savunmak’’ üstelik de sonunda en kötü devalüasyonu kabullenmek gibi çifte hataya düşmezlerdi.

Son Söz: MB'de, Türk Parasının Kıymetini Koruma Kanunu yürürlüktedir.
Yazının Devamını Oku

Düşük kur yüksek faiz

5 Kasım 2003
<B>UZUN</B> süredir ben, <B>‘‘düşük kur-yüksek faiz’’</B> politikası, ülke ekonomisini batırmıştır diye yazarken, sayfa komşum <B>Ercan Kumcu</B>, bunun sürdürülmesi gerektiğini vurgulayan makaleler yazıyordu.Ercan Bey geçen hafta, ardı ardına, bu politikayı savunan dört makale yazdı. Ancak dördüncü yazısının sonuç bölümünde ‘‘bu politikanın kalıcı olmaması gerekir’’ dedi. Böylece, yaklaşık 15 yıldır devam eden bu politika hakkında benim ileri sürdüğüm temel itirazı onaylamış oldu. Düşük kur-yüksek faiz politikası geçici bir süre, mesela bir kaç ay veya azami bir yıl uygulansaydı, ben de bu tedbiri onaylardım. Neyse, Ercan Bey fikrini etraflıca ortaya koyarak, bana da bu yaşamsal konuyu yeniden irdeleme fırsatı yarattı; sağolsun. Ben de görüşlerimi mümkün mertebe özetleyerek iki yazıya okurların bilgisine sunacağım.

* * *

Düşük kur-yüksek faiz politikası üzerine en bilimsel yazıları, ancak Türkiye ve benzeri ülke ekonomistleri yazabilir. Çünkü onlar 1/1 ölçeğinde deney yapılan bir laboratuvarda yaşamaktadır. Bu laboratuvarda bulunmayan yabancı iktisatçılar, istedikleri kadar yüksek ünvanlara sahip olsunlar, bizdekiler kadar bilimsel makale yazamazlar. Bu ülke iktisatçıları da onların Nobel ödülü aldığı ‘‘en yüksek getirili portföy oluşturma teknikleri’’ gibi konularında at koşturamaz. Gerek Ercan Bey'in gerek benim yazılarım, teliftir. Yabancı makaleden aktarma veya internetten indirme değildir.

* * *

1. Gelişmiş ülkelerde de yüksek veya düşük faiz konusu vardır. Ancak oralarda yüksek faiz denince ‘‘reel olarak’’ yüzde 7-8 kasdedilir. Düşük faiz ise yüzde 1-2'dir. Benim, ekonominin belasıdır dediğim yüksek faiz, yıllık reel yüzde 7'den yukarı olandır. Hele hele, son 15 yıldır zaman zaman oluşan yüzde 20 veya 30 gibi reel faizler, ekonomi için beladan da ötede, felakettir. Batılı iktisatçıların, yüksek faizlerle ekonomiyi soğutmak dedikleri süreç, yani enflasyonist gidişi frenleme önlemleri, uygulanan reel faizler yüzde 7-8 altında kaldığından benim ‘‘felaket’’ tanımımın kapsamı dışındadır.

2. Faiz, fizik kapitalin (fabrikaların, otellerin, tarlaların, hanların, hamamların, barajların, köprülerin v.s.) getirisinin, ödünç finans kapitale aktarılmasıdır. Fizik kapitalin yıllık getirisinin doğal bir sınırı vardır. İstisnalar hariç bu getiri, reel olarak yüzde 7-8 dolayındadır. Eğer şartlar ödünç paraya, yüzde 8'den fazla bir faiz ödenmesini gerekiyorsa, bunu ödemek için fizik kapitalin yarattığı katma değerin tamamının alacaklılara verilmesi yetmez. Mutlaka, diğer üretim faktörlerinin yarattığı katma değerlerden bir aktarmaya ihtiyaç vardır.

3. Yüzeysel olarak bakıldığında faizler, şirketler veya devlet tarafından ödeniyor gibi durur. Bu tamamen yanlıştır. Şirketler, üstlerine gelen faiz yükünü, maliyet ve/veya vade farkı olarak fiyatlarına yansıtır. Yani bunları tüketicilere ödetir. Yansıtamayan da batar. Batan şirketler, bankaları batırır. Batan bankalar, devletin sırtına biner. Devlet, böylece hem kamu borçlarını, hem de özel banka bataklarını faiziyle birlikte üstlenmiş olur. Kamu finansmanında devlet bir emme-basma tulumbadır. Parayı halktan emer, hortumcular dahil, kim bastırırsa, ak delik kara delik demeden pompalar durur. (Devamı var.)

Son Söz: Bilimin kaynağı, deney ve gözlemdir.
Yazının Devamını Oku

Şehrin kanayan yarası: Semt pazarları

1 Kasım 2003
<B>GEÇEN</B> yazıda semt pazarları meselesine giriş yapmış ve daha ziyade <B>‘‘semt pazarları ucuzluk sağlar’’</B> fikrini çürütmeye çalışmıştım. Semt pazarlarının, kent hayatı ve genel ekonomi için ne kadar muzır olduğunu anlatmaya geçmeden, bu pazarların ucuzluk sağlamadığını bir kez daha vurgulamak istiyorum. Semt pazarlarında, dükkan ve alışveriş merkezlerine göre fiyatların daha düşük olması, basit bir maliyet transferi olayından başka birşey değildir. Burada sağlanan ‘‘ucuzluk’’ başka konularda sebep olunan ‘‘pahalılık’’ yoluyla, tüketiciden geri alınmaktadır. Semt pazarları ucuzluk sağlayan bir perakendecilik sistemiyse, niçin başta İstanbul olmak üzere, bütün şehirlerimiz baştan aşağı semt pazarlarıyla dolmasına rağmen, ülkemize ucuzluk gelmemiştir? Tabii bu soruya, semt pazarları da olmasa, halkın durumu daha da kötü olurdu gibi, varsayıma dayanan bir cevap da verilebilir. Semt pazarlarının sakıncalarını şöyle sıralayabiliriz.

1. Milli gelirin yüzde 60'ı hizmet üretiminden oluşmaktadır. İktisadi bağlamda kentler, hizmet üretimi yapılan dev fabrikalardır. Semt pazarları, kentleşme mantığına aykırıdır. Kent, mekanlarının ekonomik ve estetik olarak işlevlere ayrıldığı bir yerleşke demektir. Kentlerde, araçların geçtiği yollar, yayaların yürüdüğü kaldırımlar olur. İnsanlar konutlarda oturur, dükkanlarda alışveriş eder. Yazıhane ve imalathanelerde çalışır. Bir evin içi de böyledir. Helada yemek yenmez, salonun ortasında defi hacet giderilmez. Semt pazarları, yolları ve kaldırımları tahsis edildikleri işlevi yapamaz hale getirdiği için gayri iktisadidir. Tekrar edelim: kaldırımlar yayaların yürümesi; yollar araçların geçmesi içindir. Meydanlar, eylenme, dinlenme, buluşma ve tören alanlarıdır. İnsanların hava aldıkları yerlerdir. Buralar alışveriş mekanları değildir; olmamalıdır. Şehrin yolları, bir canlının kan damarları gibidir. Kan damarları tıkanan beden hastadır. Semt pazarları şehrin ulaşım-dolaşım sistemini tıkıyarak, kenti hasta etmektedir. Her kentsel mekan, ne işe ve hangi işleve tahsis edilmişse, o işte kullanılmalıdır. Aksi kullanımlar, tahsis çarpıklığıdır. Bu çarpıklıklar, kentin verimliliğini (prodüktivitesi) düşürür. Verimlilik ise milli gelir artışının esas unsurlarından biridir.

2. Semt pazarları, dükkanlara karşı haksız rekabet yaratmaktadır. Alışveriş için kullanılan mekanların maliyeti, kamunun sırtına bindirilmekte ve elde edilen düşük işletme giderleriyle dükkanlara göre düşük fiyat uygunarak, dükkancı esnafı piyasadan kovulmaktadır. İstanbulun her caddesinde ve sokağında, binlerce kiralık satılık dükkan vardır. Milli servet boş durmaktadır.

3. Semt pazarları kayıtsız ekonominin yeşerdiği sulak arazi gibidir. Burada başlayan kayıt dışılık, toptancı ve imalatçı, hatta ithalatçı kadememesine kadar geri gitmektedir. Bu sistemde KDV'den tutun da SSK, Bağkur primleri ve Kurumlar Vergisine kadar her tür vergi kaçağı vardır. Verginin tabana doğru yayılması, ádil vergi toplanmasının olmazsa olmaz şartıdır.

4. Semt pazarları, estetik açıdan da görüntü ve çevre kirliliği yaratmaktadır. İtfaiye ve cankurtaran hizmetlerinin aksaması bir yana, bu pazarların kurulduğu yerler birer çöplük ve pislik yuvasıdır.

Son Söz : Yanlış yoldan, doğru sonuca gidilmez.
Yazının Devamını Oku