24 Aralık 2003
<B>GEÇEN</B> hafta, Tekstil İşverenleri Sendikası Başkanı <B>Halit Narin</B>'le, Devlet İstatistik Enstitüsü (DİE) Başkanı <B>Ömer Demir</B> arasında, milli gelirin <B>‘‘gerçekte’’</B> kaç para olduğu konusunda tatlı bir tartışma geçmiş.Halit Bey'in dokuma işleri 1980'lerin sonlarında bozulmuştu. Yılmadı, yıkılmadı, kızlarıyla birlikte ayakta kalma savaşı verdi. Herhalde şu aralık dertleri azalmıştır. Şahsen de tanıdığımız Halit Bey, kendine çok güvenen, vurucu çıkışlar yapmayı seven Kayserili bir iş adamıdır. Narin'e göre, Türkiye'nin kişi başına geliri, 10 bin dolar dolayındadır. DİE (Devlet İstatistik Enstitüsü) tarafından hesaplanan yaklaşık 3 bin dolar rakkamı yanlıştır. Halit Bey bunu bir iş adamı olarak ‘‘gözlemlerine’’ dayanarak söylemektedir. Buna karşı DİE Başkanı Doç. Dr. Ömer Demir, ‘‘Biz, ölçüyoruz böyle çıkıyor; siz başka türlü ölçüyorsanız, anlatın’’ demiştir.
* * *
Milli gelir ölçümleri veya ekonomik herhangi bir ölçüm, eşyanın tabiyatı icabı ‘‘takribi’’ yani yaklaşıktır. Milli gelir de böyle bir ölçümdür. Mesela, son yıllarda çok sık kullanılan ‘‘Toplam Kamu Borcunun, Milli Gelire Oranı’’ veya ‘‘Faiz Dışı Fazlanın Milli Gelire Oranı’’ gibi yüzdeler de yaklaşık değerlerdir. Hele hele bunlar, dolara tercüme edilirse, takribiyet daha da artar. Bundan daha da önemlisi iktisatta belli bir tarihe ait ‘‘nokta değer’’ bulunamaz. Mesela ‘‘dün’’ borç bölü milli gelir yüzde kaçtı, ‘‘bugün’’ yüzde kaç oldu gibi bir sorunun cevabı yoktur. Bu kadar kısa aralıklarla ölçü alınamaz. Doğrusu, değişimleri zaman ekseni üzerine oturtup yorumlamaktır. En az beş yıllık sayılar bir arada yorumlanmalıdır.
* * *
Milli gelir, ‘‘ciroların değil, katma değerlerin’’ toplamıdır. Katma değer yaratma ise, özünde ‘‘maddenin ve bilginin, şeklini ve yerini değiştirme’’dir. Bu değişim, mutlaka bir enerji sarfiyatı gerektirir. Bir ülkenin milli geliri ile o ülkenin tükettiği enerji arasında doğru (doğrusal değil) bir ilişki vardır. Kısaca, kişi başına yüksek milli geliri olan zengin ülkeler, düşük milli gelirlilerden daha fazla enerji tüketir. Şimdi size bazı sayılar vereceğim. 2002 yılında, Türkiye'nin kişi başına milli geliri, kambiyo kuruna göre 2 bin 500, PPP (Satınalma Gücü Paritesi) ne göre 6 bin 120 dolardır. Uluslararası refah karşılaştırması bakımından doğru olan 6 bin 120 dolar rakamıdır. Komşumuz Yunanistan'ın kambiyo kuruna göre kişi başına milli geliri 11 bin 660 ve PPP'ye göre ise 18 bin 240 dolardır. 1997 İstatistiklerine göre Türkiye'de kişi başına enerji tüketimi yılda 1,140 kg. (petrol eşdeğeri) iken bu sayı Yunanistan'da 2 bin 435 kg.dır. İtalya'nın kişi başına milli geliri (PPP) 25 bin 320 dolar, enerji tüketimi 2 bin 840 kg., İngiltere'nin kişi başına milli 25 bin 870 dolar, enerji tüketimi 3 bin 863 kg., Amerika'nın milli geliri 35 bin dolar, enerji tüketimi yılda 8 bin kg., Almanya'nın kişi başına geliri 26 bin 220 dolar, enerji tüketimi 4 bin 231 kg., Bulgaristan 6 bin 840 dolar, enerji tüketimi 2 bin 480 kg.'dır. Sayılardan anlaşılacağı üzere, her ülkenin kişi başına tükettiği enerji miktarı ile kişi başına milli geliri arasında farklı bir katsayı var. Bu farklar, ekonominin yapısal özellikleri, verimlilik ve yaşam tarzından doğmaktadır. Ama ne olursa olsun, milli gelir arttıkça, enerji tüketimi de artmaktadır. Bu durumda, Türkiye'nin kişi başına 1,200 kg. enerji tüketimiyle, kişi başına 10 bin dolar milli gelir yaratamayacağı açıktır.
Son Söz: Ölçüm takribi olur; takdiri olmaz.
Yazının Devamını Oku 20 Aralık 2003
<B>OSMANLI</B> İmparatorluğu (yani Türkiye), I. Dünya Harbini kaybettikten sonra bir <B>‘‘Mütareke’’</B> (silah bırakışması) dönemi yaşamıştır. Yaklaşık üç yıl süren bu devrede, İstanbul'da yayınlanan gazetelerin köşe yazarlarının ezici çoğunluğu, karşı karşıya kalınılan, başta iktisadi olmak üzere bütün meselelerin ‘‘çözüm’’ünü Türkiye'nin yabancı bir ülkenin yönetimine (mandasına) girmesinde görmüştür. Bunlar, o devrin en önde gelen okumuşlarıdır. Bu kişiler asla vatana ihanet etmek için bir söyleme veya eyleme kalkışmış da değildir. Aksine, hepsi vatansever insanlardır. Tek isdedikleri, ülkenin içine düştüğü çıkmazlardan kurtulmasıdır. Buldukları çözüme o kadar inanmışlardır ki; Atatürk'e mektuplar yazıp, onu da eldeki ‘‘tek’’ çözümün bu olduğuna ikna etmeye çalışmışlardır.
* * *
Bu çözümün adı ‘‘Beni benden kurtar’’dır. Ana fikri de şudur: Biz, kendi kendimizi yöneterek gelişmiş bir ülke haline gelemeyiz. Bizi ancak, bizden medeni bir millet yönetirse adam olabiliriz. Çünkü medeni ülkeler, hem akıllı, hem de zengindir. Onlar bize, hem kamu düzeni getirir, hem de para verir. Böylece bütün meselelerimiz çözüme kavuşur. Buna karşılık biz de, onların sözünü dinler, hır çıkarmaz ve dünyanın başına bela olmayız. Dolayısıyla bu çözüm, hem onların, hem de bizim lehimizedir.
Kıbrıs meselesinde rağbet bulan ‘‘çözüm’’ün anafikri de budur. Çarşamba günkü yazımda, (önemli iki satır atlanmış olarak yayınlandı, ama ne dediğim herhalde anlaşıldı) bu hususu özellikle vurguladım. Türkiye Avrupa Birliği'ne girmek için yanıp tutuşmaktadır. Aynı ateş, Kıbrıslı Türklerin yüreğine de fazlasıyla düşmüş durumda. Tabii, Batılılar için de Kıbrıs'ta Yunan tezini dayatmak için bundan daha iyi fırsat olamaz.
* * *
Son günlerde büyük gazetelerin ve TV kanallarının yazar ve yorumcularını okuyup dinledikçe, ‘‘mütareke basını’’nı daha iyi anlamaya hatta haklı görmeye başladım. Demek ki, sosyal hayatta da bir determinizm var. Yani, belli sebepler, belli şartlar altında, belli sonuçları doğuruyor. Maalesef, Türkiye son 20-30 yıldır süregiden ‘‘İktisadi Cihan Harbi’’nin galipleri arasında yer almıyor. Bu yenilginin sorumlusu ‘‘okumuşlar’’, bu yüzden derin bir suçluluk kompleksine girmiş durumda. Okumuşlarımız, bu kompleksten kurtulmak için bir çıkış yolu, özellikle iktisadi kalkınma davamıza bir ‘‘çözüm’’ arıyor. Bunu da Avrupa Birliği'ne girmekte görüyor. AB'ye giriş paketinin bir parçası da Kıbrıs'ta Annan Planı'nın uygulanması. Böylece hem Kıbrıslılar hem de anavatan Türkleri fakirlikten kurtulacak, ülkeye dirlik ve düzen gelecek. Bundan iyi ne olabilir?
* * *
‘‘Beni, benden kurtar; ben de senin başına bela olmayım’’ Türkiye içinde de genel kabul görmüş bir ‘‘çözüm’’ formülüdür. Türkiye'nin çeşitli il ve ilçelerinde röportaj yapan popülist gazetecilerin devamlı işledikleri tez ‘‘o yöreyi, o yöre halkının kurtaramayacağı, dolayısıyla Ankara'nın onlara sahip çıkması’’nın şart olduğudur. Tabii iş, Türkiye geneline gelince de Türkiye'yi ancak AB'nin kurtarabileceği tezi ortaya çıkmaktadır. Emekli bir büyükelçi ‘‘Türkiye her yıl 700 bin insanına iş bulmak mecburiyetindedir; Kıbrıs'da çözüme (yani Annan Planına) karşı çıkanlar, bunu hesaba katmalıdır’’ diyor. Sıkıysa, Annan Planı'na karşı çık şimdi !
Son Söz: Batılı ol, Batıcı olma.
Yazının Devamını Oku 17 Aralık 2003
<B>KIBRIS</B>'ta yapılan genel seçimler, Türkiye'nin Kıbrıs davasını kaybettiğini yadsınamaz bir çıplaklıkla ortaya koymuştur. Hepimize ve özellikle Kıbrıslı soydaşlarımıza hayırlı olsun. Pek tabii, her dava kazanılmaz. Hatta bazan, bir davayı kaybetmek, o davaya gönül vermiş kişilerin göremediği iyi sonuçlar da doğurabilir. Belki de 50 yıldır mücadelesini verdiğimiz Kıbrıs davasının kaybı, böylesi bir mağlubiyettir. Ama bir gerçeği görmezlik edemeyiz: Türkiye, Kıbrıs'taki iddiasını zaten bir süredir kaybetmişti. Bu oluşumu, Kıbrıs'taki soşdaşlarımız pazar günü kullandıkları oylarla perçinlemiştir. Zaten Loizidu hanıma tazminatı ödediğimiz gün, bu iş bitmişti. Kesin yenilgi için altın duruş gerekiyordu. O da yapıldı.
* * *
Önce kısaca ‘‘Kıbrıs Meselesi’’ ne idi onu hatırlayalım. Birinci Dünya Harbi'nde yenilen Türkiye'nin (Osmanlı İmparatorluğu) sınırları, galip devletlerin bastırmasıyla ‘‘millet’’ (etnisite) esasına göre çizildi. Kurtuluş Savaşı sonunda bu sınırlar revizyona tabi tutuldu. Nüfus mubadelesiyle (değiş-tokuşuyla), İstanbul'daki Rum'lar ve Batı Trakya'daki Türkler hariç, yeni sınırlar içinde bir nevi ‘‘anlaşmalı etnik temizlik’’ yapıldı. Geriye az sayıda ihtilaflı bölge kaldı. Bunlar, Hatay, 12 Adalar ve Kıbrıs'tı. İngiltere'nin yönetiminde bulunan Kıbrıs adasında yaşayan halkın azınlığı Türk, çoğunluğu Yunanlıydı. Yunanistan, kendi ulusal hedeflerine göre haklı olarak sınırlarını genişletmek istiyordu. 2. Dünya Harbi'nden sonra, İngiltere kabuğuna çekilme kararı aldı. Bunun üzerine Yunanlılar, Kıbrıs'taki Yunanlılar'la, anavatan çatısı altında birleşmek, kendi deyimleriyle ‘‘Enosis’’i gerçekleştirmek üzere adada bir ayaklanma başlattı. Böylece 1950'lili yıllarda, Türkiye ile Yunanistan arasında, aslında 1923'te çözümlenmiş olması gereken, bir ‘‘sınır ihtilafı’’ meselesi çıktı. Türkiye, önce enosise karşı ‘‘Kıbrıs Türk'tür, Türk kalacaktır’’ dediyse de, bu tezin savunulamayacak kadar ihtiraslı olduğunu idrak edince, vizyonunu ‘‘taksim’’e çevirdi. Durumun açmaza girdiğini gören (veya bizzat kendi elleriyle bu açmazı yaratan Batılılar) sözde anlaşmazlığı çözmek için, Kıbrıs'ta üstte güreşen Yunanlılar, milleti olmayan bu matrak cumhuriyeti bir an önce yıkıp, ‘‘enosis’’i gerçekleştirmek için canla başla çalışmayı bir gün bile aksatmadılar. Biz de ‘‘taksim’’i hayata geçirmek için elimizden geleni yaptık. O günden itibaren taraflar, yani Yunanistan ve Türkiye, her olayı kendi tezini karşı tarafa kabul ettirmek için kullandı. 1974'de Yunanistan'daki albaylar cuntası çok ciddi bir hata yapıp, işlerine çok yarayan yapay ‘‘Kıbrıs Cumhuriyeti’’ni yıkmaya kalktı. Biz de bu darbeyi vesile edip, adanın taksimini askeri bir harekatla fiilen gerçekleştirdik.
* * *
Yunanlılar, pek tabii tezlerinden vazgeçmediler. Derken onların rövanş şansı ortaya çıktı. Türkiye, Yunanistan'la birlikte Avrupa Birliği'ne girme şansını kullanmadı. Kullanmadı ama, sonradan çok pişman oldu. Gün geldi, ‘‘n'olur beni AB'ye alın, ne isterseniz yaparım’’ demeye başladı. Bundan bir süre önce AB genişleme kararı aldı. Aportta bekleyen Yunanistan, ‘‘Kıbrıs'ı AB'ye almazsanız ben de tüm yeni katılmaları veto ederim’’ diye AB'ye şantajı dayadı. AB de bunu yedi. Şimdi Kıbrıs AB'ye girecek, ama karnında ur var. AB, kapısında bekleyen Türkiye'ye ‘‘Kıbrıs'taki uru çıkar, seni öyle alırım’’ diyor; biz de emrin olur diyoruz. Hepsi bu kadar.
SON SÖZ: Kıbrıs davası, Kıbrıslılar'ın davası değildir.
Yazının Devamını Oku 13 Aralık 2003
<b>DIŞİŞLERİ </B>Bakanı <B>Gül'</B>ün açıklamasına göre, yolsuzluklarla mücade alanında, <B>‘‘ilk küresel uluslararası hukuk belgesi’’ </B>niteliğindeki <B>‘‘BM Yolsuzlukla Mücade Sözleşmesi’’ </B>10 Aralık'ta Meksika'nın Merida kentinde imzaya açılmış. Türkiye bu anlaşmayı derhal imzalayarak, bu konuda öncülük etmiş. Hayırlı olsun. Bu sözleşme, yolsuzlukların önlenmesi için bir dizi önleyici tedbirler alınmasını öngörüyor. Bunların en önemlisi ‘‘uluslararası işbirliği mekanizması’’nın kurulmasıdır. Bilindiği gibi, herhangi bir ülkede ve özellikle Türkiye gibi az gelişmiş ülkelerde cereyan eden büyük çaplı yolsuzluklardan elde edilen servetler, mutlaka yurtdışına çıkartılır. Eğer, kaynağı belli olmayan paralar bazı ülkelere rahatlıkla girebiliyor ve orada gizlenebiliyorsa, yolsuzluklarla mücadele çok zordur. Üstelik en büyük yolsuzluklar, kamunun dış alımlarında ve ihalelerinde yapılır. Bu durumda alınan rüşvetlerin, olayın cereyan ettiği ülkeye (mesela Türkiye'ye) hiç uğramadan İsviçre'de gizli hesaba gitmesi, genel kabul görmüş bir uygulamadır. Bu sebeple, yolsuzlukla mücadelede uluslararası işbirliği çok önemlidir. İnşallah, bu hafta imzalanan uluslararası sözleşmenin gerekleri yerine getirilir de ‘‘kara delik’’ler tıkanmış olur. Özellikle, kaynağı belirsiz servetlere ‘‘emin liman’’ vazifesi gören Güney Kıbrıs ve Avrupa ülkeleri bu sözleşmeye uygun mevzuat değişiklikleri yaparsa, geçmişte kaçırılmış paralara dahi el koymak imkan dahiline girer. Bu, işin uluslararası yönüdür.
Gelelim ulusal önlemlere. Şunu zihinlere yazalım ki; kayıtdışılıkla mücadele ile yolsuzluklarla mücadele birbirinden ayrılamaz. Bir ülkede ne kadar kayıtdışılık varsa, o kadar çok yolsuzluk olur. Kayıtdışılık, yolsuzluğun kolayca serpilip boy attığı verimli bir tarladır. Tohum atmasanız bile, o ortamda yolsuzluk otları kendiliğinden biter. Devlet adına yönetim ve denetim yapanlar, denetledikleri kişilerin kayıt içi kazançlarına ortak olamaz. Ünlü müteahhit Selim Edes'in, Emlak Bankası Genel Müdürü Engin Civan'a söylediği ve Türk edebiyatına geçen ‘‘Rüşvetin belgesi mi olur lan!’’ özdeyişi, yolsuzluk meselesinin kavranacak omurgasını gözümüze sokmuştur. Kısaca, kazançlar kayıt altındaysa, rüşvet vermek veya almak adeta imkánsızdır.
* * *
Yolsuzlukla mücadelenin, milletvekili dokunulmazlığının kaldırılmasıyla pek bir ilgisi yoktur. Esas mesele, halk arasında ‘‘Nereden buldun’’ diye bilinen, herkesin artan servetinin kaynağını açıklama mecburiyetinin getirilmesidir. Geçmişte Maliye Bakanı Zekeriya Temizel tarafından gündeme getirilen, ancak yapılan hoyratlıklar yüzünden uygulanma şansına kavuşamayan bu projenin hayata geçirilmesi şarttır. Nereden buldun sistemi oturtulmadan, yolsuzluklarla mücadele edilemez. Rüşvet gizli alınır ama asla gizli yenemez. Rüşvet yiyen kişinin servetini gizlemesi, bikini giyen hamile kadının şiş karnını gizlemesinden zordur. Rüşveti yiyen veya kayıtdışı zenginleşen veya kara para kazanan kişi, bu paraları mutlaka, ya tüketime ya da yatırıma dönüştürerek harcar. Kendisi sabretse; karısı, kızı, oğlu, yeğeni sabredemeyecektir. Bu paralar mutlaka, at, kat, yat, yalı, hisse senedi, tahvil, yeni fabrika, TIR, gemi, Mercedes, bol dış seyahat, yurt dışında tahsil, tedavi, dinlenme, ev bark alma, lüks mobilya, pahalı giyim, mücevharat, tablo, tombak şekilde kendini gösterecektir. Aman yanlış anlaşılmasın. Bu yukarıda yazdığım harcamaları, meşru kazançlarıyla yapanlara hiç sözüm yok. İktisat, kazanan ve kazandığını harcayan adamı sever. Bunun Turgut Özal'ın ‘‘Ben zengini severim’’ ifadesiyle bir ilgisi yok.
Yolsuzlukla mücadelede, en az faydası olan, hatta zararı faydasından çok olan yöntem, kamu yöneticilerinin ‘‘takdir hakkını kullanma’’ yetkilerini kısıtlamak ve onları denetim işkencesine maruz bırakmaktır. Hiç kimsenin şüphesi olmasın, gerçek rüşvetçiler, hiç ‘‘usul hatası’’ yapmaz. Zaten ülkede yeteri sayıda ‘‘çalınacak minarelere kılıf dikme üstadı’’ vardır. Bunların hizmetinde sınır yoktur.
Son Söz: Yolsuzluğa engel olmak isteyen, ardından koşmaz, önünü keser.
Yazının Devamını Oku 10 Aralık 2003
<B>TÜRKİYE</B> İş Bankası, TBMM'nin paralarının İş Bankası'nda mevduat olarak tutulmasına bir şükran ifadesi olarak her milletvekiline bir tane dizüstü bilgisayar hediye etmiş. Bazı milletvekilleri bu hediyeyi almak istememiş, bir kısmı da alıp bunları okullara hibe etmiş. Buna benzer uygulamaların başka kuruluşlarda da yapılageldiğini biliyoruz. Nitekim Vahap Munyar da Pazartesi günkü yazısında, bazı devlet üniversitelerin mevduatını belli bir bankada tutması karşılığında, o bankaca, rektörlük makamına hediye edilen veya kullanıma tahsis edilen lüks arabalardan bahsetti. Olaya ne kadar hoşgörüyle bakarsak bakalım, ortada bir yamukluk olduğu açık.
* * *
Önce bu hediye işinin matematiğini irdeleyelim. TBMM, bir devlet dairesidir. Bütün giderleri devlet bütçesinden karşılanır. Paranın nereye harcanacağı da, TBMM'nin bütçesinde yer almıştır. TBMM'ye gelen paralar, geldiği gün harcanmayacağına göre, bir mikar paranın bir süre bankada durması kaçınılmazdır. Paralar hangi bankada (veya bankalarda) duruyorsa, o bankaların da bu paralara faiz ödemesi gerekir. Çünkü o bankalar, bu paraları Hazine Bonosu'na yatırıp faiz geliri elde ederler. TBMM'nin bankada duran mevduatına verilen faiz, devletin ek geliridir. Çünkü faiz, onun verdiği paradan doğmuştur. Bir banka için, mevduat sahibine ‘‘hediye’’ vermek bir ek giderdir. Nitekim bu hediyelerin bedeli ‘‘masraf’’ kabul edilir ve vergi matrahından düşülür. Hediye, ister otomobil, ister dizüstü bilgisayar olsun, para olarak değil de ‘‘ayin’’ (mal) olarak ödenen faizden başka bir şey değildir. Nasıl bankada duran mevduatın faizi mevduat sahibine aitse, hediye edilen mallar (bilgisayarlar) da mevduat sahibinin yani devletin malıdır. Bu bilgisayarları, şahıs malı haline dönüştürmek, devletin malını iç etmektir.
* * *
Şimdi denilecek ki; láfı amma uzattın. Ne olmuş yáni? Milletvekillerinin dizüstü bilgisayarı olması kötü bir şey mi? Artık bilgi çağına girdik, vekillerimiz de bilgi çağında portatif bilgisayar sahibi olmalı. Zaten Atatürk de ulusa ‘‘muassır medeniyet seviyesine’’ ulaşmayı hedef olarak göstermedi mi? İş Bankası da Atatürk'ün kurduğu bir banka olarak, onun vasiyetini yerine getiyor. Hepsi bu. Öküz altında buzağı aramayı bırak!
* * *
Her geçen gün, yaptığımız yanlışlara gitgide daha çok alışıyoruz. Yanlış da doğru da anlamını kaybetti. Vakıf, bir özel hukuk kurumuyken, kamu kuruluşları vakıf kurmaya başladı. Ortaya yüzlerce devlet vakfı çıktı. Vakıf gerçek kişilerin varlıklarını, halka vakfetmesi, kısaca 'vermek' iken, tam tersi bir kavrama, halktan ‘‘almak’’ haline dönüştü. Bunlara da alıştık. Hatta devlet vakıfları tasfiye edilirse, devlet hizmeti aksar demeye başladık. Serbest Bölge'leri, ihracatı arttırsın diye kurup, vergi imtiyazları ile donattık; serbest bölgeler üzerinden ithalat patladı. Ona da alıştık. Serbest Bölgelerden ithalat yapılmazsa, işler durur demeye başladık. Yurt dışından gelenlere, havaalanlarında KDV'siz mal satışını da alıştık. Olmazsa havaalanları batar demeye başladık. Her yanlışlık, kendini ekonomik sisteme öyle entegre etti ki, adeta vazgeçilmez hale geldi. Şimdi yanlışlıkları söker alırsak, sistem çöker diye korkuyoruz. Halbuki sistem yanlışlardan çöküyor.
Son Söz: İyi amaç, kötü yöntemi haklı kılmaz.
Yazının Devamını Oku 6 Aralık 2003
<B>BİNLERCE</B> yıl önce insanlar, doğada tek tek aileler veya kabileler halinde yaşamaya göre, toplum halinde yaşamanın, daha müreffeh bir hayat sağladığını idrak ettiler. O gün bu gündündür, insanlar toplum halinde yaşamaktadır. Bu yaşam tarzıyla birlikte, ortaya hiç bitmeyen ‘‘birey-toplum'' çekişmesi çıkmıştır. Çünkü bireyin ‘‘en az enerji sarfederek’’ menfaatini azamiye çıkarması için, hem toplum içinde yaşaması, hem de toplumun koyduğu kurallara uymaması gerekir. Her kural ihlalinde kişisel bir kár, toplumsal bir zarar vardır. Ancak, toplumsal zarar, kişisel kárdan büyüktür. Bu yüzden, bireylerin kural dışı davranışları, günün sonunda toplumsal refahı azaltır. İktisat diliyle, kişinin bireysel geliri artarken, içinde yaşadığı toplumun ‘‘milli geliri’’ düşer. Halbuki kişi, birey olduğu kadar toplumun da üyesidir. Yani yaratılan milli gelirden otomatikman pay alır. Son tahlilde, kişilerin kuraları çiğneyerek şahsi çıkarlarını çoğatmaya çalışmaları,( milli gelir azalacağından) binilen dalı kesmeye benzer. Bu nedenle bireyin, çıkarımı kolluyorum diye kural çiğnemesine, ‘‘kendi kendine kötülük etmesine engel olmak amacıyla’’ izin vermemek gerekir.
* * *
Toplumsal yaşamı bilimsel olarak inceleyen bu düzenin kitabını yazan ilk uluslardan biri Yunanlılardır. Polis kelimesi, Yunanca'da ‘‘devlet’’ demektir. Polislik, kişinin, başka bireylere ve genelde topluma, yani dolaylı olarak kendine zarar vermesine engel olmaktır. Toplumların en büyük eserleri kurdukları ve işlettikleri devletlerdir. Devlet ise, her şeyden önce polisliktir. Polis iyiyse, devlet de iyi; kötüyse, devlet de kötüdür.
* * *
Trafik, yani yolcu ve yük taşıyan araçların ve yayaların kamuya ait kara yollarında bir yerden bir yere gitmelerinin düzenlenmesi, toplumsal bir meseledir. Tam bir devlet, yani polislik işidir. Trafik polisliğinin tek bir misyonu vardır. ‘‘Sürücülerin ve yayaların kurallara uymasını sağlamak.’’ Özellikle İstanbul gibi sıkışık metropollerde sürücülerin en sık işledikleri suç ‘‘park yasağını ihlál’’dir. Tekrar, tekrar yazıyorum. Şehir içi ulaşımda kıt kaynak ‘‘araç değil, yoldur.’’ Şehir içinde yol arzını arttırmanın en iktisadi yöntemi, yol kullanım verimliliğini arttırmaktır. Bu da ancak, park yasağıyla mümkündür. Londra, New York, Paris, Frankfurt, Tokyo nereye giderseniz gidin, en acımasızca uygulanan kural ‘‘park yasağı’’dır. Park edilmez, hatta durulmaz yerlere araç park etmek, topluma karşı işlenmiş bir suçtur. Halk düşmanlığıdır. Milli gelirin yüzde 60'ı hizmet sektöründe yaratılmaktadır. Başta İstanbul olmak üzere, büyük şehirlerin hepsi birer ‘‘devasa hizmet üretim fabrikalarıdır’’. Şehirlerin yollarını tıkamak, insanın damarlarını tıkamak gibidir; önemli bir verimsizlik, yani fakirlik sebebidir. Hal böyle iken, İstanbul'da park yasağı pratik olarak kalkmıştır. Zaten ne polisler, ne de halk, hiç bir zaman trafik polisliğinin önemini ve anlamını anlamadı. Polislerin, toplum adına, bireyi denetlediğine kimse inanmadı. Polisler de denetimleri, kendi adlarına yaptıklarını sandılar. Bendeki izlenim, İstanbul'un trafik polislerinin, bencil, şımarık ve küstah sürücüler karşısında pes ettiğidir. Şimdi, herkes aracını dilediği yere, burası isterse otobüs durağı, isterse ikinci sıra olsun bırakıp gitmektedir. Yapılan tek iş dört yönlü flaşörleri yakmaktır. Vatandaş daha ne yapsın? Park yeri vardı da bırakmadı mı? Değil mi canım!
Son Söz: Toplumsal sorunların kaynağı, bireysel çözümlerdir.
Yazının Devamını Oku 3 Aralık 2003
<B>HENÜZ</B> belleklerimizden silinmedi. Enflasyon diye bir canavar vardı. Her ay başı gazetelerin ekonomi sayfalarında onun resmini görürdük. Daha çok timsaha benzeyen, ağzından alevler çıkan, sırtında boylamasına dizilmiş üçken çıkıntılar olan kötü bir yaratıktı bu. Bu canavarı yenmek için neler yapmadık. Hatta Türk Lirası'nı kayık yapıp, dolar denilen bir çıpaya bile bağladık. Bu bağlama devresinde, bir süre enflasyon canavarının boynu büküldü. Sonra bir fırtına çıktı, TL isimli teknemiz demir taradı. Canavar tekrar şahlandı. Ne olduysa oldu, iki yıl kadar önce yüzde yüzlere dayanmış bulunan enflasyon canavarı küçülmeye başladı. Şu sıralarda boyu yüzde onlara doğru geriliyor. Yaşasın! canavar bu kez gerçekten ölüyor. Şimdi beni bir merak sardı. Acaba bu canavarı kim vurdu? Nasıl vurdu, neresinden vurdu? En önemlisi, bu canavarın, yaralarının iyileşip tekrar azgınlaşması ihtimali mevcut mu?
* * *
Ortada muhtelif rivayetler var. Canavarı vuran kahramanın adı Kemal Derviş'tir deniyor. Derviş, öyle bir istikrar programı hazırlamış ve bunu öyle sağlam kazıklara (yeteri kadar büyük ve uzun vadeli dış yardım, IMF gözetimi, dalgalı/yüzer kur, bağımsız Merkez Bankası gibi) bağlamış ki; canavar tedricen kurumaya başlamış. Bir başka rivayet, canavarı vuranın AK Parti iktidarı olduğu. Karizmatik lideri Erdoğan'dan aldıkları güçle, Babacan-Unakıtan ikilisi bu canavarı kıskıvrak yakalamış ve ümüğünü sıkarak pes ettirmiş. Üçüncü rivayet, Merkez Bankası Başkanı Serdengeçti'nin, meslek hayatının ustalık döneminde inanılmaz parasal manevralar yaparak canavarı köşeye sıkıştırdığı şeklinde. Ben pek inanmıyorum ama, dördüncü rivayet de bizim Eko-Diyalog tayfasından Asaf'la Deniz'in, 2001'deki başarısız öngörülerinin intikamını almak için, sürekli ‘‘iyimserlik propagandası’’ yaparak enflasyon canavarını ‘‘içten’’ çökerttikleri. Belki de bütün ihtimallerin alınan sonuçta payı var.
* * *
Şöyle durup düşünüyorum. Bu enflasyon düşüşünde, yukarıdaki ihtimallere ilaveten, bizim katkımız olmayan en önemli etken ne diye? Şüphe yok ki; bu ‘‘Amerikan Doları'nın dramatik düşüşü’’dür. Yılda 500 milyar dolar cari işlem açığı veren bir ülkenin parasının, bu ülke isterse dünyanın en büyük ekonomisine sahip Amerika olsun, cari işlem açığı vermeyen ülkelerin paralarına karşı değer kaybetmemesi mümkün değildi. Dolar önce inanılmaz bir şekilde Euro karşısında yüzde 30'dan fazla değerlendi. Sonra da yüzde 40'tan fazla değer kaybetti. Doların değer kazanması sırasında, Türkiye finansal krize girdi; doların değer kaybı esnasında krizden çıktı. Aynı zamanda bu devreler, dolar faizlerinin yükseldiği ve düştüğü devrelerdir. Bunlar tesadüf değildir. Türkiye'de ‘‘döviz’’ kelimesi ile ‘‘dolar’’ kelimesi birbiri yerine kullanılır. Üstelik ‘‘dolar’’ Türkiye'nin de iktisadi istatistiklerde ve tahlillerde kullandığı para birimidir. Doların çıkması, TL'nin değerinin düşmesidir. Yani fiyatlar genel düzeyinin yükselmesidir; enflasyondur. Doların düşmesi, TL'nin çıkmasıdır. Yani dez-enflasyondur. Diğer bir değişle, fiyatlar genel düzeyindeki yükselişin yavaşlamasıdır. Bunun da adı 'enflasyon canavarının ehlileşmesidir.'
Son Söz: Dolarla düşen, dolarla kalkar.
Yazının Devamını Oku 29 Kasım 2003
<B>İNSANLIK</B> tarihinin gördüğü en büyük banka sahtekarlığı, herhalde İmar Bankası olayıdır. Yaklaşık 6 milyar dolarlık bir mevduat buharlaşması, inanılmaz büyüklükte bir soygundur. Başta İmar Bankası mağdurlarını (?) kurtarma ve devletin denetim kusurlarını tazmin olmak üzere, bilinen gerekçelerle bu soygunun ceremesini, o bankalara para yatırmayanlar çekecektir. Çünkü, millet hakimiyetini temsil eden TBMM böyle karar alacaktır (veya almıştır). Üzerinde durmamız gereken husus şudur: Niçin böylesi bir bankacılık rezaleti bu topraklarda ve tarihin bu devresinde meydana gelmiştir? Bu soygunlar, sadece hortumcuların kötü niyetli olmasıyla açıklanamaz. Bu faciayı hazırlayan makro ekonomik şartlar vardır. Daha da önemlisi ülkemizde 'genel kabul görmüş bir yanlış' bu felaketin oluşumuna katkıda bulunmuştur. Bunu anlatmak istiyorum.
* * *
Esas konuya girmeden hatırlatayım. Şimdilik her şey sanal bir alemde cereyan ediyor. Milletin henüz dayağı yemedi. Hazine'nin önümüzdeki aylarda yeni iç borç senetleri çıkartarak, buharlaşan mevduatı ödemesiyle, halkın bu paraları önümüzdeki yıllarda faiziyle birlikte ödeyeceği anlamına gelir. Yürürlükteki istikrar programının en önemli şartı, kamu borçlarının, milli gelire oranının düşürülmesidir. Bunun için bütçede 'faiz dışı fazla' verilmektedir. Bu 'fazla' şimdi de Uzanlar yüzünden artacaktır. Bundan böyle toplanacak vergilerin bir kısmı daha, halka okul, hastane ve yol olarak geri dönmeyecektir. Zihninize yazın: Banka açıklarının hazineden karşılanması, SSK açıklarının bütçeden karşılanmasına benzemez. Bu, zenginden fakire doğru değil, tam tersine, fakirden zengine doğru 'milli gelirin devlet eliyle tekrar dağıtımı' sürecidir.
* * *
Hakkında işlem yapılmadığına göre, İmar Bankası olayında 'sorumluluğu' bulunmayan Cem Uzan'ın hangi 'yetki' ile Adalet Bakanı'yla pazarlık ettiğini anlamış değilim. Ekber evlat Cem Uzan, 1-2 katrilyon peşin nakit ödeyerek ve el konulmuş barajları teminat göstererek, 6 milyar dolarlık borcu, ailesinin uygun şartlarla geri ödemesini önermiş. Neden olmasın? Bundan önceki vakalarda da benzeri sözde 'geri ödeme' şarlatanlıkları medya tarafından çözüm diye anlatılmadı mı? Şimdi sıra dikkatinizi çekmek istediğim 'genel kabul görmüş yanlış'a geldi. İmar'a yatan paraları iç eden Uzanlar veya bankalarındaki mevduatı 'kendi parası sanan' öteki işadamları, bu paraları ülke hayrına kullandıklarını iddia etmekteler. Deve ettikleri kredileri veya düpedüz hortumladıkları paraları 'geri öde' denince, kurdukları fabrika veya iş yerlerinde şu kadar kişi çalıştırdıklarını, şu kadar elektrik, kumaş veya fayans ürettiklerini veya şu kadar ihracat yaptıklarını söylemekteler. İşin ilginç yanı, halkımız da bu savunmayı haklı bulmaktadır. O kadar ki; acaba devlet, bu hortumculara haksızlık mı ediliyor diye düşünmektedir. Yine aynı halk, bankadan uçmuş gitmiş mevduatının, faiziyle birlikte, son kuruşuna kadar kendisine ödenmesini de istemektedir. Bu tam bir çelişkidir. Geri dönmeyen kredi, onun mevduatıdır. Eğer borçlarını ödemeyenler için 'bu kişiler, taş üzerine taş koymuştur, başımızın üstünde yerleri vardır' deniyorsa, batan bankalarda mevduatı olanlara, nakit para yerine, patronun şirketlerinin hisse senetleri verilmeldir. Böylece, millet de dayaktan kurtulur.
Son Söz: Hesapsız yatırım, yarar değil, zarar üretir.
Yazının Devamını Oku