Ege Cansen

Kamu yönetimi reformu

21 Ocak 2004
<B>KIRK </B>yıl önce Pennsylvania Üniversitesi'nde okurken, <B>‘‘emek ekonomisi’’</B> diye hayli kazık bir ders almıştım. Dersin konusu, kapitalist sistemde işçi sendikacılığı ile makro ekonomi arasındaki ilişkileri kapsıyordu. Pek tabii, bu ilişkilerin hukuksal yönü müfredatın önemli bir parçasıydı. Dersin hocası, Amerika'da kendilerine ‘‘liberal’’ denilen ‘‘solcu’’ bir profesördü. Çalışma hayatı ile ilgili kanunları anlatırken, öncelikle her bir kanunun, hangi tarihte, hangi parti iktidardayken ve kimin tarafından hazırlandığı üzerinde çok dururdu. Zaten Amerika'da kanunlar, resmi adlarıyla veya numaralarıyla değil, hazırlayanın adıyla anılır. Hocanın en büyük merakı, kanunların resmi adlarıyla ve gerekçeleriyle dalga geçmekti. Ona göre kanunların resmi adları, reklamdan başka bir şey değildi. Her yasanın, mutlaka adıyla ters bir amacı vardı. Mesela ‘‘Özgürlükleri Koruma Yasası’’ isimli bir kanun çıksa, bunun mutlaka ‘‘özgürlükleri kısıtlama’’ maksadıyla çıkarıldığına hükmettiğini söylerdi. ‘‘Sakın ha kanunların adlarını ciddiye almayın, kim hazırlamış ona bakın, değerlemenizi ona göre yapın’’ derdi.

* * *

Taslağı masamın üzerinde duran ‘‘Kamu Yönetimi Temel Kanunu’’nu ve gerkçesini okumaya ve anlamaya çalışırken aklıma bunlar geldi. Bu kanun Amerika'da çıkmış olsaydı, anılan adı ‘‘Erdoğan-Dinçer Kanunu’’ olacaktı. Gerçi son günlerde bu kanuna adını vermek isteyen başka ‘‘baba’’lar da zuhur etti; neyse. Pek tabii bu kanun, hazırlayıcılarının meşrebine göre tasarlanmıştır. Başbakanlık Müsteşarı Profesör Dinçer'in Türkiye'yi götürmek istediği istikamet, Başbakan Erdoğan'ınkinden farklı olamaz. Öyle olsaydı Dinçer, Erdoğan'ın müsteşarı olmazdı. Dolayısıyla, Dinçer'i dövmek, Erdoğan'ı dövememekten başka bir şey değildir. Bunun da pek bir mantığı yoktur. Kanunun müellifleri, Ankara'da kritik bir kütle oluşturan laik eğitim almış sivil-asker bürokrasinin ya da tutulan deyimiyle ‘‘derin devlet’’in Türkiye üzerindeki ideolojik ve yönetsel etkisini azaltmayı amaçlamaktadır. Bunun yerine, çocukluklarında din eğitimi almış taşralıların zihniyetini geçirmek istemekteler. Pek tabii, hákim kılınmak istenilen sadece bir zihniyet değildir. Amaç, bu sırada o zihniyete mensup ‘‘eş-dost-ahbap-yandaş’’lardan oluşan bir sosyal kümenin, milli gelirden aldığı payı artırmaktır. Şunu kabul etmek gerekir ki; bu her iki amacın demokrasiyle ters düşen bir yanı yoktur. Demokrasi, kendi diyalektiği içinde ülkeye egemen olan zihniyetin de, toplumsal güç odaklarının da, milli gelir dağılımının da değişmesini içerir. Yapılmak istenen değişiklikler, ilerleme midir, yoksa gerileme midir sorusu, ayrı bir tartışma konusudur.

* * *

Kanunun tasarımcıları, bu amaçlarını gerçekleştirmek için, yönetim erkinin merkezden taşraya kaydırılması yöntemini benimsemişlerdir. Buna yönetim biliminde ‘‘adem-i merkezileştirme’’ denir. Yani, ‘‘yerinden yönetim’’. Bu kavram, kısmen ‘‘yerel yönetim’’ kavramıyla örtüşse bile aynı şey değildir. Yerinden yönetim, merkezde oluşturulan vizyon ve misyonun yerleşim yerindeki yöneticilerle hayata geçirilmesi demektir. Yerinden yönetim, bir ‘‘yönetim ekonomisi’’ konusudur. Tecrübeler, yerinden yönetimin, merkezden yönetimden daha ekonomik olduğunu ortaya koymaktadır. Dolayısıyla yasaya bu noktadan itiraz etmek yanlıştır. İtirazların, doğrudan merkezde oluşturulacak ‘‘vizyon/ülkü’’, ‘‘misyon/görev’’ ve ‘‘strateji/tercihler’’ üzerine odaklanması gerekir.

Son Söz: Merkezsiz çevre olmaz.
Yazının Devamını Oku

Gelecek peşinizde

17 Ocak 2004
<B>ECZACIBAŞI</B>, Harvard Üniversitesi'nden <B>Juaz Enriquez</B>'in yazdığı <B>‘‘Gelecek Peşinizde’’</B> adlı kitabı dilimize çevirtip yayınlatmış. Sanayicilerimizin, düşünce hayatımıza katkıda bulunmak için yaptıkları bu kabil çalışmaları takdirle karşılıyorum. Esasen Eczacıbaşı Ailesi'nin genlerinde, bilime, sanata ve kültüre yatkınlık kromozomları var. Dr. Nejat Eczacıbaşı'nın İstanbul Festivali'nin yaratılması ve yaşatılması için sarfettiği enerji ve elde ettiği sonuç, bu düşüncemi doğuran olaydır.

* * *

Gelecek Peşinizde, ‘‘dünya hızla değişiyor, sakın kaçırmayın’’ teması üzerine kurgulanmış ve özellikle genetikle ilgili gelişmeleri vurgulayan bir uyarı kitabı. Ben, kendi hesabıma hiçbir zaman ‘‘değişmeyen tek şey, değişimdir’’ fikrine abone olmadım. Hatta tam tersine evrenin sırlarının değişmeyenlerde saklı olduğuna iman etmişimdir. O kadar ki, ‘‘HiçBir Şey Değişmiyor’’ diye bir konuşma hazırlayıp birkaç toplantıda sunuş yaptım. Tabii dinleyenleri üzdüm. Değişim türküsünü sürekli söyleyenleri, yüzeysel ve züppe bulurum. Bu ruh haletine ‘‘yenilikçilik fetişizmi’’ adını uygun görüyorum. Yeni ve değişik olan her şeye hayran düşüp, gözü başka şey görmemek gibi bir tutku bu. Son okuduğu makale ve kitapla birlikte ‘‘dünyası değişen’’ insanların, değişimi anladıklarını da sanmıyorum.

* * *

Kitabın genel havası hakkında çok da övücü olmayan şeyler söyledikten sonra, biraz da ‘‘yiğidi öldür, hakkını yeme’’ ilkesine göre iyi şeyler söyleyeyim. Kitap son derece kolay okunan (ben bile iki saatte okudum) bir eser. Sayfa düzeni ise, öğrenmeyi kolaylaştıran, adeta sanatsal bir tasarım. Bir bakıma sözcüklerle resim yapılmış. İnşallah, bundan sonra başka kitaplar da bu tarz dizilir ve benim gibi özürlüler bile okuyabilir. İçeriğinde, özellikle değişim fetişistleri için, her ortamda satabilecekleri bol malzeme var. İktisadi bahislerde yer alan tablolarda da çok anlamlı kıyaslamalı bilgiler mevcut. 1999'da yazılmış kitabın benim için en önemli bölümünde şunlar yazıyor: ‘‘Az gelişmiş ülkeler önümüzdeki yıllarda enflasyonu düşürebilir, yolsuzluklarla başedebilir, devlet harcamalarını azaltabilir, özelleştirmeleri tamamlayabilir; ama hálá fakir kalabilir.’’

* * *

İşte burası çok önemli. Çünkü bir süredir aynı soru benim de kafamı kurcalıyordu. İktisat yorumcuları, yazdıklarıyla ve söyledikleriyle, acaba topluma, enflasyon düşer, yolsuzluklar azalır, devlet harcamaları küçülür ve özelleştirmeler gerçekleşirse, halkın refahı kendiliğinden artar gibi bir hava mı verdi(k)? Yazar, milletlerin ancak ‘‘katma değeri yüksek’’ yani ‘‘teknolojik bilgi içeren’’ mallar üretip, bunları ‘‘ihraç ederek’’ zenginleşebileceğini vurguluyor. Nihai tüketim malları üreterek ve ihracatını bunlara dayanarak arttıranların, makro ekonomik başarılarına rağmen, fakir kalmaya devam edebileceğini söylüyor. Pek tabii yazarın sözleri, enflasyonu boşverin, yolsuzluklara göz yumun, bütçe açıklarını arttırın, özelleştirmeden vazgeçin anlamına gelmiyor. Ne olur ne olmaz bu açıklamayı ekleyeyim dedim. Bazıları lafı tersten anlıyor da...

Son Söz: Otomatik zenginleşme yoktur.
Yazının Devamını Oku

Paradan kaç sıfır atılmalı

14 Ocak 2004
<B>ENFLASYONUN</B> düşmesiyle birlikte, ulusal para birimimiz olan <B>‘‘Türk Lirası’’</B>ndan sıfır atılması tekrar gündeme geldi. Sadece gündeme gelmekle kalmadı, anlaşıldığı kadarıyla, resmi hazırlıklar da başladı. Şu ana kadar paradan ‘‘altı sıfır’’ atılması dışında bir öneri tartışılmadı. Bunu da doğal karşılıyorum. Ezelden beri her ülke parasını bir ‘‘ABD Doları’’na eşitlemek ister. Şu sıralarda Euro karşısında yerlerde sürünmesine rağmen, herkesin zihninde ABD Doları adeta evrensel ‘‘para birimi’’dir. Euro'nun babası ECU'dur (Avrupa Para Birimi). ECU'nun doğuşunda da bir ABD Doları esas alınmıştı. Hálá bir çok ülkede dolar ile döviz eş anlamlı gibi durmaktadır. Parasını dövizleştirme hevesindan dünyada 17 dolayında ulusal (yerel) dolar tedavüle çıkmıştır. Eğer tüm ülkelerin paraları bir ABD dolarına veya ona yakın bir değere eşitlenirse, kur dalgalanmaları olsa bile, makro ekonomik büyüklükleri algılama ve uluslararası karşılaştırma bakımından işler kolaylaşır. Üretilen hesap makinelerinin hane (digit) sayısı her ülkeye göre değişmez. Bilgisayarlardaki hazır tabloların kolon genişlikleri standart olur. Dış ticarette ve turizmde insanlar daha rahat fiyat mukayesesi yapar. Kısaca, küreselleşen dünya ekonomisinde verimlilik artar.

* * *

Bugün durup dururken Türk Lirası'nı, ABD Doları'na eşitlemek mümkün değil. Bu, ancak ‘‘Türkiye Cumhuriyet Merkez Bankası’’nı kapatıp, yerine ‘‘Türkiye Cumhuriyeti Para Kurulu’’ kurulmasına karar verilirse olur. Tabii o zaman da eşitleme ABD Doları'na değil AB Euro'suna yapılır. Üstelik, ekonomimiz dolarizasyondan hızla çıkarken, yani ters para ikamesi (dövizi bozdurup, TL'ye geçme) yaşanırken böyle bir şey düşünmemek gerek. Dolayısıyla, evrensel para birimi olan bir doların TL karşılığına en yakın yuvarlak rakam 1 milyon lira olduğuna göre, bugünkü TL'den 6 sıfır atılması akla en uygun çözüm gelmektedir. Acaba?

* * *

Yüksek enflasyona yakalanan ülkelerde, bir yandan sıfırlar artarken diğer yandan bazı para birimleri ‘‘fiilen’’ tedavülden kalkar. Diğer bir değişle, paradan kaç sıfır atılacağına ‘‘piyasalar’’ karar verir. Bu yazıyı okuyan herkes elini cebine atıp, üstündeki en küçük madeni parayı çıkarsın. Görülecektir ki, 50 bin liranın altında bir para mevcut değildir. Hakeza, semt pazarlarında ve hatta simitçilerde bile 50 bin liranın altında ne bir fiyat vardır ne de para kullanılmamaktadır. Yani piyasalar, TL'den 4 sıfırı atmıştır, 6 sıfırı değil. Ama piyasalar bir şey daha yapmıştır, ‘‘kuruş’’u da yok etmiştir. 100 kuruş 1 lira ettiğine göre, kuruşun iptali 2 sıfır atılması demektir. Liradan atılan 4 sıfırla birlikte, TL'den atılan sıfır sayısı toplam 6 olmaktadır. Bu durumda cevabı verilmesi gereken soru şudur. ‘‘TL'den 6 sıfır atıp, kuruşu geri mi getirelim; yoksa TL'den 4 sıfır atıp, kuruşu unutalım mı?’’ Doğrusu, TL'den 4 sıfır atılıp, kuruşun geri gelmemesidir. Bu suretle, yeni TL'ye geçişte, fiyatların yukarı yuvarlanması sonucunda, halk yiyeceği kazıktan ülke de yaşanacak gereksiz enflasyondan kurtulmuş olur. Pek tabii, hesap ve zihni uyum bakımından TL'den 6 sıfır atmak, 4 sıfır atmaktan daha uygundur. Bu durumda en az sakıncalı çözüm TL'den 3 sıfır atmak olmaktadır. Zaten dükkanlarda geçerli olan da ‘‘milyon’’ yerine ‘‘bin’’ kelimesini kullanmaktır.

Son Söz: Maaşlardan altı sıfır atılınca, moral bozulabilir.
Yazının Devamını Oku

Siyaset, iktisat ve ahlak

10 Ocak 2004
<B>SİYASET</B>, seyislik demektir. Yani at terbiyesi ve idaresi. Bu kavram, memleketi yani insanları idare etmeyi de kapsar. İktisat ise, belli bir maksada yönelik davranmaktır. Amaçlı hareket etmektir. Eskiden iktisata ‘‘siyasi iktisat’’ (ekonomi politik) denirdi. Çünkü üretimi değil üleşimi incelerdi. Modern iktisadın babası olarak bilinen Adam Smith ise 240 yıl önce İngiltere'de Glaskow Üniversitesi'nde iktisat değil ‘‘ahlak felsefesi’’ profesörüydü. Anlaşılacağı üzere, ‘‘siyaset’’, ‘‘iktisat’’ ve ‘‘ahlak’’ birbirini tamamlayan kavramlar. Dolayısıyla, bir ülkeyi yönetenlerin maksadı ve ahlakı her zaman tartışılacaktır. İktisadı, siyaset ve ahlak; siyaseti, ahlak ve iktisat; ahlakı ise, siyaset ve iktisat belirleyecektir.

* * *

Şöyle bir araştırma yapılsa sonucunun ne olacağını aşağı yukarı hepimiz tahmin edebiliriz. Günümüz Türkiye'sinde tıp ve ilahiyat fakültelerinde profesörlük yapanlar arasından tesadüfi sayılar tablosuna göre 100'er kişilik iki ayrı küme oluşturulsun. Tıp profesörleri kümesine A, ilahiyat profesörleri kümesine B densin. Sonra bu iki kümeyi teşkil eden kişiler hakkında aşağıdaki soruların cevaplarını bulup kıyaslamalı bir tablo hazırlansın. 1. Annesi lise ve üstü tahsil yapmış olanlar. 2. Annesi okuma yazma bilmeyenler 3. Annesi köyde doğanlar 4. Babası lise veya üstü tahsil yapmış olanlar 5. Babası okuma yazma bilmeyenler. 6. Babası köyde doğanlar 7. Annesi baş örtüsü takmış olanlar 8. Annesi mayoyla denize girmiş olanlar 9. Babası Hacca gitmiş olanlar 10. Annesi oruç tutanlar. A ve B kümelerinin sonuçlarının birbirinden çok önemli mertebelerde farklı çıkacağından herhalde kimsenin şüphesi yoktur. Benzeri araştırmaları, imam hatip okulu mezunları ve yabancı dille eğitim yapan lise mezunları için yapalım. Yine benzeri çok önemli farklar bulunacaktır.

* * *

Şimde de şu soruyu soralım: Türkiye'ye gitgide hakim olan siyasi güç, hangi kümenin temsil ettiği sosyal kesimden, hangi kümenin temsil ettiği ettiği sosyal kesimlere doğru kaymaktadır? Şüphe yok ki, kuvvet dengesi B'den, A'ya doğru bir hareket etmektedir. Bu durumda iktisat politikasının ‘‘maksat’’ı ne olacaktır? Pek tabii B kümesinin temsil ettiği sosyal kesimlerin milli gelirden aldığı payı arttırmak. Tam burada işin ahlak yanı devreye girmektedir. Acaba, ülkeyi yönetme yetkisini B kümesinden alan siyasetçiler, bu gücü gerçekten B kümesininin refahını arttırmakta mı kullanacaktır, yoksa kendilerini A kümesinin bir parçası haline getirmekte mi? Ya da A ile B'nin kesişmesinden doğan AB kümesi yaratmakta mı?

* * *

Sıra geldi Batı'da türetilen ‘‘İslamist’’ kelimesinin açıklanmasına. İslamizim, din değil siyaset doktrinidir. İktidara oynayan bazı aktörlerin, B kümesinin kendini tanımlamada kullandığı en önemli özelliği yani ‘‘İslam’’ı kendi siyasetlerinin bayrağı yapmasıdır. Belki de din her zaman siyasetin ayrılmaz bir parçasıydı. Bir yerde ‘‘láiklik’’ veya ‘‘láisizm’’in tanımı, dini siyasetin ve iktisadın dışına itmektir. Doğal olarak iktidarın yeni sahipleri olan İslamistler, laiklerin ‘‘İslam’’ı siyaset ve iktisat dışına itmesine karşı çıkacaklardır. Bu onların yaşam mücadelesidir. Aksi takdirde, gücün el değiştirmesi mümkün dahi olmayabilir.

Son Söz: Zafer kazanan ordu, göndere kendi bayrağını çeker.
Yazının Devamını Oku

Zararına istihdam (II)

7 Ocak 2004
<B>YILBAŞI</B> dolayısıyla ara verdiğim <B>‘‘zararına istihdam’’</B> konusunu işlemeye devam edeceğim. Soruyu kısaca tekrar edeyim: Hatırı sayılır sayıda insanın çalıştığı bir şirket, sürekli zarar etiği için, ödemesi gereken vergileri ve vadesi gelmiş banka borçlarını ödeyemiyorsa, orada çalışanlar işsiz kalmasın diye, bu şirketin devlet tarafından desteklenmesi doğru mudur? Bu soruya, devletin böylesi şirketleri desteklemesi ‘‘iktisaden yanlıştır’’ cevabını vermiştim. Soru daha da daraltarak şu şartlara bağlamıştım: 1. Şirketin ettiği zarar, çalışanlarına ödediği ücretler toplamından küçükse; hatta 2. Şirketin ettiği zarar, ödeyemediği vergiler (KDV, SSK primleri ve stopaj dahil) toplamından dahi küçükse, devletin bu kabil şirketleri desteklemesi iktisaden yanlıştır cevabı hálá geçerli midir? Bu haller için dahi cevap, ‘‘iktisaden yanlıştır’’ şeklindeydi.

* * *

Dayandığım gerekçe, devletin zarardaki şirketleri desteklemesinin, kárlı şirketlere karşı haksız rekabet yaratacağı için, kaynak tahsislerini çarpıtacağı idi. Özet olarak bu kabil destekler, ülkenin kıt kaynaklarının, beceriksiz ellerde ve yanlış alanlarda verimsiz kullanılmasına sebep olacağından, milli gelirde olması mümkün artış sağlanamayaktır. Bu da halkın genelde fakirliğe mahkum olması demektir. Acaba bu kuralın istisnaları yok mudur? Yani bazı hallerde, belli sayıda kişiye çalışma imkanı sağlayan ‘‘zarardaki şirketler’’ yaşatılmamalı mıdır?

Böyle bir tezi destekleyecek iki argüman vardır.

1. Eğer bu şirket, devletin sırtından bazı sosyal yükleri kaldırıyorsa, o şirketin desteklenmesi, bütçede tasarruf sağlayacağından iktisaden doğrudur. Burada ‘‘özel kár’’ ve ‘‘toplumsal kár’’ kavramlarını devreye sokmak gerekir. Mesela, gerice yörelerde kurulan fabrikalar, yan sanayiye ve tüketici pazarlarına uzaklık gibi lojistik dezavantajlar ve yetişmiş işgücü bulma zorlukları yüzünden zarar edebilir. Halbuki, devletin bu yörelere karşı sosyal bir sorumluluğu vardır. Şirket, o yörede çalışmakla ‘‘sosyal kár’’ yaratır ve karşılığını hakkeder.

2. Çevrelerinde önemli miktarda ‘‘dışsal ekonomi’’ yaratan şirketler bazan elde olmayan nedenlerle zora düşebilir. Yapılan incelemeler bu şirketin bir kez durursa, bir daha harekete geçemeyeceğini ortaya koyabilir. Kısaca, o şirket durursa, onun sayesinde kárlı çalışan işletmeler de duracaktır. Devlet, hatırı sayılır kişiye iş imkanı sağlayan bu ‘‘etkileşimi’’ yaşatmak için destek olmalıdır. Aksi takdirde, devletin gelir kaybı daha büyük olacaktır.

* * *

Tekrar edelim. Zarardaki şirketleri, istihdam sağlıyorlar diye yaşatmak esas olarak yanlıştır. Ancak çok kuvvetli gerekçelerle ve belli bir süreyi geçmemesi şartıyla, devletin böyle bir desteği sağlaması iktisaden doğru olabilir. Zarardaki şirketleri yaşatmanın en ‘‘kötü’’ yolu, o şirketi devletleştirmek veya devlet şirketi diye kurmaktır. Buradaki devlet tanımı içine ‘‘belediyeler’’ ve ‘‘il özel idareleri’’ de girmektedir. Devletleştirmenin en kötü yöntem olmasının esas sebebi, kamunun kötü işletmeci olması değil, ‘‘zararları gizleme’’ imkánlarıdır. Zarar gizlenince, sanki ortada bir zarar yokmuş gibi davranılmakta ve haksız rekabet yüzünden kaynak tahsisi çarpıklıkları sonsuza kadar sürüp gitmektedir.

Son Söz: Zarar, sermayeyi yer.
Yazının Devamını Oku

Popülizm, söylem değil, eylemdir

3 Ocak 2004
<B>YENİ</B> bir yıla girmiş bulunuyoruz. Aslında, aybaşı veya yılbaşı veya yeni yüzyılbaşı veya yeni binyılbaşı insan zihninin oluşturduğu sanal dönüm tarihleridir. Bizatihi o günün hiç bir önemi yoktur. Ama biz o günü önemli kabul edersek, o gün kendiliğinden önemli olur. Hele hele, toplumsal sorumluluğu olan bir kişi isek ve o günden itibaren ‘‘yeni’’ bir davranış biçimine gireceğimize başkaları önünde söz verirsek, iş değişir. O gün gerçekten, hem bizim hem de başkaları için önemli olur.

* * *

Başbakan Erdoğan'ın ‘‘ulusa sesleniş’’ini dinlerken bazı ipuçları aradım. Başbakan, acaba geçen yılın muhasebesini yapıp, gelecek yılla ilgili olarak ne gibi yeni iktisadi kararlar almış; bulmaya çalıştım. Netice itibariyle, ekonomide ortaya çıkacak sonuçları belirleyecek baş ‘‘aktör’’ başbakandır. Erdoğan, şu günlerde başarının zirvesinde bulunuyor. Yaklaşık on yıldır sürdürdüğü, Türkiye'nin ‘‘patronu’’ olma yarışmasını kazandı. Erdoğan, Menderes-Demirel-Özal serisinin devamıdır. Görünen o ki, bir yol kazasına sebebiyet vermezse, daha uzun yıllar Türkiye'nin kaderini elinde tutmaya devam edecektir. Bu aşamada Erdoğan'ın kendi kendine ‘‘acaba nerede hata yaptım?’’ diye sorması mümkün değil. Olsa, olsa ‘‘nasıl oldu da bu kadar başarılı oldum?’’ diye düşünüyordur. Çünkü henüz Erdoğan'ın hata defterine yazılacak bir işi olmadı. Neticesi kötü olacak kararları bile iyi sonuç verdi. Irak harbi dolayısıyla TBMM'nin aldığı tezkereye ‘‘ret’’ ve asker yollamaya ‘‘evet’’ kararlarında Erdoğan'ın tutumunu hatırlayın yeter. Kedi bile, ancak bu kadar, hem de iki kere dört ayağının üstüne düşebilir.

* * *

Bu şartlar altında Başbakanı bekleyen tehlike, kendine ‘‘aşırı güven’’ duyup, şansını zorlamasıdır. TV'deki konuşmasında başbakan 2004'ü ‘‘işsizlikle mücadele yılı’’ ilan ettiğini açıkladı. Kısa vadede, ‘‘işsizlikle mücadele’’ ile ‘‘enflasyonla mücadele’’ zor bağdaşan iki stratejidir. Pek tabii, işsizliğin en iyi ilacı ‘‘enflasyonu ve faizleri’’ düşük bir ekonomik yapıdır. Ama bu kural, uzun vadede geçerlidir. Daha da önemlisi, düşük enflasyon ve düşük faiz, işsizliği azaltır; ama düşük işsizlik enflasyonu düşürmez. Sebeple-sonucu birbirine karıştırmamak gerek. Başbakan'ın konuşmalarında satır aralarına serpiştirdiği diğer vizyonu ise ‘‘eserlere eser katan başbakan’’ olmak. Bu da son derece tehlikeli bir heves. Gecekondu meselesini çözemeden, gündüzkondu sorununa gark olan pasaklı İstanbul'a ‘‘Boğaziçi Tüneli’’ tasarlamak, Menderes-Demirel-Özal çizgisinin devamı olmaktır. Kendisi ve temsil ettiği halk, o çizginin Türkiye'yi getirdiği noktadan memnunsa, yolu açık olsun.

* * *

2003'de ekonomimizin gösterdiği olağanüstü iyileşmeyi ‘‘dış dinamiklere’’ borçluyuz. Bunlar: 1) dünyada faizlerin gerilemesi, ile 2) dolarının değer kaybıdır. Kamu borçlarının, milli gelire oranının düşmesi de, faiz dışı fazlanın tutturulması da bu sayede olmuştur. Bunu, hükümet hiç bir gayret göstermemiştir anlamında söylemiyorum. Sadece çıplak bir gerçeği ortaya koyuyorum. 2004'te bu ‘‘dış dinamik’’ bir süre daha devam edecektir. Yani makro göstergeler, biz hiç bir marifet göstermesek de iyileşecektir. Ama bu gidişin bir de dönüşü vardır. Buna hazırlanmamız gerek.

Son Söz: Bir sistemde ciddi değişme varsa, sebebi mutlaka dışarıdadır.
Yazının Devamını Oku

İnanılmaz bir yıl geçirdik

31 Aralık 2003
<B>İKTİSATÇILIK,</B> bir bakıma kehanette bulunma mesleğidir. İlgi çeken kehanette bulunmanın kuralı da <B>‘‘felaket’’ </B>haberi vermektir. İnsanların ahirete inanmalarını sağlayan telkinler, cennetin güzelliklerini vurgulamaktan çok cehennem ateşinin yakıcığına yer verir. Zaten kadim Arapça'da ‘‘hûri’’nin anlamı güzel kız değil, üzümmüş. Yani cennet o kadar da tamah edilecek bir yer değil. 2003 ile ilgili korkuların hiçbiri gerçekleşmedi. Ne Irak savaşı, ne tezkerenin reddi, ne Kıbrıs sorunu, ne de bomba felaketleri ekonomiyi rayından çıkaramadı. Eko-diyalog ortaklarım Asaf'la, Deniz'in tedavi kabul etmez iyimserlikleri, bu yıl onları ‘‘haklı’’ çıkardı. Unutmasınlar, papaz her zaman pilav yemez.

* * *

Hürriyet gazetesinde ekonomi yazarlığına başladığım 1983'ten bu yana, pek çok yılbaşında ‘‘Hükümetin Karnesi’’ diye yazı yazdım. Bu karnede, hükümetin geçmiş yıl icraatını, ekonomi siyasetinin hedefleri olan beş değişkene ‘‘5’’ üzerinden notlar verdim. Bir süredir bu değerleme yöntemini bırakmıştım. Bu yıl, daha önceleri değerlemeye dahil etmediğim bir hedef ilavesiyle, karneyi tekrar vereceğim.

* * *

Uzun vadede her ekonominin beş stratejik hedefi vardır. Bunlar sırasıyla 1) Büyüme, 2) Fiyat İstikrarı, 3) Döviz Dengesi, 4) İstihdam, 5) Milli Gelir Dağılımının Daha Eşitlikçi Hale Gelmesi'dir. Bu performans kriterlerine bu yıl 6) Serbest Pazar Ekonomisinin Kurumsallaşması'nı ekliyorum. Kırk dört yıl önce Roterdam İktisat Enstitüsü'nden ODTÜ'ye gelmiş hocalarımız da bu altıncı hedefe benzer bir gösterge üstünde dururlardı. Aklımda yanlış kalmadıysa, buna ‘‘demokrasinin ve ekonominin kurumsallaşması’’ derlerdi. Aslında başta Tinbergen olmak üzere, Roterdam İktisat Okulu, sosyal demokrattı. Hatta ‘‘demokratik sol’’du. Ama serbest pazar ekonomisinin faziletine yürekten inanmışlardı.

* * *

Türk ekonomisi, 2003 yılında, hem yüzde 5'ten fazla büyümüş hem de enflasyonu yüzde 30'dan, yüzde 18'e geriletmiştir. Dolayısıyla bu iki dersten ‘‘çok iyi’’ not almıştır. Döviz dengesi (yani cari işlem açığı) bakımından, 2003'te belli bir kötüleşme vardır. 4-5 milyar dolar arası bir açık oluşacaktır. Buna karşılık, Türkiye'nin milli geliri 230, döviz gelirleri toplamı yaklaşık 70 milyar dolar olacaktır. Yani döviz açığı önemli değildir ve milli gelire oranı yüzde 2'yi geçmeyecektir. Bu dersten de ekonomi ‘‘iyi’’ not almıştır. İstihdam artışı veya işsizliğin azalması meselesinde kayda değer bir iyileşme yoktur. Ama, enflasyonun böylesi ciddi bir oranda düştüğü bir yılda, bu kalemde de elde edilen sonuç yine de yüz güldürücüdür, verilmesi gereken not ‘‘geçer’’dir. Benzeri olumlu gidişi milli gelir dağılımının daha eşitlikçi hale gelmesinde de görüyoruz. Dolayısıyla verilmesi gereken not ‘‘iyi’’dir. Özet olarak, ekonomimiz bu yıl sınıfı ‘‘iyi’’ ortalamayla geçmiştir. Altıncı performans kriterine ‘‘yapısal dönüşüm’’ de diyebiliriz. Bilindiği gibi Türkiye'ye, Cumhuriyet'ten devreden ‘‘devletçi’’ bir ekonomi anlayışı hákimdir. Bu resmi dünya görüşü, bütün az gelişmiş toplumlarda mevcut ‘‘sahibini arama’’ veya ‘‘sahiplenme-himaye etme’’ dürtüleriyle birleşince, ortaya serbest pazar ekonomisinin mantığıyla bağdaşmayan uygulamalar çıkmaktadır. Ben, bu kriterde de hükümete 2003 için ‘‘iyi’’ not veriyorum.

Son Söz: Kendine güven, şansı inkár etme.
Yazının Devamını Oku

Zararına istihdam

27 Aralık 2003
<B>BUGÜN</B> bir çok kişinin zihnini kurcalıyan bir konuyu işleyeceğim. Konu şu: Bir şirket, özel veya kamu olsun, zarar ediyor, buna mukabil belli sayıda kişiyi istihdam ediyor ve çalıştırdığı bu insanlara, zarardan daha fazla ücret ödüyorsa, bu şirketi yaşatmak mı, yoksa kapatmak mı iktisaden doğrudur? Endişe şurada; şirket kapanınca, çalışanlar işsiz kalacak ve bu kişilerin emeklerinden doğan katma değer yaratılmamış olacak. Bu yüzden kapatma kararı, milli gelirde ödenmeyen ücretler kadar bir azalmaya neden olmaz mı? Herhalde birçok kimse, bu soruya evet diyecektir.

* * *

Şimdi de soruyu ‘‘kapatma kararının yanlış olduğu’’ tezine ağırlık vermek üzere biraz daha daraltalım. Eğer şirketin zararı, şirketin doğrudan ve dolaylı olarak devlete ödediği vergilerden de küçükse, bu şirketi ‘‘zarar etmeye devam etse bile yaşatmak’’ kamu maliyesi bakımından daha doğru değil mi? Devlet, başta çalışanların maaşlarından kesilen stopaj olmak üzere, her şirketten çeşitli adlar altında, dolaylı ve dolaysız vergiler toplar. Şirket faaliyeti durunca, devlet bu vergi gelirlerinden mahrum kalmayacak mı? İşsiz kalan insanların emekleriyle yarattıkları katma değerin ortadan kalkmasını bırakalım, sırf vergi açısından bile böyle bir şirketi, devletin yaşatması gerekmez mi? Bunlara bir de meselenin sosyal boyunu ekleyelim. Yani işsiz kalmış insanların aileleriyle birlikte içine düşecekleri sıkıntılarını hesaba katalım. Bu insanlara yardım etmek hepimizin boynunun borcu değil mi? Sonra herşey para mı? Nerede kaldı insanlık?

Üç aşağı beş yukarı, toplumuzun büyük çoğunluğunun yukarıda yazılan şekilde düşündüğüne eminim. Özelleştirme, biraz da bu yüzden yapılamıyor. Yine benzer gerekçelerle IMF'ye yüz defa söz verilmesine rağmen devlet kadroları daraltılamıyor.

* * *

Önce ‘‘son cevabı’’ vereyim, sonra sorunu irdelemeye geçelim. Meseleye ister istihdam, ister vergi kayıpları açısından yaklaşalım zarardaki şirketlerin, çalışır tutulması iktisaden yanlıştır. Zarardaki şirketlere, kár eder hále gelmeleri için, belli bir süre destek verilmesi doğru olabilir. Bu en çok iki yıl olabilir. Bu süre sonunda şirket kára geçemiyorsa, kapatılmalıdır. Kapatma, ülke ekonomisi için de, devlet maliyesi için de, halk için de, hatta işini kaybedecekler için de daha hayırlıdır. Niçin?

1) Ekonominin bir numaralı sorunu ‘‘kaynak tahsisi’’ dir. Zarar, kaynak tahsisinin yanlış yapıldığını gösteren, en önemli, belki de tek göstergedir. Kaynaklar her zaman kıt, ihtiyaçlar her zaman sonsuzdur.

2) Her işletme mutlaka ama mutlaka belli bir miktarda ‘‘varlık’’ ve ‘‘girdi’’ kullanır. Varlıktan, arazi, bina, makine-teçhizat ve para anlaşılmalıdır. Girdi denince de ham ve yarı mamül maddeler, emek, enerji ve bilgiyi anlamak gerekir. Eğer bir işletme zarar ediyorsa, hem istihdam ettiği varlıkları hem de sarfettiği girdileri kısaca ‘‘kaynakları’’ verimsiz kullanıyor demektir.

3) Ekonomik hayat statik değil, dinamiktir. Her kaynağı ve girdiyi daha verimli kullanacak bir alternatif işletme mutlaka vardır. Zararı sürdürmek bu şansı yok saymaktır. Esas yanlış buradadır. (Tartışmaya karşı tezlerle devam edeceğim)

Son Söz: Yanlış tahsis, doğru tahsisin önünü tıkar.
Yazının Devamını Oku