Uçsuz bucaksız devasa bir alanla ilgili en yakından en uzağına dair her geçen gün yeni gelişmelere şahit oluyoruz. Bu çalışaların en yeni örnekleri ise neredeyse 10 gün arayla Virgin Galactic ve Blue Origin’in insanlı uzay yolculukları oldu. İlk olarak 11 Temmuz’da Richard Branson, Virgin Galactic’in SpaceShipTwo aracıyla bir test uçuşu yaptı. Ardından ise 20 Temmuz da Jeff Bezos ve beraberindeki üç kişi Blue Origin’in uzay aracıyla uzaya çıktı.
O zaman gelin uzay turizmi nasıl tanımlanıyor ve bu konudaki gelişmeler neler bir bakalım.
Uzay Turizminin Tanımı ve Sınıfları
Uzaya yolculukta tarihsel süreç içerisinde en önemli kurumlardan birisi olan NASA, 1958'de ABD hükümetinin bir parçası olarak kurulmuştur.
NASA’ya (National Aeronautics and Space AdministrationAmerikan Ulusal Havacılık ve Uzay Kurumu) göre uzay turizmi, uzayla alakalı ziyaretler ve turizm aktiviteleri, yüksek irtifa yörünge altı uçuşlar, küresel çapta yörünge altı uçuşlar, kısa süreli yörüngesel uçuşlar, daha uzun süreli yörünge uçuşları ve yerküredeki turizm aktiviteleri gibi dünyadan muhtelif uzaklıklarda yapılan birtakım aktiviteleri kapsamaktadır. NASA'nın gelecek yıllarla ilgili görevlerinden olan Mars görevinin amacı astronot ve bilim adamlarını Mars’a taşımaktır. NASA 2030’a kadar da uzaya Mars’a yerleşmek üzere insan gönderilmesi planlanmaktadır.
Günümüzde oldukça az sayıda işletme uzay turizmi sunsa da uzay turizmi çeşitli şekillerde sınıflandırılabilmektedir. Bunlardan birine göre üç temel sınıf ve bunların alt sınıfları bulunmaktadır. Ana sınıflar; Karasal uzay turizmi, atmosferik uzay turizmi ve astro turizmdir.
Karasal uzay turizmi; uzay simülasyon cihazları, uzay tesislerinin gezdirilmesi ve uzay turizmi ile ilgili tutulma turları veya uydu gözleme, yıldız izleme turlarını kapsamaktadır.
Atmosferik uzay turizmi; yüksek irtifa jet uçuşları ve yer çekimsiz ortam turlarını içermektedir. Son olarak astro turizm ise dünya yörüngesi ötesi turlar (Ay ve Mars turları) ve Dünya yörüngesi turlarını (Uluslararası Uzay istasyonu turları ve yörünge turları) kapsamaktadır.
Bu konuda geçtiğimiz günlerde oldukça önemli bir gelişme oldu. Almanya Başbakanı Dr. Angela Merkel, IBM ile 15 Haziran’da gerçekleşen dijital katılımlı bir toplantıyla Almanya’nın ilk kuantum bilgisayarı olan, IBM Quantum System One’ın açılışını yaptı. Bu sistem aslında bu yılın Şubat ayından itibaren yürürlükte olmasına rağmen pandemi koşulları nedeniyle tanıtım etkinliği yapılamamıştı. Angela Merkel’in konuşmasındaki “teknolojik ve dijital egemenlik” ve bunun ekonomik büyümeye katkısına yaptığı vurgu önemliydi. İlaveten Merkel, 2025 yılına kadar, kuantum teknolojisi araştırmalarına yaklaşık 2 milyar Euro yatırım yapmayı planladıklarını duyurdu.
Peki kuantum bilgisayarların çalışma mantığının normal bilgisayarlardan farkı ne?
Kuantum bilgisayarların tarihine kısaca hatırlayacak olursak köklerinin Richard P. Feynman’ın 1959’da daha güçlü bilgisayarlar oluşturmak için kuantum etkilerinden yararlanma fikrine dayandığını görebiliyoruz. Kuantum hesaplama, enerjinin ve maddenin doğasını atomik ve atom altı seviyede açıklayan kuantum teorisi ilkelerine dayanan bir teknoloji. Kuantum bilgisayar, kuantum fiziğinin prensiplerini, geleneksel bilgisayarların hesaplama gücünü daha fazla arttırmak için kullanan bir bilgisayar tasarımıdır. Klasik bilgisayarlar hesaplama işlemini lineer şekilde, yani 1 ve 0 ile tanımlanan bitleri kullanarak yaparlar. Yani her şeyi en küçük bilgi birimi olarak tanımlanan “bit” ile saklar. Bir bit ise iki değerden birine sahip olabilir: 0 veya 1; tıpkı bir lambayı açma ve kapama gibi. İşte günümüzdeki çoğu cihaz bu ikili durum prensibine göre çalışır. Bu çalışma prensibinde ise hızı düşüren bir durum söz konusudur.
Kuantum bilgisayarlar ise geleneksel 1 ve 0’lar yerine kuantum bitlerini yani kubitleri (qubit) kullanırlar. Kübitler yalnızca “açılan” ve “kapatılan” birimler değil, aynı zamanda bu iki durum arasındaki geçiş durumunda veya aynı anda açık ve kapalı durumda olabilen birimlerdir. Kübit denilen yapılar ise aynı anda 1 ve 0 olabilmeleri nedeniyle oldukça fazla sayıda olasılığa izin verirler. Bu artan sayıdaki olasılıklar sayesinde kuantum bilgisayarlar, tüm olasılıkları tek seferde hesaplayarak, klasik bilgisayarlardan çok daha hızlı işlem yapma gücüne sahip olabiliyorlar. Böylece kuantum bilgisayardaki aynı anda hem açık hem de kapalı olabilme durumu hem çok zaman kazandırır hem de birbirinden bağımsız çok sayıda değişken içeren kompleks problemleri çözmek için bir saniye gibi kısa sürede 10 binlerce cevap üretebilecek kadar büyük bir potansiyel taşıdıklarından karmaşık problemlerin en güçlü geleneksel cihazdan bile çok daha hızlı biçimde çözülmesini sağlarlar. IBM’in üreticisi olduğu IBM ‘Quantum System One’, 32 kübitlik kuantum hacminde, 27 kübitlik bir falcon işlemciye sahip sistem, dünyanın ilk entegre kuantum bilgisayar sistemini temsil ediyor.
IBM, dünya üzerinde en büyük ekosisteme sahip ve bu alanda öncül liderlerden biri. System One’a ilaveten IBM tarafından kurulmuş 20’den fazla kuantum bilgisayarı bulunuyor. Bu makineleri destekleyecek geniş bir kuantum donanım ve yazılım araştırma kadrosu da mevcut. Fraunhofer Enstitüsü’nde kurulan bu sistem ile mevcut IBM QNetwork’ü yeni bir coğrafyaya taşıyor. IBM’in verdiği bilgilere göre bu sistem Avrupa’nın en güçlü kuantum bilgisayarı konumunda bulunuyor. Almanya’da tanıtılan bu kuantum bilgisayarı, Ehningen’deki Fraunhofer Enstitüsü’nün (Fraunhofer-Gesellschaft) kullanımda olacak. Enstitü, kimya optimizasyonu ve makine öğrenimi araştırmak ve geliştirmek için IBM’in Quantum System One sistemini kullanacak. IBM. System One’ı, “Sadece bir sistem değil, küresel bir ağ” olarak tanımlıyor. IBM’in Avrupa Orta Doğu ve Afrika’dan sorumlu yöneticisi Martin Jetter de IBM’in 2023 yılına kadar 1.000’den fazla kübiti işleyebilen istikrarlı bir kuantum bilgisayarı yapmayı hedefledikleri bilgisini paylaştı.
Bu sorunun cevabı artık “evet”.
Yapay zekanın ve robotik teknolojilerin gelişiminin sınırları her geçen gün genişlemeye devam ediyor. Bu alanlardan birisi de sanat.
Dünyanın ilk ressam robotu Ai-Da’nın çizmiş olduğu 3 otoportre, Londra’da ‘Ai-Da:Robotun Portresi’ adını taşıyan sergide teknoloji meraklıları ve sanatseverler ile buluştu. Ai-Da'nın yaratıcılarına göre bu sergi, sanatın yalnızca insana ait olduğu fikrine meydan okuyor. Aynı zamanda bu sergi Aş-Da’nın ikinci sergisi olma özelliğine sahip.
Dünyanın ilk 'ultra gerçekçi robot sanatçısı' olmak için üretilen Ai-Da, kadın görünümünde ve insan boyutlarında bir insansı robot. Onu aynı zamanda android sanatçı olarak da tanımlamak mümkün.
Öncelikle blockchain yani Türkçesi ile blokzincir, şifreleme bilimi (kriptoloji) kullanılarak, dijital ortamlarda veri kayıtları oluşturmak için geliştirilmiş, elektronik kayıt defteri mantığı ile işleyen bir teknolojik alt yapıdır. Bu teknoloji çeşitli özellikleri sayesinde dijital çağda veri kaydını şekillendirme gücüne sahip. Şimdi gündelik hayatımızda gerçekleştirdiğimiz finansal konulardaki, alışverişlerimizdeki, sağlık hizmetlerimizdeki işlemlerimizi bir düşünelim. Tüm bu işlemler bir veri tabanında saklanır ve ilgili kurumun takibi altındadır. Blockchain de ise yine bir kayıt söz konusu olmakla birlikte durum biraz daha farklı işliyor. Nasıl mı?
Blockchain, bilgi içeren blokların oluşturduğu bir zincir yapısına sahip. Bir blokta saklanacak verinin ne olacağı, blockchain’in kullanım alanına göre değişiklik gösteriyor. Örneğin kripto para ile ilgili kullanımında bloklar, gönderici, alıcı ve işlem tutarı gibi detayları saklıyor. Blokzincirin kayıt mantığındaki farklılığı tanımlamada ise “dağıtılmış” ve “merkeziyetsizlik” kavramları önemli. Blockchain, tek bir otorite tarafından kontrol edilmediğinden merkeziyetsiz, tutulan kayıtların birden fazla kopyası olduğu içinde dağıtılmış bir sistem olarak tanımlanıyor.
Burada blokzincirin kapsamını anlamak için dünyanın her tarafına yayılmış bir ağ olarak düşünmek oldukça yerinde olur. Blockchain verisi, blokchain ağının devam sürecine katılan her kullanıcı da dijital bir kopya olarak saklanıyor, bu kopya yapılan işlem bazında güncelleniyor ve tüm kullanıcıların kayıtlarında da eş zamanlı güncelleme gerçekleşiyor. Bu şekilde kriptografi kullanımı ile bir işlemin gerçekleşmesi ekosistemde bulunan yetki sahibi paydaşların onayına tabi oluyor.
İşleyiş mantığı bu şekilde olmakla birlikte blokzincir ağlarının birbirinden farklı türleri var. Bu türler genel, özel, izne tabi ve konsorsiyum olmak üzere dört farklı yapıda çeşitliliğe sahip bulunuyor. Örneğin genel bir blockchain, Bitcoin gibi, herkesin katılım sağlayabileceği bir blockchain'dir. Blokzincirin sunduğu faydalar arasında, aracıları azaltma ve bu sayede işlem hızında artış, yapılan değişikliklerin tüm kullanıcılar tarafından görülmesinin sağladığı şeffaflık yer alıyor.
Blokzincirin Farklı Kullanım Alanları
Dünya Ekonomik Forumu tarafından yapılan bir ankete göre, yöneticilerin %58’i küresel Gayri Safi Milli Üretimin %10’unun 2025’den önce blokzincirde bulunacağı şeklinde görüş beyan etmişlerdir. İlaveten Businessinsider’da bir çalışmasında 2020’de Blockchain’in teknolojide ana akım olarak yükselmeye başlayacağını, 2025 yılında ise ana akım olarak iyice benimseneceğini ifade etmiştir.
İlk olarak blockchain teknolojisi, işletmelerin şeffaflık ve hesap verebilirlik değerleri bakımından tedarik zinciri yönetimi konusuna katkı sağlama potansiyeline sahip. Ürünlerin, üretim aşamasından son kullanıcıya ulaşmasına kadar geçen süreç boyunca izlenmesi, üretim şartlarının nasıl olduğuna ve kalite kontrole dair veriler sunabilir. Özellikle gıda sektörünü, blockchain teknolojisi sayesinde dönüşüm yaşayan sektörlerden yalnızca biri olarak sayabiliriz. Blockchain, gıdanın ne zaman, nerede ve nasıl koşullarda yetiştirildiğini, toplandığını, işlendiğini ve sonrasında nasıl sevk edildiğinin izlenebilirliği sağlanabilir.
Bir diğer yandan birçok markanın ortak sorunu olan taklit ürün konusuna da çözüm getirebilir gibi görünüyor. İlaveten patent ve marka tescil gibi hakların korunumunu da katkı sağlayacağı alanlar arasına ekleyebilirim.
Bu konu ile ilgili teknolojiler arasında kuantum, sanal gerçeklik, artırılmış gerçeklik, yapay zeka ve 3 boyutlu hologram teknolojileri yer alıyor. Fiziksel olarak transferden önce ise imaj olarak görüntü aktarımında verimlilik ve hız anlamında yaşanan gelişmeler konunun gelişimine ivme kazandırma anlamında oldukça önemli. O yüzden şimdi 3 boyutlu hologram konusunda yapay zekanın katkı sağladığı son gelişmelere bir göz atalım.
Dijitalleşme ile öne çıkan teknolojiler arasında hologram teknolojisi yer alıyor. Hologram kelimesi Yunanca “Holos” (Tam Görüntü) ve “Gram” (Yazılı) kelimelerinin birleşiminden oluşur. Hologramı, orijinal objenin üç boyutlu gerçek kaydı yani üç boyutlu lazer fotoğrafı olarak tanımlanan, lazer ışın dalgalarının pozitif karışımı ile oluşan üç boyutlu kayıt olarak tanımlarız. Bu sayede dalga sınırının yeniden yapılanması sağlanır. Bu işlem; 3 boyutlu görsel bilginin lazer teknolojisiyle kaydedilmesi, depolanması ve hareket efektinin kazandırılarak çok boyutlu ortama aktarılması sonucu elde edilir.
3 boyutlu görüntü elde etmede kullanılan bir diğer yöntem ise bildiğimiz gibi sanal gerçeklik. Farklı alanlarda uygulamaların arttığı sanal gerçeklik teknolojilerinde 2 boyutlu bir ekrana bakarken 3 boyut yanılsaması yaşanıyor. Hologram uygulamalarında ise perspektif izleyen kişinin konumuna göre değiştiğinden gözün odak derinliği ön plana ve arka plana dönüşümlü olarak odaklanabiliyor. Bu teknolojinin geliştirilmesine yönelik çalışmalar ise dijital dünyanın gereklilikleri doğrultusunda yeniden şekilleniyor. Sırada bu konuya ivme kazandırmak üzere geliştirilen yöntem var.
Yapay Sinir Ağı Yöntemi Tasarlandı
ABD’deki Massachusetts Teknoloji Enstitüsü (MIT) araştırmacıları ,“Derin öğrenme” kullanımı ile Tensör Holografisi (Tensor Hologram) adını verdikleri yeni bir yöntem ile gerçek zamanlı hologram oluşturma yolunu bulduklarını açıkladılar. Bu yöntemin kullanılması ile 3D hologram üretiminde cep telefonları da kullanılabilecek.
Araştırmacılar tarafından uzunca bir süredir bilgisayar tarafından üretilen hologramlar yapma çalışmaları sürüyordu. Bu çalışmalarda istenen sonuçların elde edilememesinin sebebi ise gerçek zamanlı 3 boyutlu holografi hesaplamalarında yaşanan sürecin zaman alıcı ve gerçeklikten uzak sonuçlar vermesiydi. MIT araştırmacıları son gelişmeyle birlikte, hologramları verimli bir şekilde ve neredeyse anında üretmenin yeni bir yolunu geliştirdiklerini, yapay zekanın derin öğrenme alanına dayalı yöntem ile keşfettiler.
Güncel çalışmanın temelinde insanın görsel bilgiyi işleme sürecinden yola çıkılarak yapay sinir ağları konusunda eğitilebilir bir tensör zinciri kullanan “konvolüsyonel sinir ağı” (CNN-Convolutional Neural Network) tasarlandı. Yapay Zeka çalışmalarında yapay sinir ağlarını eğitmede büyük, yüksek kaliteli bir veri kümesi gerekir. Araştırma ekibi bu yeni yöntemin denenmesi için gerekli veri için oluşturulan veri tabanında bilgisayar tarafından oluşturulan 4.000 çift görüntüyü kullandı. Her görüntü çifti bir resme karşılık gelen hologram ile eşleşti. Tensör ağı, her bir görüntü çiftinden öğrenerek, kendi hesaplamalarının parametrelerini değiştirdi ve hologram oluşturma yeteneğini art arda arttırdı.
Hologramlar gelecekte birçok iş alanındaki eğitim, tasarım ve görselleştirme olanaklarını ciddi biçimde geliştirebilecek potansiyele sahip bulunuyor. Tasarım aşamasındaki ürünleri 3 boyutlu inceleyebilme, detaylara yakınlaşarak bakabilme, üzerinde düzenlemeler yapabilme potansiyeli bu teknolojinin kullanımını önemli oranda ileri taşıyacaktır. Pazarlama boyutuna baktığımızda ise 3 boyutlu hologramlar ile etkileşimler sayesinde müşterileri etkileyerek deneysel satış taktikleri geliştirilmesine hatta e-ticarete farklı katkılar sağlayabilir. Daha ileri boyutta ise yeni araştırmalarla elde edilecek sonuçların ışınlanma konusuna nasıl katkılar sağlayacağını merakla beklemeye devam ediyoruz.
Mars Projeleri Artıyor
Özellikle Kızıl Gezegen Mars yolculuğu konusunda farklı kurumlar ve ülkeler tarafından öne çıkan birçok proje var.
Amerikan Havacılık ve Uzay Dairesi'nin (NASA), bu konudaki çalışmalarda başı çekiyor. Özellikle Mars’a insanlı yolculuk için çalışmalar hızlandırıldı. NASA’nın hedefleri arasında 2035’e kadar Mars’a astronot göndermek yer alıyor.
Bu yolculuk için denenmesi düşünülen yeni seçenek ise nükleer roket olarak düşünülüyor. Dünya ile Mars arasında 225 milyon kilometre uzaklık bulunuyor. Nükleer roket teknolojisi ile günümüzdeki teknoloji ile 7 ay süren Mars yolculuğunun 3 ay gibi bir süreye inebileceği tahminler arasında. Bu kapsamda Seattle merkezli Ultra Safe Nuclear Technologies (USNC-Tech) şirketinin üzerinde çalıştığı yöntem roketlerin hızını daha da artırmaya odaklanmış durumda. Firmadan yapılan açıklamalarda nükleer yakıtla çalışan roketlerin mevcutta kullanılan kimyasal motorlara göre iki kat daha güçlü ve etkin olduğu, roketlerin daha hızlı gitmesini ve daha uzun mesafe kat etmesini sağladığı söyleniyor. Mars konusunda yoğun çalışan bir diğer ülkede Çin. Temmuz 2020'de keşif aracı tarafından fırlatılan 'Tienvın-1' isimli keşif uydusunun, 197 gündür süren yolculuğunun mayıs gibi sonlanması bekleniyor. Geçtiğimiz günlerde ise Çin Ulusal Uzay İdaresi (CNSA), uydunun Kızıl Gezegen'e 2,2 milyon kilometre mesafeden çektiği bir fotoğrafı yayınladı.
Dünyanın en zengin iş insanlarından Elon Musk'ın uzay konusundaki çalışmaları da uzun süredir gündemde. Uzay şirketi SpaceX, Starlink internet projesi için uzaya roket göndermeye devam ederken uydu filosu giderek büyüyor.
Mars konusunda da iddialı olan Musk, iki yıl içinde Mars'a ekipsiz bir gemi gönderilmesinin planlandığını söylemişti. Ayrıca 2018 yılında Mars’ın yörüngesine Tesla marka otomobili gönderme girişiminde bulunmuştu. Bu deneyi roket motoru gereğinden fazla ateşlendiği için başarısız olmuş, araç Mars’ı ıskalamıştı.
Fakat Elon Musk, Mars’ta insan kolonisi kurma konusundaki kararlılığını söylemleri ile sürdürüyor. Tesla ve SpaceX şirketlerinin patronu Musk, paylaştığı bir tweet ile "Amaç servetimin yarısıyla dünyadaki sorunları çözmek, yarısıyla da Mars'ta kendi kendine yeten bir şehir kurmak" bu amacını vurgulamıştı.
Moda sektörüne ilgim çocukluk yıllarıma dayanıyor. Sonrasında da iş hayatımda bu alanda çalıştım. Bu anlamda bir süredir teknoloji ve modanın sinerjisi olarak tanımlanan Moda 4.0 ile ilgili gelişmeler benim için son derece cazip diyebilirim.
Hatta bu konuda pandemi öncesinde 2019 yazında Bodrum ve Çeşme Alaçatı’da “Yapay Zeka’nın Moda ve Güzellik Sektörü’ne Etkileri” konulu seminerler düzenlemiştim. Moda tasarımlarında teknoloji ile gerçekleşmekte olan değişimler ve yenilikçi ürünler katılımcıların oldukça ilgisini çekmişti.
Şimdi Moda 4.0 kavramına biraz daha yakından bakalım.
Dijital dönüşüm ve Endüstri 4.0, dünya genelinde etkilerini sürdüren ve tüm sektörlerde işletme fonksiyonlarını ve iş yapma yöntemlerini değiştiren iki önemli kavram. Bu kavramlar, moda sektöründe Moda 4.0 (Fashion 4.0) olarak karşılık buldu. Moda 4.0 kapsamında modaya katkı sağlayacak birçok teknoloji bulunuyor., Fashion ve Technology kelimelerinin birleşiminden oluşan Fashtech kelimesi ile de tanımlanan bu teknolojiler arasında nesnelerin interneti, sanal ve artırılmış gerçeklik, blok zincir teknolojisi, 3 boyutlu yazıcıları ve yapay zeka bulunuyor.
Peki bu teknolojiler moda sektöründe nasıl kullanılıyor?
Moda Sektörü’ne Katkı Sağlayan Teknolojiler
Moda trendlerinin belirlenmesinden, ürün kişiselleştirmesine, tasarımdan satışa kadar birçok alanda uygulamalar görülüyor.
Yapay zeka, trend geliştirme ve satın alma davranışların analizi ile kişisel beğeniye uygun giysi tasarımlarına katkı sağlayabiliyor. Ünlü trend tahminleri sitesi WGSN, moda sektöründe yapay zeka kullanımının 5G internet teknolojisinin yaygınlaşmasıyla artacağını öngörüyor.
Her ne kadar bu başarılı uygulamaları izliyor olsak da, iş biraz da komplike ve karmaşık görevlere, özellikle insanlarla etkileşim ve bir tepki oluşturma noktasına geldiğinde robotlar halen hızlarını sınırlayan birçok hesap yükü ile baş etmeye çalışıyorlar. Bu durum da onların yeterince hızlı tepki vermelerini engelliyor ve yavaşlatıyor. Tepkilerinin daha duraksamalı bir şekilde oluşmasına yol açıyor. Oysaki insan etkileşiminin olduğu ve robotların kullanıldığı birçok alanda algılama ve tepki süresinin oldukça kısa olması gerekiyor.
Şimdi konuya biraz daha yakından bakabilmek için önce bir robotun hareket sürecini ele alalım. Bu süreç üç temel adımdan oluşur.
Birinci aşama bizlerin duyu organları ile gerçekleştirdiğimiz algı aşamasıdır. Robotlarda bu aşama sensörler ve kameralar vasıtası ile veri toplama şeklinde gerçekleşir.
İkincisi bulunduğu konumun farkında olması, çevresini tanımlayıp haritalandırması ve bu harita içinde kendini konumlandırabilmesidir.
Son aşamada hareket yani eylem planlamasını yapabilmesidir. Bizler bu aşamaları hiç farketmeden gerçekleştirsek de bir robot için bu adımlar hem daha uzun zamana hem de yüksek kapasitede işlem gücüne ihtiyaç duyar.
Bu bahsettiğim konulardaki hız kazanma ihtiyacından yola çıkan MIT Bilgisayar Bilimleri ve Yapay Zeka Laboratuvarı (CSAIL) araştırmacıları, robotların tepkilerini hızlandırmak için yeni bir yöntem geliştirdi. Bu yeni yöntem “Robomorfik Hesaplama” (Robomorphic Computing) olarak tanımlandı.
Hesaplama kavramı, sensör ve kameralardan elde edilen verilerin robot zihninde anlam ifade etmesi ve eyleme geçmesi için yapılan bilgi işleme sürecini ifade ediyor.