''Moda sanat değildir, asla.” Bu, modanın en yaratıcı isimlerinden Jean Paul Gaultier’nin her fırsatta söylediği bir cümle. Yine de adına açılan retrospektif, bunu yalanlayacak nitelikte. Metropolitan Müzesi’nde 2011 yılındaki Alexander McQueen ve Paris’te 2010’da Paris Grand Palais’deki Yves Saint Laurent retrospektifinden sonra gördüğüm en başarılı kurgulanmış ve kapsamlı sergi. Ve hatta serginin küratörü Thierry-Maxime Loriot, teknoloji ve Jean Paul Gaultier’nin en belirgin özelliklerinden biri olan esprili bakış açısını en etkili şekilde harmanlayıp sunarak unutulmaz bir işe imza atmış diyebilirim. Sergideki cansız mankenlerin yüzlerine müthiş bir hologram tekniğiyle gerçek yüzler yansıtılmış. Yani cansız mankenler üç boyutlu bir şekilde sizinle konuşuyor, gülüyor hatta ara ara şarkılar mırıldanıyorlar. Jean Paul Gaultier de serginin girişinde aynı teknoloji ile izleyicilere üç boyutlu olarak ve kendi sesiyle karşılama konuşması yapıyor!
37 yıllık moda kariyerinde sunduğu koleksiyonlarında cinsiyet ve din sorgulamaları, esitlik, farklılıklar, özgürlük, isyan, azınlıklar, farklı kültürler, sokağın sesi ve insan bedeni en büyük ilham kaynakları arasında oldu hep tasarımcının. Çokkültürlü, cinsiyet kodlarına özgürlük getiren bakış açısı ve azınlıkların dışlanması konularını ele alan aktivist kimliği ile moda tarihinde kendi manifestosunu yazabilmiş bir tasarımcı.
Koleksiyonlarındaki teknik virtüozluğu ve hayal gücüyle Jean Paul Gaultier’nin dünyası, özgür bir toplum, kalıplardan sıyrılmış bir moda anlayışı ve formatlanmış güzellik tanımının dışında hem fantastik hem de bir o kadar gerçekçi, hayatın içinden, sokaktan..
MADONNA’YLA TURNEDE
Tek bir güzellik standardına bağlı kalmadan seçtiği modelleri ile karakterler yaratmaya bayılıyor. Gerçek hayattan ve insanlardan aldığı ilhamı podyuma taşırken kimi zaman Almodovar filmlerinden Rossy De Palma veya kimi zaman Beth Ditto, Bjork veya Dita Von Teese gibi farklı karakterler ve güzellik anlayışları, farklı vücut tipleri podyumunda yürüyebiliyor. Tabii ki sokaktan keşfettiği isimsiz modeller ile birlikte… Farklı renkler, ırklar, bedenler, ölçüler, cinsiyetler her zaman şovunun parçası oldular. Kimi zaman erkeklere etek giydirdi, kadınlar erkek takım elbiseleri ile salındı podyumda...
Sergide Gaultier’nin ikonik tasarımları olan yeniden keşfettiği korseleri, trençkotları, Picasso’dan devraldığı Breton denizci çizgilerinin yanı sıra, film, dans, sahne ve konser kostüm tasarımlarının multimedia sunumları da en ilgi çeken bölümlerden. Madonna’nın 1990 ‘Blonde Ambition’ dünya turnesi, 2006 ‘Confessions’ turnesi ve ‘Frozen’ videosu, Beyoncé ve Kylie Minogue’un sahne kostümleri, Pedro Almodovar ve Luc Besson’un ‘The Fifth Element’ film kostümleri, Richard Avedon, Andy Warhol, Cindy Sherman, Mario Testino’nun unutulmaz fotoğrafları ile sergi adeta bir zamanda yolculuk tadında.
‘Jean Paul Gaultier: ‘From Sidewalk to Catwalk’ sergisi ilk olarak Montréal’de sonrasında Dallas, San Francisco, Madrid, Rotterdam, Stockholm’de 940 bin izleyiciye ulaştı. Brooklyn Müzesi ile de birlikte milyonun bayağı bir üzerinde ziyaretçiye ev sahipliği yapmış olacak. Sırada Londra’da Barbican ve Melbourne Avustralya var. Bugüne kadar dünya çapında 10’dan fazla müzede/mekânda sergilenen ilk sergi olma unvanını taşırken, modanın tarihsel ve kavramsal tarafına ışık tutan bu sergiyi bizde de görebilmek ne kadar faydalı olurdu diye düşünmeden edemiyor insan.
En ‘hip’ yeri arıyorsanız
Gitmeniz gereken restoran/bar Omar’s. Geçen New York Moda Haftası sırasında parladı, daha sık konuşulur oldu. Zamanın popüler restoranlarından Lion’un işletmecilerine emanet. Şimdiden üyelik sistemine geçmiş bile. Üyelik ücreti 1000 dolar, eğer tanıdıksanız. Omar’s’da esas mesele arka kısmında, kapalı kapılar ardındaki odalarda yemek yiyip özel barında takılmak. omar-nyc.com
Ünlülerin tıkış tıkış eğlendiği kulüp
Aktris Chloë Sevigny’nin kardeşi Paul Sevigny, New York ve Los Angeles gece hayatının kilit figürlerinden. Son dönemlerin en ses getiren kulübü Beatrice Inn’e ortaktı. Yeni projesi Baby Grand ile yine şaşırtmadı, yılın en popüler gece kulübüne imza atmış oldu. Girmesi de çıkması da zor bu kulüpte sürekli özel bir parti veya davet var. Rutin gecelerdeyse kapı oldukça seçici. Müzikleri her gittiğimde Bodrum Barlar Sokağı havasında olmasına rağmen, kulübün ufaklığı, dekorasyonu ve tabii ünlü müdavimleri, Baby Grand’ı hip kulüp yapmaya yetiyor. babygrandnyc.com
Hâlâ moda Drunkorexia
Daha fazla içki içip daha az kalori almak için öğün yememek demek. Kadınlar arasında yaygın. Missouri Üniversitesi’nin bir araştırmasına göre kadınların yüzde 16’sı içki içecekleri zaman gün boyu yemek yememeyi tercih ediyor. Bu kavram kadınlar arasında o kadar yayılmış ki nasıl yapıldığını anlatan onlarca blog türedi.
Herkes Manson, herkes Gaga
Uzun bir süredir Marilyn Manson veya Lady Gaga dışında kullanan kimseyi görmemişti. Artık geri döndü. Lens olduğunu bağıran rengârenk lensler tekrar popüler. Mavi ve vampir kırmızısı gibi uç renkler bir Cadılar Bayramı aksesuarı olmaktan çıktı, günlük hayata yerleşti. Lenslerin satışındaki ciddi artış uzmanları harekete geçirmiş; degilerde, programlarda bol bol görüş vererek hijyenik olmayan koşullarda lens takmanın önüne geçmeye çalışıyorlar.
80’ler, 90’lar sokak stilinin, sesinin direkt moda akımlarına dönüştüğü yıllardı. Sokaklardan onlarca fikir, ilham kaynağı çıktı. Son yıllarda dijital çağın yükselişiyle bu durum değişti, sokağın gücü yerini Instagram etkisine bıraktı.
80’lerde bireysel stiller ana akım modayı yaratırken, şimdilerde Instagram gibi sosyal medya kanalları modaya yön verebiliyor.
Ancak bu etki eskiden olduğu gibi sadece trend yaratmakla kalmıyor, çeşitli içerikler üreterek markalara, tasarımcılara, modellere karşılıklı iş imkânı yaratıyor, sektördeki hiyerarşiyi ve popülerlik indeksini yeniden şekillendiriyor. Bugün elinde internet gücünü bulunduran gençlik hem kendi dünyasını yaratarak hem kendisini takip edecek taraftarlar kazanarak azımsanmayacak bir popülerlik gücüne kavuşuyor.
POPÜLERLİĞİN YENİ KURALLARI
Artık popülerliğin de ölçüm şekli değişti. Popülerlik eskiden daha basit, tekboyutlu bir dinamikti. Top 10 listelerinde 1 numara olmak, en çok rating’i alan TV programında yer almak, en büyük gişeyi yapan filmde oynamak yeterdi. Dijital devrim her alanda olduğu gibi popülerlik meselesinde de tüm kuralları yıktı, ebzerleri bozdu. Madonna’nın Instagram’da 800 bin takipçisi olurken, birçoğunuzun hayatı boyunca duymadığı ve duymayacağı 26’sındaki İtalyan blogger Chiara Ferragni’sini (Blondesalad) 1.5 milyon takipçisi olabiliyor mesela. L2 adlı sosyal medya ajansının bir araştırmasına göre Instagram, YouTube’dan, Tumblr’dan, Pinterest’ten hatta Facebook’tan 25 kat daha etkili bir iletişim platformu. Artık Instagram sayesinde herkes ne zaman meşhur olacağını hesaplıyor. Herkes kendi imajını parlatma, pazarlama derdinde. Bu devirde, bu şartlarda popüler olamamak sanki bir kusur, bir ayıp! Andy Warhol bile bu kadarını tahmin etmemişti belki de!
KOLEKSİYON DEĞİŞTİRTEN PAYLAŞIMLAR
Nasıl 90’larda süpermodellerin süslediği dergi kapaklarını, moda kampanyalarını, 2000’lerde aktrisler domine ettiyse son 5 yıldır Instagram sayesinde meşhur olmuş ‘It Girl’ler başrolde! İnternetin gücüyle anbean, günbegün stillerinin takip edildiği kızlar markaların, dergilerin yeni favori yüzleri.
Dünyada 130 civarında moda haftası var. Her hafta bir yerlerde bir moda haftası yaşanıyor aslında. Yani iki sene boyunca başka hiçbir şey yapmadan sadece moda haftalarını takip edebilirsiniz! Tabii ki aralarındaki hiyerarşiye göre prestijleri ve moda endüstrisine yön verme oranları büyük değişkenlik gösteriyor. Paris-Milano-Londra-New York kare asının yanına son 5 -10 yılda Brezilya, Avustralya ve Japonya yanaştı. İstanbul da potaya geç de olsa girdi. Potaya girmek uluslararası takvimde hiç değilse en önemlilerle çakışmayacak bir boş hafta bulabilmek ile başlıyor, sonrasında da esas olay başlıyor. İstanbul Moda Haftası da dokuzuncu sezonunda Mercedes-Benz sponsorluğu ve uluslararası organizasyonlara imza atan IMG şirketi ile doğru adımlar atmaya başladı.. Bu sezon uluslararası basın ve satın almacıların gelmesine de daha çok önem verilmiş. İlk ve gerçekçi hedef olarak Avrupa değil, Ortadoğu ve bu sefer yeni bir açılım olarak Uzakdoğu pazarından satın almacılar getirildi. Her sezon kazanılan deneyimle de bazı organizasyon aksaklıkları düzeliyor. Tüm taraflar (tasarımcılar, organizatörler, gelen davetliler, basın, PR şirketleri) de moda haftası kültürüne alışmaya başladılar. Ancak tabii ki halen ‘yerel’ sularda seyreden IFW (Istanbul Fashion Week) ana sponsoru olan Mercedes Benz ile görünürlüğünü artıracak, sesini daha kolay duyuracak bundan böyle. Tabii bu da tasarımcılara daha büyük sorumluluk yükleyip disiplin getirecek. Uluslararası basının ilgisini çekebilecek, ilham verecek, yaratıcı işlerin ortaya çıkmasına odaklanmak gerek artık. Şu anda mevcut en büyük sorunlar ise ‘tasarım kalitesi’ ‘koleksiyonlar’ ‘modeller’ ve ‘styling’
Gelişmeler:
Kendi markalarını kurmuş genç moda tasarımcılarının deneyimlerini güçlendirmesi, markalaşmalarını sağlanması ve iş planlarının oluşturulması konularında destekleyen ‘İstanbul Fashion Incube’ çok doğru bir girişim. İlerki senelerde faydaları çok daha fark edilecektir.
Moda haftası için seçilen Kuruçeşme mekânı güzel, giriş çıkış, oturma planı, halkla ilişkiler ekibinin çok iyi ve koordineli çalışmaları güzel gelişmelerden.. İlk sezonların birinde yaşanan efsane İtalyan moda editörü Anna Piaggi’nin kapıda kalması gibi skandallar da yaşanmadı haliyle - ‘ Studio’ bölümünün anlamını bulması ve tasarımcıların yaratıcılık alanlarını açarak daha boyutlu işlere imza atmaları sevindirici. Bu anlamda da bu bölümün yıldızı bir anda tüm dikkatleri üzerine çeken ‘Maidinlove’ markasıyla Hande Çokrak oldu. Koleksiyon bütünlüğü, tasarımcı kimliğini yansıtma becerisi ve sunumdaki yaratıcılığıyla ‘Studio’ bölümünde harikalar yaratmış...
Zeynep Erdoğan da bu sezon defile değil stüdyo sunumunda konsantre ve geçen sezonlara oranla çok daha net bir koleksiyon sundu. İsimsiz cisimsiz modelleri podyumdakilerden bazı modellerden çok daha iyiydi.
Defile bölümünde de geçtiğimiz ay Londra Moda Haftasında sunduğu koleksiyonlarla Gül Ağış (Lug Von Siga) Paris ve Milano Moda haftalarının da ortak trendlerinden biri olan etnik referanslar ile oluşturduğu koleksiyon ile, Zeynep Tosun da 20”ler siluetlerini spor giyim detaylari ve el işlemeleri ile zenginleştirdiği koleksiyonu ile parladılar.
Özgür Masur Kuruçeşme çadır alanında değil İngiliz Konsolosluğunda gerçekleştirdiği hazır giyim ve haute couture tasarımları birleştirdiği defile ile tasarımcı kimliğini iyice oturtuyor. O’nu Türkiye’nin Giambatista Valli’si olma yolunda görebiliyorum..
Üç gün önce sona eren Paris Moda Haftası, koleksiyonları, göz kamaştıran şov prodüksiyonları, davetleri ve partileriyle yine şaşırtıcı yine benzersizdi
Önümüzdeki sezon trendleri belirleyecek 5 marka
DIOR: John Galliano’nun skandal ayrılışıyla Dior’un kreatif direktörlüğüne gelen tasarımcı Raf Simons, efsane tasarımcı Dior’un mirasını mükemmel bir şekilde yorumlayan bir koleksiyon sergiledi Paris’te. Dior yaşasaydı kendisi de Dior kadınını bu modernlikte hayal ederdi bence. Set tasarımıyla adeta bir harikalar diyarını anımsatan defilede Simons, Dior kadınının kodlarını en çağdaş şekilde biçimlendirmiş. Klasik ceketler, çiçek desenler, florasan renkler, 50’ler siluetleri ve finaldeki muhteşem metalik kokteyl elbiseleriyle Paris’in yıldızı olmayı başardı.
CELINE: Tasarımcı Phoebe Philo, Celine markasının kreatif direktörlüğünü yapmaya başladığında ‘yepyeni bir kadın’ silueti ve tasarım anlayışıyla adeta bir devrim gerçekleşmişti. Hatırlayacaksınız, moda eleştirmenleri tarafından ‘21. yüzyılın yeni minimalizm ve modernite anlayışını temsil eden tasarımcı’ olarak lanse edilmişti. Ticari olarak da kabul görmesi uzun sürmedi ve bir anda tüm kadınların gözde markası oluverdi. Kim Kardashian’ın bile... Özellikle ‘it bag’ denilen ve sezonun en çok arzulanan çantası olma unvanını birkaç sezondur elinde başarıyla tutuyor, rakiplerine şans bile tanımıyor. Müthiş bir koleksiyon, 1920’lerin ünlü fotoğrafçısı Brassai’nin Paris graffiti kayıtları referansı, ultra modern kesimler, desenler, formlar ve yine yepyeni taptaze bir kadın.... Philo fonda çalan Soul 2 Soul’dan ‘Back To Life’ parçasıyla yine sezonun en iyi defilelerinden birine imza attı ve asla tıkanmayacak, kendini hep geliştirecek bir tasarımcı olduğunu kanıtladı.
GIVENCHY: Tasarımcı Ricardo Tisci yarattığı ‘rock-elegan’ şıklıkla yeni jenerasyon tasarımcılar arasında da yıldızı en parlak olanların başında geliyordu. En cool, en hip, en havalı, en rock, yeni Parizyen hep onun adıyla anıldı ve en çok kopya edilen markalardan biri oldu. Bu sezonki koleksiyonuysa tasarımcının couture ustalığını hazırgiyime, tasarımcı kimliğini de bir üst seviyeye taşıyan bir sıçrama tahtası oldu. Defile mekânına girer girmez alanın ortasındaki çarpışmış, dumanı tüten siyah Mercedes’ler ve makyaj sanatçısı Pat McGrath’ın muazzam yüz maskeleriyle birlikte sergilediği bu koleksiyonuyla yine Givenchy markasını sezonun trendsetter’ı yaptı ve kariyerinde yepyeni bir sayfa açtı denebilir.
CHANEL: Karl Lagerfeld için boşuna ‘modanın dâhisi’ denmiyor. Bitmek tükenmek bilmeyen bir enerji ve yaratıcılıkla Chanel markasını hep zirvede tutmayı çok iyi biliyor. Her sezon gençleşen, modernleşen, özgürleşen bir Chanel kadın profiliyle Paris Moda Haftası’nın yıldız defilelerinden olmayı başarıyor. Defilenin yapıldığı Grand Palais’ye girerken “Acaba bu sefer nasıl bir set tasarımı, nasıl bir konsept, nasıl bir muziplik planladı?” diye düşünmekten kendinizi alamıyorsunuz. Bu sezon da yine beklentileri fazlasıyla karşılayan bir koleksiyon ve şov gerçekleştirdi. Grand Palais, kocaman bir sanat galerisine dönüştürülmüştü. Sanat eserleri de yine Lagerfeld tarafından tasarlanmıştı. Jay Z’den ‘Picasso Baby’ parçası eşliğinde sunulan koleksiyonun her parçası ‘sanat’ içeriyordu. Renkler, dokumalar, pleksi aksesuarlar, graffitili sırt çantaları, incecik deri pantolonlar, plastik boyalı danteller, işlemeler ve daha nice çeşitliliğiyle her parçası giyilebilir bir koleksiyondu. Bu sezonki çantaların kapışılacağı ve kült olacağı kesin.
VALENTINO: Paris Moda Haftası’nın kelimenin tam anlamıyla en ‘güzel’ koleksiyonlarından biri de Valentino’ydu. Defileyi izlerken bunun bir hazırgiyim defilesi olduğuna inanmak güçtü. Haute-couture ayarında bir koleksiyondu açıkçası. Öylesine lüks detaylar ve inanılmaz bir işçilik ki sergilenen, kıyafetlerin güzelliği ve romantikliğiyle insan adeta büyüleniyor. Tasarımcılar Maria Grazia Chiuri ve Pierpaolo Piccioli, Roma Operası’ndan aldıkları ilham, artık imzaları haline gelen siluetleri, desen işlemeleri ve bohem-romantik tarzlarıyla en ağır tarihi referansları bile en modern haliyle sunmayı başarıyorlar.
Paris’in vazgeçilmez avangard üçlüsü
Darısı bizim moda haftasının başına!
İtalyan Moda Konseyi yeni yönetim kuruluyla birlik çağrısı yaparak Milano’yu tekrar şahlandırmak üzere çalışmalara başladı. Dünya moda ekonomisinde çok güçlü yerleri olan Prada’nın CEO’su Patrizia Bertelli, Angelo Missoni, Ermenegildo Zegna ve Tod’s markasının CEO’su Diego Della Valle işi devraldılar.
İlk olarak İtalyan markası Costume National, Paris’te değil Milano’da defile yapması için ikna edildi. Sırada Prada’nın diğer markası Miu Miu’nun olduğu konuşuluyor.
Partileri birkaç senedir sönük geçen Milano, bu sezona iyi hazırlanmıştı. Gece başına ortalama iki-üç davet/parti düştü. Zamanında “Milano Moda Haftası’na sadece üç gün ayırabilirim” diyerek koyduğu tavırla moda dünyasında tartışma yaratmış Anna Wintour’un bile bu kez yedi gün kalması Milano’daki haraketin belirtisi oldu.
Moda haftaları arasında Paris, tarihi mekanlarının kullanımıyla hep öndedir. Milano Moda Konseyi de yenilenme kararlarının içerisine bu maddeyi dahil etti ve daha önce defilelere açık olmayan birçok tarihi mekanı tasarımcıların, markaların kullanımına açtı. Bu açılım bir şehrin moda kültürünün gelişmesi, tanıtımı ve moda haftasının tüm şehire yayılması açısından büyük önem taşıyor. İstanbul’daki en büyük eksikliklerden biri de bu zaten.
Dünyanın en önemli opera sahnelerinden biri olan La Scala’da ilk gece düzenlenen davet, Milano’nun dünya moda arenasında söz sahibi güçlerden biri olduğunu tekrar hatırlatmak ister gibiydi. Milano Valisi’nin, Conde Nast International’ın sahibi Jonathan Newhouse’un ve Anna Wintour’un ev sahipliğinde verilen davette ünlü tenor Vittorio Grigolo aryalarıyla açılışı yaptı. Uzun zamandır yan yana görülmeyen birçok önemli ismi ağırlayan davet moda haftasının en iyisiydi.
Genellikle Hollywood ünlülerinin rağbet etmediği Milano Moda Haftası’nda bu sezon Cate Blanchett, Blake Lively, Frieda Pinto, James Franco, Juliette Lewis çeşitli davetlerde görüldüler.
Yıl olmuş 2013, moda endüstrisinde tartışma konusu hâlâ ırkçılık! Bu konunun iki sezonda bir gündeme gelmesinin bu seferki nedeni, NY Moda Haftası’nda siyahi modellere göstermelik yer verilmesi. Hayli dikkat çeken bu orantısızlık sadece New York değil, bir önceki sezon Paris Moda Haftası’nda da kendini hissettirmişti. Tasarımcı Raf Simons’ın Dior için hazırladığı koleksiyonun defilesinde, Phoebe Philo’nun Celine markası ve Hedi Slimane’in Saint Laurent defileleri tek tip beyaz model kadrolarıyla dikkat çekmişlerdi. En son ünlü blogger Bryanboy, Diesel defilesinde sembolik olarak tek siyah model kullanılmasını da sert bir şekilde eleştirdi.
90’LARDAN SONRA GERİYE GİDİŞ
90’lardaki ‘süpermodel’ döneminden sonra, podyumlar renksizleşmeye başladı, son yıllarda etnik modellerin defilelerde yer bulma oranı giderek düştü. Bu tersine gidişat tasarımcıların ve moda sektöründeki etkin kişilerin güzellik anlayışlarının değiştiğini mi yoksa içerlerde bastırılmış ırkçı duyguların gün yüzüne çıktığını mı göstermekte?
Ünlü şarkıcı David Bowie’nin karısı top model Iman, bu konuda sözünü sakınmayan isimlerin başında geliyor. Geçenlerde uluslararası moda kurul ve derneklerine açık bir mektup yazarak herkesi sert bir dille uyardı. Herkesi şu sıralar moda severlerin en favori markası olan ‘Celine’in kreatif direktörü Phoebe Philo’nun defilelerinde ırkçılık yaptığı gerekçesiyle boykot etmeye çağırdı. Iman, ‘Celine’in sekiz sezondur defilelerinde tek bir siyahi modelin yer almamasına ateş püskürüyor. Ve bu konuda protestoların başlaması gerektiğine inanıyor. 90’lardaki ‘supermodel’ döneminde, Naomi Campbell’ı defile kadrosuna almayan markanın defilesine çıkmayı reddeden efsane kadro Linda Evangelista, Christy Turlington, Cindy Crawford, Stephanie Seymour’un gösterdiği müthiş dayanışma günlerindeki gibi...
Iman, özellikle Amerika’nın ‘First Lady’sinin siyahi olmasına rağmen, etnik ayrımcılık konusunda 1960-70’lerdeki durumdan ileri değil tam tersine geri gidildiğini düşünüyor. Zaten Amerikalı birçok siyahi, Obama’nın başkanlık sürecinde giderek ‘beyazlaştığında’ hemfikir.
Şu sıralar ‘models.com’ adlı ünlü model web sitesinde 1 numara olan siyahi top model Joan Smalls da kariyerinde bu noktaya gelene kadar ırkçı yaklaşımlarla karşılaşmış. Gittiği ‘casting’ lerde tasarımcıların sadece prosedürün bir parçası olduğu, başları sıkıntıya girmesin diye siyahi model kullandıklarının adeta bir itirafı niteliğindeki: “Siyahi modelimizi bulduk, teşekkürler” tadında cümleleri çok sık duyarmış. Son zamanlardaki kamuoyu tepkisi markalar ve tasarımcılar üzerinde etkilerini göstermeye başladı. Prada neredeyse 20 yıldır ilk defa bir siyah modeli (Malaika) son reklam kampanyasında kullandı. Son defilesinde ise Dior, çok sayıda etnik modele kadrosunda yer verdi.
Bu konu podyumdaki modellerin etnik çeşitlilik sayısının artmasıyla tamamen hallolacak değil, o buzdağının görünen kısmı. Esas konuysa bence güzellik anlayışının sadece kendinden olana, sana benzeyene has bir şey olmadığı algısının yaratılması. Sonuçta ayrımcılık yapmadığını savunan, defile konseptine ve tasarımlarına sadece beyaz modeller uyduğunu söyleyenler, aslında kıyafetlerinin siyahi ve etnik modeller üzerinde iyi durmayacağını düşündüklerini de itiraf etmiş olmuyorlar mı?
Sezonun ilk moda haftasından sıcak dedikodular, mühim detaylar...
New York Moda Haftası, New York’ta başlayıp sırasıyla Londra, Milano ve Paris’te devam edecek 1 aylık moda maratonunun ilk ayağı olduğu için genelde editörler, modeller, fotoğrafçılar için okulun ilk günü tadında, heyecanında geçer. Bu yıl da gelenek bozulmadı, moda haftası tazeliğini korudu. Havanın da güzelliği, defileler arası trafikle boğuşmak yerine yürümek alternatifini doğurdu.
Moda haftasından göze çarpan belli başlı trendlere bir göz atalım: 80’lerin, 90’ların etkileri bu sezon da birçok koleksiyonda kendini hissettirmeye devam ediyor. Bu sefer koleksiyonlara 90’ların ‘grunge’ akımından ziyade minimalist yönü hâkimdi.
New York’un ruhundan gelen sokak stilinin, logoların, göbeği açıkta bırakan üstlerin, diz altı bol pantolonların, maskülen ve atletik kesimlerin, spor giyimin şehirde giyilme formüllerinin de hâkimiyeti göze çarpıyordu.
Yine New York sokaklarının bir şehir planlama harikası olan ‘ızgara sistem’ düzeninden ilham alınarak yaratılan geometrik kesimler ve çizgiler başroldeydi.
Rahatlığın ön planda olduğu, monokrom renkler, keskin siluetler, transparan, şifon katlar ve bir süredir devam eden topuksuz- düz ayakkabılar (hatta Birkenstock terlikler) ilkbahar-yaz koleksiyonlarının göze çarpan ilk detaylarıydı.
Toz pembe yazın rengi; sörf ve tenis temaları da yazın başlıca ilham kaynağı olacak. Şimdiden söyleyeyim!