Paylaş
Ha, bağımsız radyonun finansmanı zor olduğu için bir de tabii “züccaciye esnafı...” Bağımsız radyonun bağımsızlığına dokunmayacak sponsor modelinin icat olmasını beklerken boş durmuyor.
Ayça’yla İzmir’de, Güzelbahçe’de bir balık lokantasına çökmüş, masanın bidindeki camekana köpük çalan, kurşuni denize bakıyoruz.
Tuhaf bir kış geçiriyor İzmir; birkaç gün önce son 52 yılın en soğuk günü yaşanmış. O gün de buzz gibi hava; Ege Denizi’nin güzelliği; günbatımının, gökyüzünün rengi... Tarifi belagatı aşan bir hâl...
Geçtiğimiz Ağustos sonu, ben bir başka dostumla Caddebostan sahilinde yürüyüp bir müddet önce muhabbet arasında Ayça’dan da dem vurmuşken, kulağında iPod olduğu hâlde kullandığı bisikletle az kalsın üzerimden geçiyordu. “Yuh!”ladığımda, pedal basmaktan fuşyaya kesmiş kulaklarından kulaklıkları çıkarıp; “A a, çok komik, tam da seni düşünüyordum!” dedi: “Haftaya senin memlekete taşınıyoruz; nasıl fikir?!.”
Daha birkaç gün öncesinde konuşmuştuk; böyle bir konusu yoktu. Ayça böyledir. Yarın gelip evdeki atölyede elceğizleriyle uzay mekiği yaptığını ve bu aralar Dünya bastığı için önümüzdeki ay Jüpiter’e uçmayı düşündüğünü söylese, “E, su gibi git kardeşim madem, ortam latifse biz de arkandan geliriz” derim ve ben daha cümlemi tamamlamadan o yola koyulmuş olur.
O Ağustas gününden beri öyle şeyler değişti ki ikimizin de hayatında; on yıla serpiştirsek dar gelir...
Ayça, İzmir’e taşındı; ergenliğin göbek deliğinden bildiren oğlu Memo’yu bir İtalyan okuluna verdi; son çalıştığı radyodan kovulma hâline tepkiyen kemik dinleyicilerinin de büyük desteği ve “Beyi” Toni ile aycaevhali.com isminde bir internet radyosu kurdu. Bugünlerde de radyonun sitesinin açılışıyla coşmakla meşgul: Eli kalem tutan arkadaşlarından Twitter fenomenlerine birçok kişinin köşe yazdığı, farklı sektörlerden dostlarının ve aile fertlerinin (Valide Sultan Semra Hanım, Ana Haber Bülteni yapıyor mesela) program yaptığı, misal Joy FM’den bildiğiniz Bilge Kocaefe’nin de seçtikleriyle 24 saatin müzikle geçtiği bir site...
Kendi programını, sabahları 09:00-11:00 arasında, eşi Toni ile birlikte yapıyor: “Karı-koca kavgası, kadının evlilikteki rolü, ezber bozan rol dağılımımız, çocuklu bir kadının çocuğunun babası olmayan bir adamla evliliği ve ilişkilerinin bazen rahatsız edici derecede saydam oluşu... Ben bazen utanıyorum bu kadar açık olmaktan. Şimdilik siteyi doğrultabilmek ve geçinebilmek için sitede bol bol ürün dizayn edip satıyorum. Ellerimle kupalar, kahve fincanları çizip satıyorum. Tükkan diye bir bölüm var sitede. Orada baskılarını yine benim dizayn ettiğim yastıklar, kol saatleri, duvar saatleri, birçok ürün satıyoruz.”
Takdime lüzum yok; memleketin, sağdan say soldan say, kaç “menşur” radyocusu vardır; onlardan biri Ayça Şen. Ve benim tay tay çağlarımdan beri dostum olmasının yanında, büyük hayranı olduğum, 43 yıllık ömrümde bir eşine daha rastlamadığım türden bir -kulağa çişli gelmeyecek şekilde nasıl ifade edilir tam da bilemiyorum ama doğruya doğru:- mülti-yetenek.
Biz tanıştığımızda özel radyolar yeni açılmış, o da DJ’er arasında şapşahane nam salmıştı. Yanısıra mizah dergilerine karikatür çiziyor, dergilere röportajlar yapıyordu. Akademinin seramik bölümünden terk, resim tedrisatından geçmiş bir ‘artist’ adayı, TRT Çocuk Korosu’nun şan eğitimli afacanlarından biri, eli öyle böyle değil şahane kalem tutan bir muharrire olduğunu sonradan öğrenecektim.
Geçen çeyrek asırda, romanları yayınlandı, resim sergileri açtı, kendi söz ve bestelerinden oluşan şarkılarla albüm çıkardı, VJ’lik ve televizyon programları yaptı. Şahsen ben de bir koltukta on karpuz tiplerden hazzedenlerden değilimdir ama, gönül gözüyle bakıp da söylüyorsam namerdim, hepsini de misler gibi yaptı.
Yine de her şey bir yana, radyo bir yana:
“Ben mesela, özel radyolar açılmasaydı bu ülkede, ne yapacaktım, bankacı mı olacaktım? O zaman TRT, merete, bir tek devlet radyosu var. Çok önemliydi radyo. Bir karışık kasetlerimiz vardı, bir de radyo vardı, düşünsene. Ecnebi müzikleri ordan buluyorduk, batıya bakan tek yüzümüz buydu bizim. Orta bir, orta iki zamanlarından bahsediyorum. Biz de artık bıkmışız burdaki mutsuz ortamdan, insanların yüzündeki dertli ifadelerden filan. Ben başucumda, babamın yurt dışından getirdiği kurmalı, çok şeker bir radyoyla yaşıyorum. Benim için çok önemli bir şey o. Onu dinleye dinleye uyuyorum. O müzikler benim için ileriye umutla bakma hâli; onun dışında her şey mizerya. Radyodan süzülense sürekli bir mutluluk, sürekli bir aydınlık. Radyo bana sorarsan ışıklı bir kutu. Karanlık bir kutu ama kafanın içini ışıtan, zenginleştiren bir yer.”
Bir de merkezkaç gibi radyo; hayat dönüyor dolaşıyor, ebedi bir döngüye sarıyor: Radyodan yükselen yarenliğe, ruhunu sağaltan melodilere:
“Üniversiteye girdiğim yıl, özel radyolar başlamıştı illegal olarak. Ben de öyle başladım; Genç Radyo’da. Şimdi düşünüyorum da, o zamanlar gençliğim radyoyla o şekilde başlamıştı, şimdi de orta yaşlarım, radyoyla bu şekilde başlıyor. Çünkü yine aynı şekilde bir yanıyla baktığında kanunsuz. Henüz bir internet radyo yayın kanunu yok ve ben yine aynı yerdeyim. Bana o manada tuhaf şekilde, ikinci baharı yaşıyorum gibi geliyor. Ki radyoculuk, kalburüstü bir iş değildir; lümpence bir iştir. Entel entel laflar etmezsin, trafikte giden seni dinler, daha halk çocuğusundur. İlk başladığımda, çok gıcık bir kibrim olmuştu; çünkü TRT Çocuk Korosu’nda falandım ya, en güzel stüdyoları görmüşüm. Çok fazla gazına gelmiyordum. Dinleyincinin gazına şimdi şimdi gelmeye başladım aslında; çok acayip. Kendi radyon olunca, bağımsız radyo olunca, şimdi artık her şeyden bahsedebiliyorum. Sıçmaktan bahsediyorum, osurmaktan bahsediyorum, sevişmekten bahsediyorum, herrr şeyi anlatabiliyorum. Öbür türlüsü kibarlık adı altında sahtekarlığı, ikiyüzlülüğü destekliyor hem de hiçbir şey yok ortada. Duman var et yok; öyle bir mangal.”
Eskisiyle bugünün radyosunu mukayese etmeye girişmiyor bile. Fakat radyo hayatıyla gerçek hayat mukayesesi, şimdiki aklıyla, dertli mevzu.
“O zamanlar gençtim ben, neyin ne olduğunu çok da bilmiyordum ki. Bir sevinç içindesin, hiçbir şey yapmayıp sadece konuşuyorsun. Manyaklık olarak gösterilen özelliklerin sana meslek olarak sunuluyor. Ama çok genç yaştan itibaren, sosyalliği öğrenememiş olmayı çok önemli bir bedel olarak görüyorum. İnsanların seni sen olarak kabul etmesi, senin sen olarak tasdiklenmen, kabul görmen, sevilmen... Sosyal bir rol üstlenmiyorsun, tamamen, olduğun gibi, sen neysen o yani; köy delisi ehliyeti gibi. Sonra çağ değiştikçe, seni tasvip etmeyen insanlarla bir araya getiriyor seni hayat; ne bileyim, çocuk yapıyorsun, veli toplantısına gidiyorsun, kimse senin gibi değil. Kocan var, onun arkadaşları var, öğretmenler var, diğer veliler var, bunlar senin doğal olarak, tercihen içinde bulunacağın ortamlar olmayabiliyor. Gerçi ben çocukluğumda da böyle, istediğim gibi takılırdım ama o zaman çocuktum. Ha çocuk, ha deli... Sonra çocukluktan böyle bir şeye geçince, yetiştin metişkin olmuyorsun, mahallenin delisi oluyorsun işte.”
Ayça böyledir. Verin eline bir kırbaç, sabahtan akşama kendini dövsün. Abi, öyle deme şeklinde lafa girip iki satır onu olumlamaya yeltenmeye gelmez, itiraz eder, argüman geliştirir, insanı yorar. Kendini yine, sanki fena bir şeymiş gibi tarif edişine bakıp, ona “Hade len” deyip, içimden Ayça’nın varlığına şükrediyorum. Ne uğraşacağım canım, susuyorum. Mahallenin delisine kurban olunur be.
Paylaş