Pazartesi akşama doğru, Ayça’m Şen’imi dürttüm: "Abi akşam ne yapıyorsun? Gel seni Ayşe Opereti’ne götüreyim."
Tuhaf bir şey görmüş gibi suratıma baktı ve dudağının kenarıyla tükürür gibi "Cık!" dedi özetle...
"Anlıyorum" dedim, "Çoluk çombalak sahibi bir kadınsın neticede; eve gidip yavrunu besleyeceksin. Peki yarın akşam durumun nedir? Memo’yu ayarlayabilirsen benimle 4 Bale’yegelir misin?"
Daha da tuhaf bir ifadeye büründü: "Ama niye böyle tekliflerle beni kendinden uzaklaştırmaya çalışıyorsun ki? Hayır, bir de suçu bacak kadar sabiye yüklüyorsun? Operetti baleydi, böyle ahláksız tekliflerde bulunup, sonra bir de üstüne... Tö’be tö’be..."
"Peki" dedim, "Anladık. Yemedin. O zaman daha düz bir şekilde sorayım: Yalvarsam, yakarsam, dizlerine kapansam?"
"Çok isterdim ama evde çocuk bekler abi!" diye koşarak uzaklaştı!!!
Kandıramadık velhasıl. Kandıramadığımız gibi, vicdanına olta atıp ikna da edemedik.
Dostluk dediğin, bizim lûgatımızda, "iyi günde-kötü günde; hastalıkta-sağlıkta; geyiğin ve partilemenin şahında-kaçınılması mümkün olmayan sosyal okazyonda" birlikte olmaya baş koyulan bir ahde imza atmaktır oysa?..
Hain tırtıl, pis tırtıl; adi kanka, pis Ayça!..
Hak vermiyor da değilim esasında. Hak vermemek de ne; normal şartlar altında -bizim ’norm’larımız genele ne kadar normal gelirse artık, onu da bilemem- o bana durduk yerde böylesi teklifleri mitralyöz gibi saydırsa, Ayça’nın annesine "Memo’nun velayetini Ayça’dan almak gerekir mi gerekmez mi? Ayça’nın ruh sağlığında benim gözden kaçırdığım bir erozyon gerçekleşmiş olabilir mi?" endişesiyle telefon filan açarım.
Üst üste geldi n’apalım. Her iki eseri de izlemeye dair sözüm var ve bu tarihleri, çoook evvelden, olmayan randevu defterime, yani mutlaka hatırlatmaya, dürtülmeye ihtiyaç duyan akıl defterime not düşmüşüm.
Ya görülecek, ya görülecek...
İyi, güzel de kimle gidilecek?
Malûmunuz, memlekette müzikal dediniz mi şöyle bir duruluyor. Hele ki "operet" kelimesi, insanda gayrı ihtiyari bir ürperti uyandırıyor.
Geçen yıl, sahne sanatları için "rüya takım" diye nitelendirilebilecek Mucizeler Komedisi’nde yaşadığım travmayı düşünüyorum da...
Mustafa Oğuz, Yavuz Turgul, Işıl Kasapoğlu, Beyhan Murphy gibi bir ekip bir araya gelmiş. Sahnenin üzerinde, başta üstüninsan Şener Şen olmak üzere, Güven Kıraç, Şevket Çoruh, Pamela Spence, Mirkelam ve müzikalin yegáne "iyi" sürprizi olan, bu oyun sayesinde, televizyon ve hatta sinema şöyle dursun, sahne, oyunculuğun er meydanıdır ya, şahane bir oyuncu olduğunu idrak ettiğimiz Özlem Tekin gibi isimler var.
Oturup ağlamama ramak kalmıştı.
O zaman, en azından bir 10 yıl, müzikal adı altında sergilenen hiçbir gösteriyi izlememeye yemin etmiştim.
Yasaklar delinmek için konuluyorsa, yeminler de bozulmak üzere edilebiliyor kimi zaman...
Not: Travmanın boyutunu burdan hesap edin. Lafa girmeye cesaret etmek için ayrı bir yazı gerekti yani... Ben bari yarına kadar serinde bir koşu ront yapıp geleyim...