Konunun gündemle alákası yok ama geçenlerde Digiturk’de, Robert Redford ile Michelle Pfeiffer’ın ‘Up Close & Personal/ Çok Yakın Çok Özel’ isimli filmini izliyordum.
Yıllar önce sinemada izlediğimde filmi yavan bulmuştum; bu seyrettiğimde ‘Öf be kardeşim, eeeh be ibişim!’ nidalarıyla baygınlık geçirmeme ramak kaldı.
‘Kadına hayatı adam öğretir, onu alır ve olması gereken yere ve ‘şey’e konuşlandırır’ mavrası üzerine bir diğer zırva.Yok ya?
Yine de televizyon söz konusu olduğunda, öööyle bakmak diye de bir şey varsa -ki benim televizyonla aramdaki ilişki daha çok bu öküz-tren diyaloğuna dayanır- Robert Redford’a bakmak, her hálükárda, iyi bir şeydir.
En azından, prime time’ları hegamonyası altına almış olan, kılı-tüyü ağarmış, tipi doğuştan kayık insanların kamera gazına gelip karizma yarıştırdığı yarışmalardan, et pazarı magazin programlardan, kasap vitrinini andıran haber bültenimsilerinden ve hede hödö çemkirmelerden ibaret olan ‘sözde tartışma’ programlarından daha iyidir.
Neyse işte...
İzlememiş olanlar için kabaca özetleyecek olursak:
Söz konusu filmde Robert Redford, ‘bir zamanlar kartaldı, şimdilerde yerel televizyonda kızağa çekilmiş, mütevazı bir editör’ şeklinde yaşayan bir yaman ötesi haberciyi canlandırır.
Tabii esas konu, Redford’un ‘desteği’ sayesinde boya kübüne düşmüş bir kasaba dilberiyken, meslek erbabı ve pek zarif bir televizyon muhabir/programcısına dönüşen Michelle Pfeiffer ile aralarındaki aşktır.
Bin yıllık film olduğu için sonunu söylemekte mahzur yoktur herhálde. Filmin sonunda Redford, yine acar muhabirliğe döner ve bilmem nerede haber kovalarken, bir çatışmada, ‘en kahraman’ bir şekilde hayatını kaybeder.
Can sıkıntısı, Pfeiffer’ın, ödül aldığı kürsüden, sebeb-i varlığı kocasına şükranlarını sunmasıyla sona erer.
Film, hakikaten son derece bayık; peki benim içim neden yine de böylesine buruk?
O an dank etti ki izlediğim Robert Redford’un mutlu sonla biten filmleri, bir elin parmaklarını geçmez.
Psikopata bağladım herhálde: Filme değil, resmen adamımızın makus kaderine dertleniyorum iyi mi!
Adam bin tane Hollywood aşk filmi çekti. Birinin de sonunda günbatımı fonu önünde manitayı öptüğün bir sahnenin üzerinden jenerik geçsin be birader... Yok...
Var yani de; adedi ‘mutlu aşk yoktur’ filmlerinin yanında devede kulak kalır.
Out of Africa’nın sonunda esas oğlan (R.R.) ölür.
This Property is Condemned’in sonunda, esas kız (Natalie Wood) ölür.
The Horse Whisperer’ın sonunda esas kız (Kristin Scott Thomas) esas oğlanı (R.R.) terk edip kocasına döner.
Havana’nın sonunda da dava uğruna esas kızla (Lena Olin) kavuşmak nasip olmaz.
The Way We Were’ün sonunda da esas kız (Barbra Streisand) ile ayrılırlar.
The Natural’da bu kez esas oğlan (R.R.) kaybeden olarak filme başlar, esas kızdan kazık yer ama olsun, sonunda sahada kazanır...
Edebiyat tarihinin en hazin karakterlerinden biri olan Great Gatzby’nin esas oğlanının sonu zaten hepimizin malûmu...
Hollywood’un ‘Bak abi, bizde de mutsuz son olabiliyor’ filmlerinin hemen hepsinde o rol almış mübarek.
Adam bununla da yetinmemiş üstelik. Desteksiz sallıyorum ama: Hollywood’un mutlu son jargonu, ona uymuyor diye kalkıp bağımsız filmlerin er meydanı Sundance Film Festival’ı kurmuş olsa gerek.
‘Eee?’ diyeceksiniz. Ben de diyeceğim ki; ‘Ne eee’si? Hep gündem hep gündem, nereye kadar?’ (Duyan da her gün bu köşede memleket kurtarıyoruz zanneder!)